HEY MİLLİYETÇİ!
Dünya genelinde bir ‘milliyetçilik’ akımının yükselmekte olduğu dillendiriliyor.
Bütün dillerde milliyetçilik ‘nationalisme’ terimi ile dillendiriliyor ki, sözcük olarak ‘doğmak’, ‘ırk’, ‘soy’ anlamına geliyor ve daha XIInci yüzyılda ortaya çıkıyor.
Sözcüğün ortaya çıkış tarihine bakarak ‘milliyetçilik’i daha o günlere değin götürmek mümkün müdür?
Kuşkusuz değil.
Ona bakılırsa Türkçedeki ‘Ulus’ sözcüğünü de Moğollara ve XIII-XIVncü yüzyıllara götürüp bağlamak mümkün olabilirdi.
Oysa, başlangıçta ‘nationalisme’ ile anlatılmak istenen Halk (Peuple) değil Kralın, Prens’in, Kontun, Dük’ün ya da Bey’in arkasındaki Güç (Kuvvet) yani (Peuplade) idi.
Yani silahlı ya da silahsız gücün toplamı olan insan kümesi.
Osmanlı buna ‘tebaa’ diyordu yani Bey ya da Padişah’a bağlı olan insanlar.
Fransızcası ile ‘peuplade’dan ‘peuple’e geçiş ise XIXncu yüzyılın sonlarından XXnci yüzyılın başına denk geliyor.
Fransızların ünlü tarihçisi Jules Michlet’nin Peuple (Millet/Ulus) başlıklı kitapçığının yayım tarihi 1856 olup sadece bir ‘deneme’dir.
Fransızların ikinci ünlü düşünürü Ernest Renan’ın 1887’de kısaca Nation (Qu’est-ce qu’une nation?) diye tanımlamaya çalıştığı Ulus/Millet kavramı ise Osmanlı’nın son dönem aydınlarının başvurduğu temel kavram olmuştur.
Hatta Cumhuriyet dönemi aydınlarının 1950’lere değin başvurdukları temel kaynak da Renan’ın çalışması olmuştur denilebilir.
Mably’nin hep yinelediğim ‘Fransa size ait değildir, asıl siz Fransa’ya aitsiniz’ sözünü Türkiye’ye uyarlayacak olursak, kendilerini Türkiye’ye ait hisseden herkes bu tanımın içine girer.
Girer girmesine de Peuple (Ulus/Millet) olarak mı yoksa yüzyıllar öncesinin Peuplade yani bir Bey’e, bir siyasal parti ya da dinsel tarikat Lider’ine üye, taraftar, sempatizan olarak mı girer?
İşte tam da bu noktadan sonra, örneğin Türkiye’de Türkçülük, Milliyetçilik, Atatürkçülük, Ulusalcılık gibi ayırımlar yapılmaya başlanması şöyle dursun, kim daha çok Türkçü, Milliyetçi, Atatürkçü, Dinci, Maneviyatçı vb anlamsız ayırımlar yapılmaya başlar.
Öte yandan kendilerine ‘bilim’ kılıfı giydirilen ‘seçmen profili’, ‘seçmen psikolojisi’, ‘seçmen tipolojisi’, ‘tercih ve eğilimler’ gibi akıl almaz ıvır-zıvır ‘bilim dalları’ veya ‘disiplinleri’ falan türer.
Tam da bu nedenle her ‘bilim dalı’nın, her ‘düşünce kuruluşu’nun, her ‘anket şirketi’nin kendine özgü bir Türkçü, Atatürkçü, Milliyetçi, Ulusalcı, Maneviyatçı tanımı ortaya çıkmaktadır.
Ki artık bireyin kendi algı, niyet, istek veya tercihine göre bir tanım geliştirmesi ve bu ‘sabit fikir’den kesinlikle ödün vermemesi sözkonusu olmaktadır.
Bu hercümerç, bu kakafoni, bu kafa karışıklığı ve sonuçta bu ‘aymazlık’, bu ‘körlük’ ve ‘at gözlüğü’ takılmış olmak ortamından çok açıktır ki net, berrak, ussal ve dolayısıyla davranışı temelledirebilecek bir ‘tanım’ çıkması zorlaşmaktadır.
Bilinen benzetmeyle, gözleri bağlı bir insanın filin hortumunu tutarak bu onun olsa olsa kuyruğudur demesi gibi bir ‘teşhis ve tanım’a ulaşması ya da gerçeklikten uzaklaşması sağlanmış olmaktadır.
Başa dönüp Milliyetçilik akımlarının yükselmekte olduğu savına yakından bakılırsa, ‘Milliyetçilik’ nedir sorusunun ardından ‘Hangi Milliyetçilik’ diye sormak gerekecektir.
Dr Recep’in milliyetçiliği mi, Bahçeli’nin milliyetçiliği mi, Akşener’in milliyetçiliği mi, Özdağ’ın milliyetçiliği mi, Oğan’ın, İnce’nin, Kalın’ın milliyetçiliği mi diye sorulabilecektir.
Yoksa bütün bunların ‘seçmen avlamak’ için ortaya attıkları ‘oltadaki yem’ midir sözkonusu olan?
Oysa Türkiye özelinde Devlet’in, Bağımsızlık’ın, Cumhuriyet’in, Millet’in varoluş harcında Türkiye Cumhuriyet’inin kurtuluş mücadelesinin en başat gücü, şimdilerde ileri geri kullanılan Kuvâ-i Milliye olmuştu.
Türkçesiyle Millî ya da Ulusal Kuvvetler.
Bu kuvvetler, hem silahlı ve silahsız insanların somut yani maddi ‘güç’ ya da ‘kuvvet’leri ve hem de onların ‘maneviyat’, ‘ruh hali’, ‘inanmışlık’, ‘azim’ ve ‘kararlılık’ gibi soyut güçlerinin bileşiminden oluşmakta idi.
Ancak bütün bu kuvvetleri sembolize eden, liderliğini yapan ve başarıya ulaştıran Mustafa Kemal Atatürk’ü milliyetçilik anlayışının hem temeline ve hem de zirvesine koymayan hiçbir parti, dernek ya da liderin ‘Milliyetçi’ olduğunu ileri sürmesinin olanak ve olasılığı yoktur.
Ayrı ayrı her biri bir yana, ama On Kasım’lara katılmayan, Anıtkabir’e uğramayan, ulusal bayramları kutlamayan ama yirmi yıldır Devlet’in başına çöreklenen ve adını anmaktan utandığım Recep Tayip Erdoğan’a doğrudan destek veren ya da bilerek ya da bilmeyerek onun lehine çalışan her kim var ise, ne ‘Milliyetçi’ olduğunu ileri sürebilir ve ne de kendi nazarımda zerre-i miskal kadar değeri vardır.
O’nun Samsun’a çıkışının yüzdördüncü yıldönümü tüm gerçek ‘Atatürkçü’ ve onun doğal uzantısı olan gerçek ‘milliyetçi’lere kutlu olsun diyorum.