
Şu ülkede "hacı hoca" perdesi arkasında çevrilmedik dolap, oynanmadık oyun kalmadı. Saymakla, dökmekle bitmez. Şeytanın bile aklına gelmeyecek yöntemlerle halkı kazıklıyorlar.
Börtüsü böceği, kurdu kuşu, denizi gökyüzü, insanları ile şu ülke, şimdiye dek, bu kadar yolsuzluk, hırsızlık, yalan dolan, talan, sahtekârlık, acımasızlık, üçkâğıtçılık görmedi. Hele hele böyle utanmaz ve pişkin yöneticilere tarihinde rastlamadı. İhanet diz boyu.
Hırsızlar, vatan satıcıları köşe başlarını tutmuşlar.
Yapılan haksızlıklar, hukuksuzluklar, tüm çıplaklığı ile ortada. Saklısı, gizlisi kalmamış. Dağlar gibi yığılmış kirli çamaşırlar.
İki kere ikinin dört etmesi kadar kesin kanıtlarla yasa dışı işlerin ortaya çıkarılmasına karşın, adamlar yine de hiçbir şey olmamış gibi, büyük bir pişkinlik ve utanmazlık içerisinde demeçler veriyorlar. Konuşuyorlar. Uygulamalarını savunuyorlar.
Gözümüzün içine baka baka yalan söylüyorlar. İnsanları kandırmaya çalışıyorlar.
Hokkabazlık yapıyorlar.
Deniz Feneri davasında her gün yeni bir vurgun haberi geliyor. Yerli yabancı, tüm hukukçular bu vurgunu dünyanın "en büyük nitelikli bir dolandırıcılık davası" olarak tanımlıyorlar. Ama şimdiye dek, bir yöneticinin, bir yetkilinin ağzından bu konu ile ilgili tek bir eleştiri, tek bir kınama duymadık.
Ortada ne ceza alan var ne hüküm giyen. Deniz Fenerinde hukuk kaplumbağa hızı ile ilerliyor. Ama bunun yanında basılmamış kitaplar ışık hızı ile imha ediliyor. Paşalar, bilim adamları, yazarlar, çizerler düzmece kanıtlarla, senaryolarla ışık hızı ile dört duvar arasına atılıyor.
Çalıntı sorularla sınav kazanan yandaş öğretmenler maaş almaya başladılar bile. Bu kaçıncı sınav yolsuzluğu? Sınav hırsızlıklarının sayısını unuttuk. Gençlerimizin geleceklerini, emeklerini, umutlarını çalıyorlar.
Ama cumhuriyetin savcıları sadece izliyor onları. Ortada ne suçlu, ne ceza, ne hüküm giyen var?
Sorular, kendisine ulema süsü veren, sahte din adamının emir kulları tarafından servis ediliyor yandaşlara. Bu kadar emek, uğraşı, masraf, umut bir anda üç beş yandaş için bozuk para gibi harcanıyor. Peki, geride kalan milyonlarca öğrencinin, velinin suçu ne?
Ne demiş Ömer Hayyam:
"Hacı hoca olmuşsun, kaç para!
Hırka, tespih, post, seccade güzel:
Ama Tanrı kanar mı bunlara?"
İnsanları Tanrı ile, Tanrıyı da "hırka, tespih, post, seccade ile kandırmaya" çalışıyorlar. İnsan olan insan bunu yapar mı? Dilinden 24 saat Allah, peygamber sözcüklerini düşürmeyen sahte din adamlarına soruyoruz şimdi? Başkalarının hakkını ayaklar altına alarak, çiğneyerek bir yerlere gelmek nasıl bir duygudur? Bu kadar gencin geleceği ile oynamak size nasıl bir zevk veriyor? Mutlu musunuz? Alınan sonuçlar içinize siniyor mu? Çalıyorsunuz, çırpıyorsunuz, bir yandan da yalancı pehlivanlar gibi "Müslüman'ım" diye ortalarda dolaşıyorsunuz?
Yastığa başınızı koyduğunuzda rahat uyuyabiliyor musunuz? Sizin kitabınızda doğruluk, dürüstlük yazmaz mı? Sizin kitabınızda "adam olmak" diye bir kavram yok mudur?
Önce adam olun, adam… Hacı hoca olmadan önce insan olun… Adam olun… İnsanları sevmesini öğrenin…
Sevgidir insanı insan yapan, yücelten. Sevgidir her işin başı.
Sevgi güzelliktir. Doğadır. Acıları, sevinçleri, sevdaları ortaklaşa yaşamaktır. Bölüşmektir. Sevgi insanlaşmaktır.
Halktan uzakta, mutluluğu sırça köşklerinin duvarları arkasında arayanlar, anlayabilirler mi sevginin derinliğini?
Politikacılık, insanı sevme mesleğidir. İnsana çile çektiren, "Komşusu açken, kendisi tok yatan" bir kimse ne Tanrı'nın buyruğunu yerine getirmiş sayılır ne de peygamberin. Yöneticilik de yapamaz. Doğayı, hayvanı, insanı sevmeyen bir kimsenin ne katkısı olabilir topluma… Önce "insanlaşmak" gerekir. İnsanlaşmak için de gönüllerin sevgiyle, hoşgörüyle dolması gerekir.
Her konuda olduğu gibi bu konuda da yine siyasetçiler, yüce önder Atatürk'ü örnek almalıdırlar. O, her zaman ve her yerde yurttaşları büyük bir ilgiyle, içtenlikle dinler, dertlerine derman olmaya çalışırdı.
Çünkü o savaşlardan, sıkıntılardan, çilelerden, yani yaşamın içinden çıkıp gelmişti. Çekilen sıkıntıları yakından görmüş, ulusu ile paylaşmıştı. Kimsesizlerin kimsesiydi. Gücünü halktan alıyordu. Batıl inançlarla, hurafelerle ilgisi yoktu. Temel dayanağı halktı. Bilimdi. Kin, nefret, öç alma duygusu, yalan dolan, talan onun kitabında yoktu. Vatandaşlar karşısında sesini asla yükseltmedi. Kimseyi azarlamadı. Ama ihanet içerisinde olanlara, gericilere, halk düşmanlarına da asla ödün vermedi. Bağışlamadı.
Ölümünden bir yıl önce yabancı bir devlet adamına şunları söylemişti: "Şeflerin ödevi hayatı sevinç ve istekle karşılamak hususunda uluslarına yol göstermektir."
Günümüzün şefleri hayatı sevinç ve istekle karşılamak yerine hayatı bize zindan ettiler. Hayatımızı kararttılar. Güneşimizi, aydınlığımızı, ışığımızı, geleceğimizi çaldılar…
Ali Eralp - 13 Nisan 2011 - Güncel Meydan
ali-eralp@hotmail.com