Halkçılık İlkesi / Uğur MUMCU

Gazeteci-Yazar / Devrim Şehidi

Halkçılık İlkesi / Uğur MUMCU

İletigönderen Ram » Prş Ağu 06, 2009 21:58

HALKÇILIK İLKESİ

Her siyasal dönem kendisini doğuran nedenler ve koşullar ile değerlendirilir. Yakın tarihimizin adına Kemalizm dediğimiz dönemi de ancak kendisini etkileyen yurt ve dünya koşulları göz önünde tutularak nitelenebilir. Türkiye Cumhuriyeti, Kurtuluş Savaşı'ndan sonra kurulmuş; ilke ve amaçları bu savaşla saptanmıştır.Bu savaşın ilk ve belirgin özelliği antikapitalist ve antiemperyalist oluşuydu. Atatürk birçok söylevlerinde, amacının tam bağımsız Türkiye'yi kurmak olduğunu ve bu amaçla Ankara'da bir meclis toplandığını söylemiştir. Kurtuluş Savaşı'nın amacı, siyasal, ekonomik ve askeri sömürü altındaki yurt topraklarını kurtarmak ve bu topraklar üzerinde yeni ve çağdaş bir devlet kurmaktı. Çöken ve yıkılan Osmanlı imparatorluğundan sonra kurulacak yeni devlet, aynı topraklar üzerinde ve aynı halk unsuruna dayanacağına göre halkçılığın doğduğu koşullara kısaca değinmek gerekecektir.

Meclisin Yapısı

İlk Büyük Millet Meclisi açıldığında, Meclis'te yer alan meslek gruplarının dağılımı şöyleydi: (40) tüccar, (32) çiftçi, (11) gazeteci, (44) memur, (14) müftü, (13) müderris, (10) şeyh, (5) aşiret reisi ve (I) işçi milletvekili.

Doğaldır ki bu meslek dağılımı, aynı zamanda Kurtuluş Savaşı'nı yürüten meclislerin sosyal kökenlerini de göstermektedir. Kurtuluş Savaşı, milliyetçi subaylar, eşraf ve memur üçlüsüne dayalı bir siyasal kadro ile yürütülmüştür. Bu sosyal yapıdaki meclislerin yurtseverlikleri, Kurtuluş Savaşı'nın kan ve ateş sınavından geçmiş, eşrafın büyük çoğunluğu Ulusal Kurtuluş Savaşma katılmıştır. Savaş yıllarında, milliyetçi subayların, eşrafın ve memurların ortak amaçları, yurt topraklarını kurtarmak olunca, bütün bu sınıf ve tabakaları birleştirmek ve bir tek ulusal amaca yöneltmek gerekiyordu. Atatürk'ün, Kurtuluş Savaşı'ndakı ilk başarısı, bütün yurtsever güçleri bir meclis çatısı altında toplamaktı. Ancak, savaş başarı ile sonuçlanıp, sosyal devrimlere doğru yönelince, Kurtuluş Savaşı'nı yürüten eşraf, bu kez devrimlere karşı çıktı. Eşrafın, kendi egemenliğini sürdürmek istemesi de doğaldı...

İşçiler ve Köylüler

İşçi sınıfı Batı'da, sanayi devrimi ile ortaya çıkmış ve bir sınıf olarak güçlenmiştir, işçi sınıfı, kendi sınıfsal çıkarı için örgütlenmiş ve bu amaçla kanlı siyasal kavgalara girişmiştir. Batı düşünce tarihi de bu sosyal mücadeleleri izlemiştir. Sanayi devriminin dışında kalmış, üstelik Batı ticari kapitalizminin pazarı olan Osmanlı toplumunda sanayi işçisinin oluşamayacağı da doğaldı. Proletaryanın oluşmadığı, güçlenmediği ve örgütlenmediği bir toplumda emekçi sınıfların gelişimi, Batıdan ayrı bir çizgi izleyecekti. Osmanlı toplumunda işçi sınıfı, köyden büyük şehirlere çalışmak için gelen köylüler ve yabancı sermayenin kurduğu fabrikalarda çalışan işçilerden oluşan dağınık ve güçsüz gruplardı. Köylüler, dirlik sahibi denilen, asker-memur karışımı yetkilerle donatılmış feodal beylerin tarlalarında çalışan reayalardı. Mültezimlerin halkı ezen ve sömüren vergi düzenleri altında yaşayan toprak emekçileri de dağınık ve örgütsüzdürler. Merkezi otorite ve teokratik yönetimin yarattığı dinsel dokunulmazlık, devlete yüce bir kişilik vermiş; halk, kendi üretim gücüne yabancılaşan kaderci bir eğitimle yetiştirilmişti, İstanbul'un yaşadığı Lale devirleri, Tanzimatlar, Meşrutiyetler, Anadolu halkını ve Türk köylüsünü etkilememiş yüzeysel devrelerdi. Kurtuluş Savaşı başladığında, vergi adaletsizliklerinden, Balkan ve Dünya savaşlarından bezmiş ve yılmış bir köylü sınıfı, kendi kader çizgisi dışındaki olayları çaresiz beklemekteydi. Tanzimatların, Meşrutiyetlerin içi boş kavramları, ittıhatçı-ihtilafçı çekişmeleri ve kanlı olayların, köy yaşantısına hiçbir etkisi yoktu. Kurtuluş Savaşı sonrasında işçi ve köylüler, güçsüz, örgütsüz ve dağınıktılar. Yüzyıllarca sömürülmüş, kendisinden barışta vergi vermesi, savaşta ise şehit olması istenmiş sınıfların, kendi yarınları için savaşa girmeleri de beklenemezdi. Kurtuluş Savaşı tamamlandığında, böylesine yılgın ve perişan bir halk, milyonlarca borç, genç Türkiye'yi bekliyordu. "Hasta Adam" böyle bir miras bırakmıştı.

Düşünce Ortamı

Kurtuluş Savaşı'nı yürüten milliyetçi subayların etkilendikleri düşünce ortamı, ikinci Meşrutiyetle ortaya çıkmıştı. Garpçılık, İslamcılık, Türkçülük, Meslekçilik ve Sosyalizm akımları istanbul'un aydın çevrelerinde tartışılmaktaydı. Bu akımlar, düşünce akımlarından çok edebiyat akımlanna benzemekteydi. Toplum yapısının gözlemine dayalı ulusal çözüm yolları aranmış ve tartışılmış değildi. Osmanlı aydınlarının kafaları, Batı kültür egemenliğini yansıtan köksüz ve yabancı kültürle doluydu. Edebiyattaki, şiirdeki batı taklitçiliği, düşünce akımlarını da etkiliyordu. Milliyetçi subaylar, Osmanlılığa karşı gerçekçi çözüm yolları ile yetişecek yerde, coşkun şiirler, anlamsız kavramlarla yaşatılmak istenen bir kültür dünyası ile kuşatılmışlardı.

Sınıfların güçlenip örgütlenmediği toplumlarda, sosyalizm akımlarının, dar çevrelere özgü bir salon kültürü olduğu da bir gerçektir. Meşrutiyetin getirdiği, siyasal suikastlar ve çekişmelerle dolu düşünce ortamı böylesine yüzeysel ve kısırdı. Halkın öz sorunlarıyla ilgili hiçbir tartışma ve teori, milliyetçi subayların yararlanmalarına açık değildi. Kurtuluş Savaşı'nın önderleri, yasaklarla ve yanlışlarla kuşatılmış bir düşünce ortamında yetişmişlerdi.

Köylü Efendimizdir

Atatürk, bir Sovyet diplomatı ile yaptığı görüşmede işçi ve köylü sınıfları konusunda şunları söylemektedir:

    "Türkiye'de işçi sınıfı yok, çünkü gelişmiş bir sanayi yok. Bizim burjuvazimizi ise, henüz burjuva sınıfı haline getirmek gerekiyor. Ticaretimiz çok cılız. Çünkü sermayemiz yok, yabancılar bizi eziyor... Sizin Rusya'da mücadeleci bir işçi sınıfı var. Ona dayanmak mümkündür ve ona dayanmalıdır. Bizde işçi sınıfı yoktur ve köylüye göre ağırlığı azdır. Sizde endüstri gelişmiştir, bizde yok gibidir..."

Atatürk'ün bu sözleri onun gerçekçiliğini yansıtmaktadır. Örgütlenmiş ve bilinçli bir işçi sınıfı siyasal mücadeleye girmedikçe, sosyalist bir düzen kurmaya imkan yoktur. Atatürk bu gerçeği görerek köylüye ağırlık verilmesini ileri sürmektedir. Köylüye ağırlık vermek ise, yine, köyden gelen bilinçli toprak dağılımı istemleri ile gerçekleşebilir. Köylüden bu yolda bir istek ve mücadele arzusu da gelmiyordu. Üstelik Kurtuluş Savaşı böyle bir toprak dağılımına karşı olan eşraf ile kazanılmıştı.

Atatürk'ün halkçılık anlayışını kanıtlayan ilk girişimi, I925'te Aşar Vergisinin kaldınlmasıydı. Henüz 1921 yıllarında Ereğli'de çalışan işçilerin sosyal güvenliklerini sağlayan bir yasa kabul edilmiştir. 1936 yılında ise, İş Kanunu yürürlüğe kondu. Mültezimlerin,tütün reisliğinin kaldırılması, ormanların devletleştirilmesi, köylerin birleştirilmesi yolunda çalışmalar yapılması, zirai kombinaların kurulması, toprak reformu ve Köy Enstitüleri birbirlerini tamamlayan halkçılık hareketlerinin halkalarıdır. Bu arada Ziraat Bankası'nın güçlendirilerek, üreticiye kredi sağlama hizmetlerinin devletçi bir düzene bağlanması da bu halkçılık anlayışının uygulamasıdır.

Bu devrimci hareketlerin hiçbiri, tabandan gelen isteklerle yapılmış ve başarılmış değildir! Atatürk, her türlü olumsuz koşula ve özellikle Kurtuluş Savaşı'nı birlikte yürüttüğü tutucu memur ve eşrafa rağmen köylünün hayat koşullarını değiştirmek için çabalıyordu. Bütün bu hizmetlerin yerine getirilmesinde devletin sınırlı olanaklarını da göz önünde bulundurmak gerekir. Devletin gelirlerinin büyük kısmı Düyun-u Umumiye borçlarına ayrılıyor, köylüye yol, ışık, okul, hastane götürecek olan mali olanaklar Osmanlı borçlarını ödemeye harcanıyordu Hiçbir devrim, birkaç yılda halk kitlelerinin yaşayış koşullarını değiştiremez. Atatürk'ün halkçılık anlayışı köylünün efendiliğini amaçlayan bir devrimin ana hedeflerini göstermektedir...

ATATÜRK'ten Bize

Atatürk'ün halkçılık anlayışını, Türkiye'nin içinde bulunduğu sosyal ve siyasal koşullar ile karşılaştırmak gerekir. Bugün ilk bakışta görülen, gerçek işçi ve köylü sınıflarının bilinçlenip, kendi sınıfsal çıkarları için savaşa girmiş olmalarıdır. Kemalizm'in amaçları, bu gerçeğe göre yeniden değerlendirilmelidir. Artık devrimci uyanış, gerçekçi bir devrim yolu izlenmesine elverişli koşulları beraberinde getirmiştir, işçi-köylü ve asker-sivil aydın kenetlenmesine dayalı bir devrimci birleşim Kemalizm'in sosyal amaçlarını gerçekleştirir. Bu yapılmadıkça, yirminci yüzyılda daha nice yıllar kaybederiz. 1920 yılında Atatürk'ün devrimci Bakanlarından Mahmut Esat Bozkurt. şunlan söylüyordu: "Efendiler, memleket demek, o memleketin iktisadiyatı demektir. Hiçbir zaman o memleketin yalan yanlış politikacısı demek değildir. Fakat o memleketi, sapanıyla, elindeki o mübarek çekiciyle çalışan demircisi, çiftçisi temsil eder. Zavallı halk, Kanun-u Esasilere rağmen esirdir, yine inlemektedir, yine aç sefildir..."

Elli yıl önce söylenmiş bu sözlere, bugün de katılmanın acısı devrimci aydınların; utancı ve sorumluluğu ise, Atatürk'ten sonra Türkiye'yi yönetenlerindir...

(Cumhuriyet / 15 Kasım 1970; Uğur MUMCU; Suçlular ve Güçlüler, 11. bas. 1979, s. 102-107.)
Mevzuubahs olan; millete saltanatını, hâkimiyetini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız¿? meselesi değildir. Mesele, zaten emrivâki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, behemehâl, olacaktır. Burada içtima edenler, Meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usûlü dairesinde ifade olunacaktır.

Fakat ihtimâl, bazı kafalar kesilecektir!
Kullanıcı küçük betizi
Ram
Zûlme Karşı İsyan!
 
İletiler: 8167
Kayıt: Sal Şub 20, 2007 1:06
Konum: Aç haritaya bak!

Şu dizine dön: Uğur MUMCU

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 1 konuk

x