Hem Nalına Hem Mıhına: Biz ve AB
Türk dış politikasının batı cephesindeki Brüksel kesiminde bir zamanlar yaşanmış olan eski hız kaç zamandır yok! Hatırlarım, o süreçte sık sık serzenmişizdir de“…bize haksızlık ediyorlar!” diye.
Bu serzeniş bütünüyle de yanlış değil! Ne ki, şu bize haksızlık eden Avrupa’yı, bugünkü kimliğiyle Avrupa Birliği A.B.’yi bizler ne kadar tanıyoruz?
Bu soruya gereğince ve yeterince “tanıyoruz” denilemez!
Alış veriş için kişisel turistik geziler, son yıllardaki üç beş günlük tercümanlı resmî seyahâtler ya da oralardan televizyon ekranlarımıza yansıyan görüntüler, toplumumuz çoğunluğunun AB’yi tanımasına asla yeterli değildir. Üyesi olmak istediğimiz bu topluluğu tanımak için en azından son beşyüz yıllık Avrupa’nın rahlesi önüne oturmak lâzım!
Çünkü kültürel, ekonomik, politik ve sosyal alanlarda birbirinden çok farklı iki ayrı, uzun geçmişin insanlarıyız. Aramızda –dünden tezi yok- kapatmamız gereken ciddî farklılıklar var. Bu farklılıkarın bir ve tek kaynağı bizde de onlarda da aynı olup, o da eğitim, öğretim ve öğrenimdir! Tarihteki olayların da dürtüsüyle onlar “reinessance”’tan1 başlayarak yüzyıldan yüzyıla gittikçe artan ve yoğunlaşan biçimde eğitile geldiler; hele de aydınlanma çağından2 bu yana. Batı, temelinde, o çağların ürünü olan akılcılık ile ondan türeyen bilim üzerine biçimlendirilip düzenlenmiştir.
Bizim ise bugünkü bilgi toplumu, ileri yüksek teknoloji ve uzay çağında hiç kuşkusuz geleceğimizi belirleyecek olan çok yaşamsal bir sorunumuz var: Az önce yukarıda da değinildiği gibi çağdaş eğitim, öğretim ve öğrenim!
Bu sorunun burada yeterince anlatılamayacak önemi Cumhuriyet’in daha başında kavranmış olduğu içindir ki toplumda evrensel eğitimi sağlayacak “Tevhîd-i Tedrisat”, şu demek ki eğitimin bir ve tek hâle getirilmesini amir yasa çıkartılmıştı (1924).
Ama özelikle 1950’den sonra ne oldu?
Ancak şark kurnazlığına özgü oy avcılığıyla gelmiş geçmiş, istisnasız tüm iktidarların ikbâl ve kalımları için lâikliğin içeriğinden azar azar verdikleri ödünlerle vardık uzay çağında günümüzün Kur’an kurslarına, turban ve tesettürene kadar geldik! Tesettür de ne söz? Ortalıkta insan soyunun Tanrı vergisi güzelliğine yaraşmayan kara çarşaf var, cübbe var! Hem de yürürlükteki “Kılık Kıyafet Kanunu”’na rağmen! Nitekim, 2 Eylül 1925 tarihinde alınan bir kararla, din adamı dışındaki kişilerin cübbe ve sarık giymeleri yasaklanmış, daha sonra 3 Aralık 1934’te din adamlarının, dinî kıyafetlerini (en yüksek din görevlisi dışında) sadece ibâdet yerlerinde giymeleri esâsı getirilmiştir. Ama bir de Fatih/Çarşamba’ya ya da Ankara’da Pursaklar’a bakın Siz, sokaklarda cübbeyle, kara çarşafla dolaşıyorlar. Gerekçeleri de hazır: Rahatmış!
Amacı birey ve toplumu nihayet barışçıl ve mutlu bir yaşam için olgunlaştırmak olan dinin aşırılık ve yobazlığa kaçmadan doğru öğretilip öğrenilmesine hiç kuşkusuz kimse karşı değildir. Ama bu yüce amacı geçmiş yüzyılların “mahalle mektebi”’ne çevirmeden, dini devlet felsefesine dönüştürmeden ve oy aracı turban ile tesettürü de iktidâra egemen siyâsî ideolojinin -tarikatına göre- bej, gri ve lacivert renkli uniforması hâline getirmeden.
Lakin gelin görün ki, tarihin örsünde acı tatlı dövüle dövüle oluşan, üzerine titrenilecek “millî birlik” olgusu varken, din, durup dururken milletin çimentosu haline getiriliverdi. Evet, kültürel ve sosyolojik anlamda olabilir, ama siyasal ve hukuksal anlamda asla! Birinci Dünya Savaşı’nda hilâfetin de temsilcisi Osmanlı’ya karşı İngiliz altınlarının bu çimentoyu sevgili din kardeşlerimiz Arap’lar nezdinde nasıl da un ufak ettiği unutuldu galiba!
Ayrıca, kadına hiç yaraşmayan cendere misâli o ucube turban ile tesettürün de kamu alanlarına sokulması için –bir siyasî partinin varlığını borçlu olduğu- devletle kaç zamandır açıktan açığa inatlaşılıyor. Yetmedi, lâiklik de yeniden tanımlanmalıymış; bu da, ne hikmetse, bir son keramet!
Ancak, parmak hesabına dayanan parlamento matematiği günü gelir şaşar ve o matematiğe güvenenler iktidarın kalımı için akıllı bir iş sandıkları türlü marifetlerinin altında ansızın kalıverirler. Çünkü, lâik Türkiye Cumhuriyeti -firavunların baş kabını çağrıştıran- sıkma baş ve turban ile yerleri süpüren tesettür dayatmasından kimilerinin algılayamayacağı kadar güçlü ve üstündür!
Dahası, dünyada hiçbir çağdaş devletin eğitim ve öğretim politikasında, zâten tabelâdan geçilmez cadde, sokak ve binâların görünümünü bir de üst üste, yan yana kendi devâsa tabelalârıyla kirletip çikinleştiren “dershâne” diye bir eğitim garâbeti yoktur, olamaz! Eğer varsa, devletin eğitim politikası iflâs etmiş, belki de yıllardan beri yavaş yavaş iflâs ettirilmiş demektir. Öyle olduğu içindir ki 87 yaşındaki 72 milyonluk Türkiye Cumhuriyeti’nde kişi başına düşen ortalama eğitim yılı 3,4 iken, 300 milyonluk ABD’de 10, 461 milyonluk AB’de 11, 128 milyonluk Japonya’da 13 yıldır. İşte başkalarında gırta edip de dilimizden düşürmediğimiz oralardaki kalkınmanın gizemi: Paradan önce eğitilmiş insan!
Çünkü ne yapılacaksa, bir ülkenin elindeki insan malzemesi ve onun da kalitesi ile yapılacaktır. Oysa biz, yüzyıllarca ihmal edilmiş köy ve köylüyü yerinde kalkındırarak eğitim ve öğrenim bilincinin tabana yayılmasını sağlayacak Köy Enstitüleri’ni (1936-1940) henüz daha erginleşirken ancak deliye özgü gerekçelerle katlettik (1950-1954). Çok değil, bundan elli yıl ya da birbuçuk kuşak sonra, bugün, insan yaşamı kadar devletlerin de mevcudiyetine artık kesinlikle bilim ve teknoloji egemen! Ama bizde politika elli yıldır gittikçe sağa kaydığı için, bilimsel eğitim yerine hükûmetler adetâ birbirleriyle yarışırcasına imam-hatip kursları (1949), imam-hatip okuları (1951) ve imam-hatip liseleri (1973) açtılar. Atatürk’ün değer biçilemez eğitim ve laik devlet devrimleri yozlaştırılmaya başlandı.
Bu nedenledir ki toplamı 7 milyon olmak üzere erkek nüfûsumuzdan %5,4’ünün, çocuklarımızın ilk eğitmeni “ana”lar demek olan kadın nüfûsumuzdan da %20,1’inin hâlâ daha okuma yazma bilmediği ülkemizde ancak toplumun eğitim kalitesiyle orantılı parlamento ve hükûmetler çıkartıyoruz. Bu yüzden de Türkiye Atatürkten sonra, özellikle de yarım yüzyıldır gereği gibi yönetilmiyor. Hayır! Kötü, çok kötü ve daha da kötüsü partizanca yönetiliyor.
Bunun yan etkileri olarak da, örneğin “…siz öyle kuvvetlisiniz ki isterseniz bu memlekete hilâfeti bile getirebilirsiniz”, ya da aldatılmış gençlerimiz sokaklarda birbirlerini vururlarken “sokaklar yürümekle aşınmaz, bırakın yürüsünler” ve birkaç yıl sonra “anayasa bir kere delinmekle bir şey olmaz”, üstüne üstlük “kanlı mı olacak, kansız mı olacak?, göreceğiz” gibisinden zekâ ışınları saçanlar Türk Silâhlı Kuvvetleri’ni on yılda bir istemeye istemeye duruma el koymak zorunda bıraktılar. Şimdi de kalkmış “27 Mayıs” diyorlar, “12 Eylül” diyorlar. Önce yakın tarihimizin aynasına bi’ baksınlar! Milletin varlığı için devletin kalımı hiç kuşkusuz öncelikli olduğundan, evet!, demokrasi maalesef üç kez askıya alındı. Ama ne çabuk unutuyoruz, egemene geri verildikten sonra işbaşına gelen seçilmişler de ülkenin ekonomisini “karma ekonomi”, “serbest pazar ekonomisi” ve bugün borç ödemek için kârlısı da özelleştirmenin satış yağmasına dâhil edilmiş, ne idüğü belirsiz “liberal ekonomi” arasında tecrübe tahtasına çevirdiler. Milletin, vatandaşın ödeyeceği borçla barajlar ve yollar kıralı olundu, partiler için arpalıklar yaratıldı, köşe başlarında bankerler türedi, kandırılmış geçlerimiz sokaklarda birbirlerini vururlar ve bir cumhurbaşkanı seçimi için bilmem kaç tur yapılırken ülke ve vatandaş söğürüldü de söğürüldü. Bu mudur ağızlarından eksik etmedikleri demokrasi ve vatanseverlik?!
Bütün bunlar herkesin gözleri önündeki dünya sahnesinde oldu ve oluyor. Dolayısıyla, son kırkbeş yıldır AB toplumlarının büyük çoğunluğu bizi ancak fabrikalarındaki pazı gücü, cadde ve sokakları ile pazar yerlerindeki takkeli, tesettürlü, turbanlı gericiler olarak biliyor. Gelmiş geçmiş Ankara hükûmetleri de şimdiye dek kendileriyle gereğince ve yeterince meşgul olmadıklarından, dokuları farklı iki ayrı kültür nedeniyle uyum sağlayamadıkları toplum karşısında çekilip sığındıkları, daha çok Türk’lerle meskûn getovâri yerlerdeki görünümümüz de aynı! Üstüne üstlük bilmem hangi büyük Avrupa kentinde ardı ardına töre cinayetleri de olmuyor mu? Dış basına da başlık olmuş geçirdiğimiz şiddetli ekonomik ve siyasî çalkantılarımızı da bunlara ekleyin; alın size yurt dışındaki fotoğrafımız! Bunlardan her biri Türkiye’nin görünümü üzerinde istenildiği gibi oynamaya yeter de artar bile! Öyle de oluyor ve oynanıyor da!
İçerideki ve dışarıdaki insan manzalarımızla batıya yanlış yansıyan Türk toplumunun oradaki görünümünde geçmiş yüzyıllarımızın genellikle bilerek çarpıtılmış çizgileri de var. Aynı, bir düşünceyi anlatan birkaç tümce bütününden kopartılmış bir tümcenin o düşünceyi yanlış yansıtması gibi! Bu çarpıtılmış görünümümüz ile yanlış tanınmaklığımız, eğitim ve öğretimdeki kesin üstünlüklerine rağmen, hatta aydın olmak niteliğine erişmiş kimi çevrelerde bile böyle – nerede kaldı ki AB ülkelerinin orta ve daha alt düzeydeki büyük çoğunluğu!
Avrupa, bugünkü adıyla AB, gerek nazik iç ve kıtasal barışı korumak gerek de hâlen küreselleşme ve liberalleşme (erkinleşme) adı altında yürütülen eski sömürgecilikle sağlanmış gönenci sürdürebilmek için, yeğlediği kendi Hristiyan kültür çevresi içinde öncelikle kendisine dönüktür, yoğun kendisiyle meşgul olur. Meğerki barış ile çıkarlar arasında gözettiği denge hesapları bir başka yerde bir başkası yüzünden beklenmedik tehlikeye düşsün, ya da bir başkasıyla ansızın çıkarı peydahlansın.
Devletlerin yapısında bulunan bu doğal bencillik, diplomasinin içerik ve gereğinden olan dostluk retorikinin değil, yalnızca çıkarların belirledikleri, onların buyruk ve doğrultusundaki siyasada doğaldır. Ama bir de madalyonun öbür yüzüne bakalım. O zaman da toplulumuzun büyük çoğunluğuyla bizim de onları –ülkemizdeki kısa yaz konuklukları dışında- uyarınca tanımadığımız görülecektir. Dışarıdaki yanlış tanınmamızda ise biz de tamamen suçsuz değiliz. Çünkü asıl ilgilenmemiz gerekli geniş kitlelerde kalıcı olan uzun soluklu halktan halka iletişim ve tanıtım etkinliğinde beceriksiz ve yetersiziz.
Bu böyle olduğu içindir ki oralardaki insanlar, 11 yüzyıldan itibaren Türk mutasavvıflarıyla humanistleşmiş Anadolu’nun aşırılıktan uzak temiz yürekli dindarlığı ile iktidarın inancı siyaset yolunda kullanma eğilimini birbirine karıştırıyor ve soruyorlar: “Acaba İslâm’ı, girmek istedikleri AB’de mevcut insan ve kadın hakları kadar faiz de içeren serbest sosyal piyasa ekonomisi ile de bağdaştırabilecekler mi?” Ya da şu soru: “Eğer petrolleri olmasaydı, İslâm dünyasında hangi Arap ülkesi üstelik de aşırı tutucu din ve şeriat yolundan zenginleşip kalkınabilirdi?” Gayet tabiî ki hiçbiri!
Türkiye’nin AB’ye üyeliği konusunda kendi mantıkları açısından haklı olabilecekleri bâzı kaygıları var. Sanki 1 Ocak 2007’de birliğe katılmış Bulgaristan ve Romanya Türkiye’den daha da hazırlarmış gibi, ülkemizin henüz üyeliğe hazır olmadığını ileri sürüyor, son genişleme yüzünden malî ve yapısal güçlüklerle karşılaşan AB’nin büyük ve nüfûsu çok Türkiye’yi hazmedemiyeceğini söylüyorlar. Ama aşamalardan oluşan ve çeşitli konu dosyalarını içeren müzâkerelerin devâmı Türkiye’nin otomatikman AB’ye girmesi anlamına gelmiyor. Esâsen böyle otomatik bir üyelik mekanizması da yok! Eğer müzâkere süreci başarıyla tamamlanırsa, istediğimiz tam üyelik uzun yıllara bağlı olduğu gibi ucu açık bu süreç de nihayet üye ülkelerin tek tek oylamalarına tâbî! Komisyon Başkanı Barosso da bunu çeşitli vesilelerle tekrarlamıştı. O hâlde, Avrupa’da Türkiye’nin üyeliği üzerinde kopartılan kıyamet neden? AB üyeliğinin kendileri tarafından konulmuş son derece katı ilke ve yöntemlerini bilmiyorlar mı? Hele o zaman bir gelsin, belki daha da önce, acaba biz artık isteyecek miyiz? Ola ki hattâ şimdiden!
AB üyesi ülkelerden bazılarındaki politikacılar iktidar ve ikbâl endişesiyle kendi kamu oylarına Türkiye’yi öcü gibi göstermeye devam ededursunlar, asıl sorun ne şu ne de bu olup, aslında tarihin derinliklerinde yatmaktadır: Din ve kültür!
Bizans uyruğu olarak başlıca Hristiyan Ortodoks Rum ve Hristiyan Gregoryan Ermeni’lerin yaşadıkları Anadolu topraklarını Sasânî ve Arap orduları yıllarca çiğneyip ören yerine çevirmişlerdi. Selçuklu ailesi yönetimindeki Oğuz Türkleri bu harâb ve boşalmış ülkeyi 11. yy’dan itibâren büyük gayret ve fedakârlıklarla bayındır yeni Türk yurdu yapmaya başladılar.
O tarihten beri konu, Grek-Roma-Yahudi kültüründen gelmekle övünen Avrupa’nın kesinlikle o kültürün devâmı ve temsilcisi olarak gördüğü, aileye göndermeyle Selçuklu ve Osmanlı denilen, bize Anadolu’yu yurt tutmuş en yakın atamız Oğuz Türkleri’nin Fatih Sultan Mehmed’le tarihe gömdükleri, Roma’dan sonra Hristiyanlığın göz bebeği yalnızca Bizanz değil ve fakat Hristiyan Avrupa’nın jeo-politik konuşta karşı yanına düşen Müslüman Türk’ler, dolayısıyla da İslam’lık sorunudur – hele bir de İslâm bizim dışımızda başkaları tarafından terörle kirletilince!
Oysa hânedanların, hükümdarların, prenslerin, soyluların, katolik, protestan ve ortodoks kiliselerinin uzun yıllar birbirlerine düştükleri Avrupa’da Avrupalılık bilincini uyandıran Türk’lerin oralardaki fetihleri, yani bizzat Türk’lerin kendileri olmuş, ikinci Viyana muhasarasından sonra onbeş yıl süren “Türk savaşları” (1683-1699) kadar bu savaşların etkisiyle İslam ve Türk’e karşı kilisenin önderliğinde kurulan “Kutsal Lig” de Avrupa’yı ilk kez bir araya getirmiştir.
Avrupa toplumlarında İslâm’a ilişkin kemikleşmiş, terörün de körüklediği yanlış anlayışın aşılmasına yardımca olmamız ve bu amaçla biz laik Türkiye Cumhuriyeti Türkleri’nin erkin İslâm anlayışını onlara ısrar ve sebâtla anlatmalı ve da anlatabilmeliyiz – tabiî anlamak isterlerse. İstemiyorlarsa, bırakın artık ne hâlleri varsa görsünler! Bakın o zaman nasıl da Türkiye’ye yaklaşırlar...
Katolik Latin batı ve Ortodoks doğu kiliselerinin Anadolu ve Istanbul’u alışımızdan beri yüzyıllardır Türk’e karşı şartlandırdıkları kafaları aydınlatmak elbette kolay olmayacaktır. AB’ye giden yol üzerindeki asıl sorunumuz da budur işte! Hristiyan toprağına giren Sultan Alp Arslan’ı, yıkıldıktan sonra göz bebekleri mesabesine yükselttikleri köhne Bizans’ı tarihe gömüp Istanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet’i ve kendilerini Anadolu’dan defeden Mustafa Kemâl’i ne yaparsanız yapın unutamıyor, bir türlü içlerine sindiremiyorlar!
Damadı tanımayan, yanlış tanıyan ya da tanımaya hiç niyeti olmayıp da onu yalnızca hizmetinde kullanmak isteyen, üstelik de –haydi düşmanlık demeyelim ama- 15. yy’dan beri koyu bir Türk aleyhtarlığı sinmiş bir aileye iç güvesi girilmez! Meğer ki Avrupa’da Türkiye’yi sorunlarla dolu iç politikalarına âlet etmek kolaylık ve ucuzluğuna kapılmış olan şimdilerde Sarkozy ve Merkel ile benzerleri gibi tutucu siyâsîler bu vahim yanlışlarını düzeltilsinler ve eşitler arasında da gerçekten eşit olunsun! “In varietate concordia”3 ya da “Liberté, Égalité, Fraternité” 4 diyenler kendileri değil mi?
***
1 “Reinessance = yeniden doğuş, uyanış”. İnsan denilen varlığın bilincine varılarak, onun, dinsel dogma, boş inanç ve inanışlar ötesinde yeniden ele alınıp bilimsel olarak incelenmesi ve evrende olduğu kadar sanat dünyasında da lâyık olduğu yere oturtulması sürecidir. İtalya’da 14. yy sonunda başlayıp Avrupa’da 16. yüzyıl sonuna kadar sürmüştür.
2 Akla öncelik tanıyan düşünce sistemi sayesinde 18. yy Avrupa’sında bilim ve felsefede büyük gelişmelerin kaydedildiği çağ.
3 Çeşitlilikte birlik
4 Özgürlük, eşitlik, kardeşlik.
E. Fuat TEKÇE, 21 Ağustos 2010 - Güncel Meydan