HAK VERİLMEZ, ALINIR…
AKP’nin 2002’de iktidara geçmesinden bu yana bu ulus nice zulümler gördü, haksızlığa uğradı, yoksullaştı. Attila İlhan’ın deyişiyle, onun, “Sayesinde sayeban olduk, aç kaldık, sefil olduk...” Şehit verdik.
Halkımız, sadaka ekonomisiyle uyutulmaya, uyuşturulmaya çalışıldı. Emeği ile, alın teri ile kazanıp vergi ödeyen vatandaşların birikiminden kesilen paralarla halkın bir kesimi maaşa bağlandı. Memnun edildi. Yandaşlara kıyak yapıldı. O vatandaşlarımız, kavuştukları bugünkü durumu rüyalarında görseler inanmazlardı.
“Allah AKP’ye zeval vermesin” diyen bu aç, açık kalmış, yeni maaşlı takım AKP’nin şimdiki oy deposudur. AKP şakşakçılığı yapmaktadır. Bazı CHP yöneticileri, neoliberal düşünceler peşinde koşup, PKK’lıların cenaze törenlerine gideceklerine işte bu oluşumu araştırsınlar bir bakalım. Bu uygulamanın yasal olup olmadığını incelesinler. Kimlere, nereden, ne kadar veriliyor? Ne çapanoğlu çıkacak altından görecekler, daha bunun gibi ne oyunlarla karşılaşacaklar…
Ne yazık ki bu sistem hâlâ işliyor ve AKP’yi bugün ayakta tutan da havadan maaş alan ya da sadaka ekonomisine bağımlı hale getirilen bu kesimdir. Onların giderlerine halktan toplanan vergiler yetmeyince bu kez, özelleştirme adı altında ülkenin fabrikaları, sanayi kuruluşları, zenginlikleri, toprakları, kamu malları satıldı. Yandaşlara, yabancılara peşkeş çekildi. Kendi ülkemizde yabancı olduk. Kiracı olduk. Sürgün olduk…
Devlet çarkı üretimle, sanayi ile dışsatımla değil, satılan ülke malları ile döndürülmeye çalışıldı; Türkiye yağmalandı. Talan edildi. Bitirildi. Şimdi sıra ordunun elindeki arsaların satımına geldi…
Biz sadece seyrettik. Baktık. Hem de şaşkın şaşkın baktık.
Koca koca bakanlar hayali ihracat yaptılar. İhaleye fesat karıştırdılar. Ormanları yağmaladılar. Çoluğunu, çocuğunu, damadını, kızını kısrağını, yakınını uzağını, yedi göbek sülalesini zengin ettiler.
Biz sadece seyrettik. Baktık. Hem de aptal aptal baktık.
Her gün onlarca kınalı yiğit PKK saldırısı ile can verirken, “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” haykırışları ile sonsuzluğa uğurlanırken, bazı yetkililer bebek katilleri ile kapı arkalarında görüşmeler yapıyor, uzlaşma sağlamaya çalışıyorlardı. Ülkeyi parçalanmanın eşiğine getirmişlerdi. Şimdi sıra bebek katilinin ev hapsine geldi.
Biz, sadece seyrettik. Baktık. Hem de sessiz sessiz baktık.
Yine kimseden ses çıkmadı.
Türkiye’nin en değerli köşe yazarları haksız ve hukuksuz, AKP baskısı ile sokağa atıldı. Zulme, yasa dışı uygulamalara, yağmaya, talana karşı çıkan, sesini yükselten televizyonlar, gazeteler nefessiz bırakıldı. Soluğu kesildi.
O gazetelerin okurları, köşe yazarlarına sahip çıkmak için en azından gazete alımını boykot edip, patronlarına bir ders veremezler miydi? Vermediler…
Şeriatçı takım milli eğitimi, emniyeti, yargıyı teslim almış, orduyu da bertaraf etmişti.
Koca koca generaller, sendikacılar, yazarlar çizerler, parti başkanları, gazeteciler, bilim adamları enselerinden tutulup zindanlara atıldılar.
Biz sadece seyrettik. Baktık. Hem de korka korka baktık.
“Ya sıra bize de gelirse” dedik.
“Ya bizi de alıp götürürlerse. Ne yaparız o zaman? Evde çoluk çocuk ekmek bekliyor. En iyisi, bana dokunmayan yılan bin yaşasın…” dedik.
Bütün bunlar olup biterken sendikalar, dernekler, sivil toplum kuruluşları hepsinden önemlisi siyasal partiler de sadece seyretti. Baktı. Toplantı salonlarında yaptıkları üç beş konuşma, birkaç demeçle yetindiler. Yığınlarla bütünleşmediler. Bütünleşemediler. Bunun için bir çaba da göstermediler. Yalnızca “Sen dedin, ben dedim”, ağız dalaşı yaptılar.
Alan memnun, satan memnundu. İktidar memnun, muhalefet memnundu. Yüksek rakamlı, bol sıfırlı maaşlar işliyordu nasıl olsa. Silivri, Hasdal zindanlarında belgesiz kanıtsız, suçsuz günahsız yatanlar kendileri değildi.
Bugün ülkemiz, Cumhuriyet tarihinin en bunalımlı günlerini yaşamaktadır.
Türkiye, dünyada gelir dağılımı bozuk ülkeler arasında ön sıralarda yer almaktadır.
Eğitim, sağlık paralı hale getirilerek, fırsat eşitliği zedelenmiştir. Sosyal devlet anlayışı ortadan kaldırılmış, yoksulların durumu daha da kötüleşmiştir. Bundan böyle parası olan sağlığını koruyabilecek, parası olan çocuğunu okutabilecektir.
Bağımsız yargı ve özerk üniversitenin yapısı bozularak, iktidarın yan kuruluşları durumuna sokulmuştur.
Korku imparatorluğu kurulmuştur. Herkes birbirinden çekinmekte, başına bir felaket geleceğinden korkmaktadır.
Haksızlıkların, hukuksuzlukların ucu ta gökyüzüne ulaşmıştır.
Ama kuzuların sessizliği devam etmektedir. Kuzular, kuzu gibi bakmakta, seyretmektedir.
Montesquieu, “Bir tek kişiye yapılan haksızlık, bütün topluluğa yönelmiş bir tehdittir” der.
Bir kişiye yapılan haksızlığı toplumun bireyleri, kendilerine yapılmış gibi düşünmelidirler. Kendilerini onların yerine koyup, “Ya bu kötü davranışla ben karşılaşsaydım, ya benim başıma gelseydi” demelidirler. “Adam sende”ciliği bırakıp, kendi hakkını korur gibi, başkalarının hakkını savunmayı da kendilerine görev edinmelidirler.
Bu koruma, savunma bilinci bir topluma yerleşmediği sürece haksızlıkların, adaletsizliklerin önüne geçmek, ülkeyi eşkıyalardan, soygunculardan temizlemek çok güçtür.
Faşizm hiçbir ülkeye birden bire, ansızın gökten zembille inmemiştir. Haber vere vere, “ben geliyorum” diye diye gelmiştir. Önlem alınmadığı, karşı çıkılmadığı için ülkelerin üzerine kara bulutlar gibi çökmüştür.
Sadece bakmakla, susmakla, konuşmamakla hiçbir sorunu çözemeyiz. Demokratik, uygar bir ulus da olamayız. Kimse boşuna sızlanmasın. Geçim sıkıntısından, baskıdan söz etmesin. Önce haksızlıklara karşı koymasını, hakkımızı almasını öğrenelim.
Çünkü kimse kimseye babasının hayrına hak vermez. Hak verilmez, alınır. Hem de söke söke alınır.
Sorumluluk taşıyalım. Cesur olalım. Çünkü cesarettir, insanı zafere götüren…
Unutmayalım ki cesurlar bir kez, korkaklar bin kez ölür…
Ölümden öte köy var mıdır?
Ali Eralp, 14 Eylül 2011
ali-eralp@hotmail.com