Hani Nerede Türkiye'nin "Atatürkçü Chavez"i?...
Bu yazıyı –ufak değişikliklerle- 2007 yılında yayımlanan “Büyük Komplo: Türkiye’nin Yeniden İşgali” adlı kitabımdan aldım. İnsanlık tarihinin ve çağımızın ölümsüz devrimcilerinden, büyük halk adamı Venezuela Cumhurbaşkanı Hugo Chavez’i kaybetmemiz vesilesiyle yeniden güncellik kazanmış bulunuyor. Konusu Latin Amerika’da küreselleşmeye karşı oluşan dip dalgası çerçevesinde, Derin-Merkez’e, Küreselleşmeci Neoliberalizm’e karşı ödünsüz bir mücadele yürüten Chavez’in fikir ve eylemlerini Atatürk’ün düşünce ve eylemleri ile karşılaştırmaktır. Karşılaştırmayı Büyük Devrimci’nin siyasal ve ekonomik programının ana hatlarından hareket ederek yapıyorum.
Büyük vatanseverler, halk adamları dünyanın her yerinde aynıdır, çünkü düşman aynıdır. Dolayısıyla, aralarında pek çok benzerlikler bulunur. Benim belirlemiş olduklarım, günümüzde büyük bir bunalım içinde kıvranan Türkiye için yol gösterici de olabilir.
Karşılaştırmayı şu başlıklar altında sunuyor ve bir sonuca varıyorum: Kapitalizm felakettir, Kemalizm ve Chavez, Halkçılık ve ulusçuluk, ekonomi politikaları.
I) KAPİTALİZM FELAKETTİR
A) Chavez diyor ki: “Kapitalizm istikrarsızlığa, şiddete, kardeşi kardeşe düşman yapmaya giden yoldur.” Bunlara somut kanıtlar verelim:
• Krizler: Dünyada 1929 ve 1974 krizleri… Türkiye’de 1958, 1980, 1994 ve 2001 krizleri…
• Şiddet: I. ve II. Dünya savaşları, İngiltere ve Fransa’nın sömürgelerde yaptığı zulümler, Dünyanın dört bir yanındaki sayısız Amerikan işgalleri…
• Amerika’nın ve AB’nin ulus-devletleri parçalama politikaları: Ruanda (Tutsiler ve Hutular), Tunus (Fransa’nın halkı Avrupalı, Arap ve Berberî diye bölmesi), Irak (ABD’nin ülkeyi Kürt, Şiî ve Sünnî bölgelerine ayırması), Türkiye (AB’nin azınlık yaratma girişimleri, ABD’nin bölücü Kürtlere desteği), ABD ve AB’nin BOP çerçevesinde Libya, Suriye ve Mısır saldırıları…
B) Hugo Chavez “biz yoksul ülkeler ticarî engelleri aşmak için, zengin ülkelerden dört kat daha fazla çaba gösteriyoruz. Bu sebeple zengin ülkelerin dünya ticaretine dayattığı kurallar ahlaksızlıktır, utanmazlıktır” derken, sanki Atatürk’ün 80 yıl önceki bir şikâyetini dile getirmektedir:
• “Büyük devletler şimdiye kadar bize şu veya bu sorunlarda gösterişli yardımlarda bulunuyor görünüyorlar; oysa, ekonomik tutsaklıklarla bizi felce uğratıyorlardı. Öteden beri, bize bazı şeyleri vermiş gibi, bizim bazı haklarımızı tanımış gibi bir durum alırlar; gerçekte ise ekonomide elimizi kolumuzu bağlarlardı...”
• “Tanzimat’ın açtığı serbest ticaret dönemi, Avrupa rekabetine karşı kendini savunamayan ekonomimizi bir de ekonomik kapitülasyon zincirleri ile bağladı. Örgütlenme ve bireysel değer bakımlarından bizden çok güçlü olanlar; ülkemizde, bir de fazla olarak ayrıcalıklı konumda bulunuyorlardı... Bütün ekonomik sektörlerimizin, bu sayede mutlak egemeni olmuşlardı... Bize karşı yapılan rekabet ... gerçekten çok kahredici idi...”
C) Chavez uyguladığı politikaları açıklarken, meselâ dış ticarette bu çelişkiyi özellikle vurguluyor, “serbest ticaret konusunda böylesine ısrarlı olan bu ülkeler [Merkez Ülkeler] sıra kendilerine gelince, katıksız birer korumacı kesiliyor” diyerek… Böylece Batı’nın çifte standart uygulamasına bir kanıt daha eklemiş bulunuyoruz. Daha önceki yazılarımda müteaddit defalar Merkez ülkelerin çifte standart uygulamasını vurguladım, örneklerini verdim. Kısaca bir kez daha hatırlatıyorum.
1) Ekonomist Ha-Joon Chang’ın kitabı, “Kalkınma Reçetelerinin Gerçek Yüzü”nün orijinal İngilizce başlığı, “Kicking Away the Ladder” bir deyim olup “merdiveni itmek” olarak Türkçe’ye çevrilebilir. Sanayileşmiş bir ülkenin, zenginliğin doruğuna ulaştığı zaman, başka ülkelerin kendi bulunduğu mertebeye erişmesini engellemek için, oraya tırmanmasını sağlayan “merdiveni itmesi” (kendi uygulamış olduğu politikaları kullanmasını engellemesi) anlamına geliyor. Chang kitabına şu can alıcı soruyla başlıyor: Zengin ülkeler gerçekte nasıl zenginleştiler? Bugün sanayileşmiş Batı’nın az gelişmiş ülkelere tavsiye ettiği politika ve kurumlar; gelişmiş ülkelerin, gelişmekte iken benimsedikleri politika ve kurumların aynısı mıdır?
Yazarın yanıtı şöyle: Hayır, değildir! Dünyanın zengin ve sanayileşmiş ülkeleri, bulundukları yere, bugünün yoksul-az gelişmiş ülkelerine önerdikleri politikalar ve kurumlarla gelmemiştir. Çoğu etkin bir biçimde “yavru sanayi koruması” ve ihracat teşvikleri gibi politikalar, kısacası devletçi ekonomi politikaları uygulamışlardır. Oysa bugünün sanayileşmeye muhtaç yoksul ülkelerinin aynı politikaları uygulamaları, Dünya Ticaret Örgütü, [IMF ve Dünya Bankası yani ABD ve Avrupa Birliği] tarafından engellenmektedir.
2) Merkez ülkelerin, çevre ülkeleri ulus-devlet yapısından uzaklaştırma politikası da benzer bir tutuma, “merdiveni itme” stratejisine dayanmaktadır.
Merkez ülkeleri, tarihlerinin bir safhasında “ulus-devlet” olarak örgütlenmişti. Ulus-devlet kavramı dünya politikasına 1648 yılında imzalanan Vestfalya Antlaşması ile girdi. Antlaşma ile birlikte, o zamana kadar devlete egemen olan Kilise’nin gücü sınırlandırılmış, tamamen bağımsız ve egemen devletler ortaya çıkmıştır. Böylece Avrupa devletleri ortak bir kimlik oluşturdular; bu kimliğin korunması, güçlendirilmesi, dış dünyaya karşı savunulması için” ulus-devlet zırhına bürünerek mücadele ettiler. Ulus-devlet yapısı Batı toplumlarında -o zamana göre- yeni bir gelişme, zenginleşme ve iktidar aracı, dış tehlikelere karşı bir zırh görevi gördü. Bu zırh sayesinde -kendileri dışındaki henüz uluslaşma aşamasına girememiş toplulukları da sömürerek- geliştiler, güçlendiler, zenginleştiler. Şimdi ise, farklı ve yeni bir örgütlenmeye gidiyorlar; ulaştıkları gelişme aşamasında ulus-devletin üzerine yeni bir zırh geçiriyorlar: e-devlet. Bundan böyle varlıklarını, zenginleşme süreçlerini, iktidarlarını, geleceklerini bu çift katlı zırhın içinde güvenceye alacak ve sürdürecekler.
Ulus-devlet modeli, 1789 Fransız Devrimi’nin ardından, Avrupa dışındaki Ortaçağ devletlerine, sömürge ve yarı-sömürge ülkelere örnek oldu.
Bağımsızlıklarına kavuşan az gelişmiş ülkeler, Avrupa’nın kurumlaştırdığı ulus-devlet modelini asıl İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra benimsemeye başladılar. Modele göre güçlü bir merkezî yönetim olacak, bu yoldan hem ulusal sanayilerin gelişmesi sağlanacak, hem de sosyal adalet gerçekleştirilecekti. Ülke kalkınacak, kendi kendine yeterli hale gelecekti. Ne var ki model ancak 1970’li yılların ortalarına kadar uygulanabildi. 1980’li yıllardan itibaren, Merkez’in küreselleşme baskıları altında, zırhlarını çıkarmak zorunda kaldılar. Sanayileşmeleri, gelişmeleri, güçlü, âdil bir toplum yaratma süreçleri engellendi, durduruldu. Yeni ekonomi koşulları altında, engelleme süreci daha da etkili olmaya başladı. Oysa yoksul ülkelerin gelişmesi, güçlenmesi, zenginleşmesi de ulus-devlet örgütlenmesinin sürdürülmesine bağlıydı. Yeteri kadar gelişemedikleri için, bir süre daha ulus-devlet olarak korumacı politikalarını devam ettirmeleri gerekiyordu. Ancak her şey yarıda kaldı!
Neden böyle bir yola gidiyor, Derin-Merkez? Çünkü çifte standart uyguluyor, merdiveni itiyor. Böyle savunmasız kalan, yoksul halkların elindeki pazarları ve son kaynakları da ele geçirecekler. Tarihte olduğu gibi! Tekelci Kapitalizm ancak böyle yaşayabiliyor.
II) KEMALİZM VE CHAVEZ
A) Güney Amerika’da başlamış olan büyük dönüşümler ortak bir hedef içeriyor: Emperyalizme başkaldırarak ulusal kurtuluşu gerçekleştirmek…
Ana hedef bu! Araç ise ABD’nin, IMF’nin dayattığı neoliberal politikayı çöp sepetine atarak, onun yerine halkçı-ulusalcı bir ekonomi politikasını ikame etmek. Burada bir nokta Türkiye bakımından çok anlamlıdır: Hükümetlerimiz ABD’nin, Avrupa Birliği’nin (IMF, DB ve DTÖ’nün) neoliberal politikalarını uyguladıkça, emperyalizm tarafından sömürülmeye devam edecektir. Peki, kurtuluş nerede? Kurtuluş çaresi Türkiye’nin kendisinde, kendi birikiminde vardır ki o da şudur: Atatürk’ dönmek, onun halkçı-ulusalcı politikalarına geri dönmek. Bu noktada Türkiye Latin Amerika’daki Büyük Dönüşüm’le -hiç yabancılık çekmeden- kolayca buluşacak ve kaynaşacaktır.
Chavez’in uygulamakta olduğu Bolivarcılık bağımsızlıkçı, halkçı ve antiemperyalisttir. Bu açıdan bir tür “Kemalist Devrim Programı”dır. Bu sebeple biz Atatürkçüler yeni uygulama araçları bakımından Chavez’in politikalarından -Türkiye’nin koşullarını daima göz önünde bulundurarak- yararlanabiliriz.
B) Chavez Çevre ülkelerinin özgürlüğüne, bağımsızlığına ve refahına giden yolun ilk koşulunu şöyle ifade ediyor:
“Bütün dünya emperyalizme karşı bir dayanışma zemini inşa etmelidir.”
Ben de kuvvetle inanıyorum ki böyle ortak ve küresel bir zemin kurulmadıkça başarıya ulaşılamaz. Âdil bir dünya düzeni kurulamaz. Bu birlik hem ülke içinde hem de dünya ülkeleri arasında aşama aşama sağlanmalıdır. Ülkeler Büyük Zorba’ya karşı tek başlarına hiçbir sonuç alamazlar. Türkiye bakımından söyleyecek olursak, ilkin Atatürkçüler bir araya gelmelidir. Bölgede, Ortadoğu ülkeleri arasında bir dayanışmanın temelleri atılmalıdır. Daha ileri bir aşamada dünyanın diğer bölgelerindeki -örneğin Latin Amerika’daki- dayanışma zeminlerine ulaşmaya, onlarla bütünleşmeye çalışılmalıdır.
Ancak Amerikan emperyalizmi bunu bildiği için bugün BOP çerçevesinde ülkeleri parçalayıp ufalamaya, bunların birleşmesi olasılığını tamamen ortadan kaldırmaya çalışmaktadır.
C) Bolivarcı Devrim yalnızca Latin Amerika’da bir ülkenin kurtuluşunu değil, bütün Latin Amerika’nın emperyalizmden kurtuluşunu hedef almaktadır. Bu noktada Atatürkçüler ABD’nin Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’ne (GOP) karşı ABD emperyalizmini zayıflatacak Atatürkçü bir Ortadoğu projesi geliştirebilir ve bunun için bu ülkelerle yakınlaşma ve işbirliği, onları bölge çapında bir araya getirme yolu arayabilirler. Önce korkuyu yenmeliyiz, korkuyu!
III) HALKÇILIK VE ULUSÇULUK
Chavez’in halkçılığı, bir halk adamı oluşu, halkla doğrudan ilişki kurması, onları örgütlenmeye teşviki, ulusçuluğu; Atatürkçülüğün de savunduğu temel unsurlardır. Chavez’in milliyetçiliğe (ulusalcılığa) sarılması, bu akımın çağdışı kalmadığını, hâlâ ayakta durduğunu, bugün de geçerli olduğunu gösterir. Bu durum, kozmopolitliği-kürselleşmeyi savunanların suratına inen, unutamayacakları bir şamardır. Yalanları bugün bütün çıplaklığı ile ortaya çıkmıştır.
A) H. Chavez’in, 2002’de büyük halk kitlelerinin sokağa dökülüşüyle yeniden başkanlık sarayına dönüşü, biz Atatürkçüler için en büyük derslerden biri olmalıdır. Bu dersi şöyle ifade edebilirim:
Halka ulaşalım, halkı kazanalım, halkı arkamıza alalım. O zaman başaramayacağımız hiçbir şey yoktur.
Atatürk’e göre de en büyük güç kaynağı halktır. Başarı, ancak halkla birlikte sağlanabilir. Nitekim, Bağımsızlık Savaşımızda, orduyu ve sivil yönetimi birleşmeye çağırmış; ancak asıl kuvvet kaynağını halkın kendisinde, halkla bütünleşmekte aramıştır.
Gerçekten, 2 Şubat 1923’de İzmir’de halkla yapmış olduğu konuşmada şöyle diyor:
[Anadolu’ya geçince] ilk yaptığım iş, derhal ordu başları ile şifreli temas oldu. Onlara apaçık olarak ülkenin ve ulusun yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu söyledim. Dedim ki “Bunun tek çaresi birleşmektir. Kuvvet, birleşmektedir.” Ordumuzun subay ve komutanları bu çağrıya büyük bir eğilim gösterdiler. Sivil yöneticiler de, içlerinde tereddüde düşenler olduysa da, çoğunlukla namuslu kişilerdi. Fakat ben asıl kuvvet kaynağını halkın kendisinde arıyordum. Orduyu yapacak oydu; her türlü gücü [yaratacak olan] oydu.
B) Venezuela’daki büyük dönüşümün odaklandığı önemli bir politika, “birlikte yönetim politikası…” “Bu, rekabet için kapitalist örgütlenme” yerine işbirliği ve katılıma dayalı bir uygulamadır. Bu anlayış Atatürk’ün de uyduğu bir mantıktır, Halkçılık ilkesinin dayanışma ögesidir. Şöyle diyor Atatürk: “Bizim halkımız çıkarları birbirinden ayrı sınıflar hâlinde değil, aksine varlıkları ve çalışmalarının ürünü birbirine gerekli olan sınıflardan ibarettir. çiftçi, sanayici, tüccar, işçi,... bunların hangisi öbürüne karşı olabilir? Bütün bu saydığımız sınıflar aynı zamanda zengin olmalıdır. Her biri yaşamın gerçek tadını duyabilmeli ki, çalışmak için güç ve kudret bulabilsinler. İşte, bu ilkeden hareketle sınıflar arasında sosyal düzen ve dayanışma sağlanmalı, bunların çıkarları arasında uyum kurulmalıdır. Çıkarlar, yetenek ve çalışma derecesiyle orantılı olmalıdır. Ulusal servetin dağıtımında daha mükemmel bir adalet ve çalışanların daha yüksek gönenci, ulusal birliğin korunması için koşuldur.”
C) H. Chavez’in öncelikli bir hedefi de fakirlik ve yolsuzlukla mücadele etmektir. Atatürk’ün hedefi de öyledir:
1) Atatürk 1920’ler Türkiye’sinin azgelişmiş özelliklerini tespit ederken şu nitelemeyi yapar: Yıkık, yoksul, çok geri, uçurum kenarında, çaresiz bir ülke… Sonra öncelikli hedefi gösterir: Fakirlikten mutlaka kurtulmalıdır. Millet yoksul kaldıkça hiçbir şey yapılamaz. İlk önce zengin olmalıdır.
Chavez yoksulların sevgilisidir, yerli kökenlidir, halkının deyişiyle “papuçsuzların lideri”dir. Atatatürk de şöyle dememiş midir: Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir. Ya bir yurt gezisinde Malatya’dan dönerken, Sabiha Gökçen’e söyledikleri: “İnsan ömrü yapılacak işlerin büyüklüğü karşısında çok cüce kalıyor, Gökçen!.. Geçtiğimiz yerlerde fabrikalar, ekilmiş tarlalar, düzgün yollar, elektrikle donanmış köyler, tertemiz, sağlıklı insanların yaşayabileceği evler, yemyeşil ormanlar görmek istiyorum. Gürbüz, iyi giyimli, yüzleri sararmamış, dalakları şiş olmayan çocukların okuduğu okullar görmek istiyorum. İstanbul’da ne uygarlık varsa, Ankara’ya ne uygarlık getirmek istiyorsak, İzmir’i nasıl bayındır yapıyorsak, Yurdumuzun her yanını aynı uygarlığa kavuşturalım istiyorum... Bayındır olmalı Türkiye’nin her yanı, gönençli olmalı...
2) Atatürk’ün sosyal ahlâk anlayışı yolsuzluğu dışlar. Özetliyorum bu ahlâkı: Bir adam ki ülkenin ve ulusun mutluluğunu düşünmekten çok kendini düşünür; o adamın değeri ikinci derecedir. “Bencillik kişisel olsun, ulusal olsun dâima kötü”dür. Başkasına olan bir iyilik, bize de iyiliktir. Başkasına olan kötülük, bize de kötülüktür. Bu sebeple iyiliği sevmek; kötülükten kaçınmak lazımdır. Yüksek ve insancıl olan düşünce; “Herkes, kendi için” değil, “Herkes, herkes için” düşüncesidir.
Bir işin ahlâkî bir değeri olması, ayrı ayrı insanlardan daha yüce bir kaynağı olmasından ileri gelir. O kaynak toplumdur, ulustur! Öyleyse ahlâk kişilerden ayrı ve bunların üzerinde, ancak sosyal ve ulusal olabilir. İşte bu; “ulusun düzeni ve sükûnu, bugün ve gelecekte refahı, mutluluğu, kurtuluşu ve güvenliği, uygarlıkta ilerleme ve yükselmesi için; insanlardan her konuda ilgi, gayret, nefsin feragatını ve gerektiği zaman seve seve canının fedâsını talep eden “ulusal ahlâk”tır! Mükemmel bir toplumda ulusal ahlâkın gerekleri, o toplumun bireyleri tarafından âdeta düşünmeksizin, vicdani, hissî bir sebeple yapılır.
Aydınlarımız, iş adamlarımız, bilginlerimiz -ulusumuz karşısında- nâmuslu olmalı, onu aldatmamalı, her zaman gerçeği söylemelidir. Halk da ülkeyi ve ulusu en çok seven; aklına, anlayışına, vicdanına en çok güvenilen insanları seçmelidir.
Bir insanın, yaşadıkça mutlu olması için gerekli şey, kendisi için değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmasıdır. Hayatta tam zevk ve mutluluk ancak gelecek kuşakların şerefi, varlığı ve mutluluğu için çalışmakta bulunabilir.
Bir ulusta, özellikle o ulus yöneticilerinin kişisel ihtiras ve tartışmalarının, ulusal ve vatanî görevlerin gerektirdiği yüce duyguların üzerine çıktığı ülkelerde, dağılma ve batma kaçınılmazdır!
D) Bir önemli husus da şudur: Hugo Chavez başka yerlerden, özellikle de Batı dünyasından şablonlar aramamıştır. Kendi topraklarının değerlerini, kendi sentezini sahiplenmiştir. Atatürk de öyle: “Durumu düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan öğüt almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre yürütmek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi birtakım düşünceler belirdi. Oysa hangi bağımsızlık vardır ki, yabancıların öğütleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin. Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir.”
IV) EKONOMİ POLİTİKALARI
A) Mutluluk ve Refah
Chavez’in halk için çizdiği hedef asla “Avrupa ya da Amerikan tarzı bir hayat” değildir. Bu nokta önemlidir. Mutluluğun yalnızca Batı tarzı bir hayatla sağlanacağı dogması tartışılmalıdır. Bu dogma sadece Merkez ülkelerin ve onun beynindeki Derin Merkez’in işine yaramaktadır. Oysa önemli olan, “bütünsel olarak” mutlu olmaktır. Bu yönde bir arayış çevre ülke aydınlarını, tabii Türk aydınlarını da beklemektedir.
B) Karma Ekonomi
Chavez’in ekonomik ilkelerinden biri “piyasa ile toplum” arasında denge kurmak, “pazarın eli” ile “devletin eli”ni bir araya getirmektir. Burada da Atatürkçü ekonomi politikasının bütün canlılığıyla geçerli olduğunu görüyoruz: Karma ekonomi!
İşte bu konuda Atatürk’ün söyledikleri:
Ekonomik faaliyetler bir yandan kişisel çıkarlarla ilgili ise, bir yandan da toplumun ortak çıkarları ile ilgilidir. Devletçilerin haklı olarak belirttiği gibi, özel çıkarlar çok defa toplum çıkarları ile çelişebilir. Serbest rekabetin, zayıfları kuvvetlilerle karşı karşıya bıraktığı için, sakıncaları vardır. Bundan başka bireyler bazı büyük işlerin üstesinden gelemezler. Bu sebeple devlet kimi ekonomik işlerde rol almalıdır. Bunun için de devlet ve bireyin karşılıklı faaliyet alanları belirlenip birbirinden ayrılmalıdır. Böylece ne devlet kişinin gelişmesini engellemeli, ne de kişisel özgürlükler devleti zayıflatmalıdır.
Özetle millî ekonomi özel girişime ve piyasaya dayanırsa da, devlet ve birey birbirinin tamamlayıcısıdır. Hiçbir piyasa başı boş olamaz. Devlet gerektiğinde piyasaya müdahale etmelidir.
Zayıf bir devlet hayatının sonucu, herkesin herkese karşı mücadelesidir.
C) Somut politikalar
Eğer Türkiye Atatürkçü ideolojiyi yeniden canlandırabilirse, Bolivarcı Devrim’in somut politikaları ışığında ekonomik sektörlerde aşağıdaki başarıları sağlayabilir.
• Doğal kaynaklarla ilgili politikalar emperyalizmin müdahalesinden bağımsızlaşacaktır. Krom, bor, petrol gibi kaynaklarımızın işletilmesi ve kullanılmasından sağlanacak gelirler ülke içinde kalacak, bunlarla yeni üretim ve iş alanları açılabilecektir.
• Tarımdaki çöküş eğilimi durdurulacak, tarımsal kalkınma için örgütlenmeye gidilecek, kooperatifler kurulacaktır. Toprak reformu yapılacaktır. Yabancılar değil, kendi insanımız, kendi köylümüz toprak sahibi yapılacaktır.
• Vergiden kaçış alışkanlığı Türkiye’de de çok yaygındır. Bu engelin giderilmesi için, Venezuela’nın “müfettişlik” uygulaması örnek olarak incelenebilir.
• Venezuela’da olduğu gibi Türkiye’de de “sadece en zengin sınıfın ulaşabildiği geniş bir sağlık sektörü” oluşturulmuştur. Yoksul katmanların bu temel ihtiyacının karşılanmasında Venezuela’nın “sosyal misyonerler” uygulaması bir esin kaynağı olarak etüt edilebilir. Eleman temininde bölge ülkeleriyle dayanışmanın sağlayacağı imkânlardan yararlanılabilir. Hıristiyan misyonerlere hayır, sosyal misyonerlere evet!
• Türkiye “Avrupa merkezcilik”ten vazgeçecektir. Bu kopuş elbette Avrupa uygarlığının iyi ve insani değerlerini göz ardı etme anlamına gelmemektedir. Bu kopuş Çirkin Avrupa’yı Güzel Avrupa’dan ayırt etme demektir. Kendi öz değerlerinden, kendi ulusal kültüründen yararlanmak demektir. Bu yöndeki kültürel faaliyetler desteklenecek, Avrupa Merkezci olmayan kuruluşlar teşvik edilecektir.
• Ülkenin kalkınmasında kooperatifçilik önemli bir araç olarak kullanılacaktır.
• Neoliberalizm her yerde aynı şeyi vaad ediyor: “Büyük sermayenin taleplerini yerine getirirseniz, ülkenize yabancı sermaye akar.” Türkiye’de de böyle yaptılar. Dedikleri oldu, akmaya başladı, gittikçe hızlanabilir de. Ancak nasıl oldu? Bunun ağır bir bedeli var. Üzerinde durulmuyor. Tesislerimiz kelepir fiyattan elden çıkıyor. Spekülatif sermayenin Türkiye’den neler götürdüğü hesaba katılmıyor.
SONUÇ
1) Evet şu bir gerçek: Küreselleşmeci liberalizm artık sorgulanıyor. Savunucuları böyle bir değişikliği hiç beklemiyorlardı. Bu kişilerin, ağızlarından düşürmedikleri slogan şuydu: Değişmeyen tek şey değişmedir. Sloganı Küreselleşmeci Neoliberalizm’i savunurken, onu kitlelere mal etmeye çalışırken de kullandılar. Şimdi kendi kanıtlarıyla onlara şöyle diyebiliriz: Eğer değişmeyen tek şey değişme ise, küreselleşmeci-neoliberal düzen de değişecektir, o da gelip geçecektir. Nitekim bugün öyle olmaktadır. Dehşetle yaşamakta oldukları işte budur.
2) Güney Amerika’daki Büyük Dönüşüm’le bu kıtadaki ülkeler emperyalizmden kurtuluşa yönelirken, Asya’da bunun tam tersi gelişmeler görüyoruz: Büyük Canavar, Güney Amerika’ya, “arka bahçe”sine karşı tepkisiz kalırken, küresel egemenliğini Ortadoğu’da, Asya’da genişletme çabası içinde. ABD daha doğrusu Derin-Merkez neden böyle bir yola başvuruyor? Üzerinde kafa yormaya değer.
3) Chavez’in “Kilise yoz düzenin temel direklerinden biridir” tespiti Türkiye için de gerekli değişiklikle geçerlidir: “Türkiye’de Siyasal İslam yoz düzenin temel direklerinden biridir.”
4) Hugo Chavez Emperyalizm canavarının iç ve dış kollarına karşı amansız bir savaş açmıştır. O bununla Simon Bolivar’ın 175 yıl önceki mesajının gereğini yerine getirmiş olmaktadır.
Bugün de Türkiye Atatürk’ün 80 yıl önceki mesajının gereğinin ifasını bekliyor:
“Ey Türk Gençliği!
Birinci görevin, Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyeti’ni, sonsuza değin korumak ve savunmaktır.
Varlığının ve geleceğinin biricik temeli budur. Bu temel senin en değerli hazinendir.
Gelecekte de, seni bu hazineden yoksun bırakmak isteyecek iç ve dış bedhahların olacaktır... [Bu kişiler] dünyada benzeri olmayan bir zaferin sahibi olabilirler. Sevgili vatanın... bütün orduları dağıtılmış ... ülkenin her köşesi... işgal edilmiş olabilir. [Daha da acısı] ülkenin içinde, iktidar sahipleri aymazlık, sapkınlık ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri, kişisel çıkarlarını, istilacıların politik emelleriyle birleştirebilirler. Ulus, yokluk ve yoksulluk içinde harap ve bitkin düşmüş olabilir.
Ey Türk geleceğinin evladı!
İşte bu durum ve koşullar içinde bile görevin, Türk bağımsızlığını ve Cumhuriyeti’ni kurtarmaktır!
Peki, neye bağlı bu?
• Her şeyden önce sadece Emperyalizm’in ve onun içimizdeki uzantılarının işine yarayan sanal demokrasi rejimi yerine, halkın yararına işleyen gerçek demokrasi rejiminin kurulmasına,
• Emperyalizmle işbirliği yapan dahilî bedhahların sindirilmesine,
• ABD ve AB karşısında korkusuz ve dimdik durulmasına,
• Amerikan emperyalizminin, Küreselleşmeci Neoliberalizm’in -Derin Merkez’in dışında- bütün insanlar ve bütün ülkeler için büyük bir felaket olduğunun bıkıp usanmadan anlatılmasına.
Evet, Türkiye Atatürk’ün 80 yıl önce yolladığı mesajın gereğinin yerine getirilmesini bekliyor.
Nerede o…, nerede Türkiye’nin Atatürkçü Chavez’i?...
Prof. Dr. Cihan DURA, 7 Mart 2013