Türkiye Cumhuriyeti 3 Mart 1924 'te hilafeti kaldırdı ve son halife sürgüne gönderildi. Peki bugün yeniden başlayan tartışmalar neden?
İşte Murat Bardakçı'dan çarpıcı bir araştırma:
Hilafeti kaldıran Türkiye son Halife Abdülmecid'i 83 yıl önce bugün sürgüne gönderdi.
HİLAFET, CUMHURİYET'TE
Büyük Millet Meclisi'nin hilafeti kaldıran 3 Mart 1924 tarihli kanununda hilafetin varlığı konusunda geçen bir cümle akılları karıştırıyor. Bu maddede, "Hilafetin Cumhuriyet'e ait olduğu, sadece halifeliğin" kaldırıldığı geçiyor.
HİLAFETİ KİM İLAN EDER?
Günün birinde bir Cumhuriyet büyüğü kanundaki bu cümleye dayanarak kalkıp ortaya çıksa ve "Hilafet hiç gitmedi, hep bizdeydi" dese ve sonra da halifeliğini ilan etse, seyreyleyin şenliği!
Hilâfet acaba hâlâ Türkiye'de mi?
Büyük Millet Meclisi, 1924'ün 3 Mart günü hilâfeti kaldırmış ve son Halife Abdülmecid Efendi tam 83 yıl önce bugün, sürgüne gönderilmişti. Ama sözkonusu kanunun ilk maddesinde Halife'nin azledildiğinin söylenmesinden hemen sonra bir başka ifade geliyor, "Hükümetin ve cumhuriyetin anlamı ile kavramı aslında hilâfeti de içermektedir" deniyordu. Maddenin bu şekilde kaleme alınmış olması zihinlerde "Halife gitti ama hilâfet hâlâ bizde mi?" şeklinde sorular yaratıyor ve "Acaba gelecekteki bir ihtimale, meselâ Türkiye'nin İslam dünyasının lideri olması şeklindeki bir gelişmeye açık kapı bırakılmasına mı çalışılmıştı?" gibisinden soruları hatıra getiriyor.
Bundan tam 83 yıl önce bugün hem Türk, hem İslam tarihinin en önemli gelişmelerinden biri yaşanıyor ve İslam dünyasının son halifesi, Türk topraklarını bir daha dönmemek üzere terkedip sürgüne gidiyordu. Hilâfet, Büyük Millet Meclisi'nin 1924'ün 3 Mart günü kabul ettiği bir kanunla kaldırılmıştı. Ama, kanunun ilk maddesinde Halife'nin azledildiğinin söylenmesinden hemen sonra bir başka ifade geliyor, "Hükümetin ve cumhuriyetin anlamı ile kavramı hilâfeti de aslında içermektedir" deniyordu. Maddenin kaleme alınış biçimi zihinlerde "Halife gitti ama hilâfet acaba hâlâ bizde mi?" şeklinde soruların doğmasına imkân verecek mahiyetteydi. Bu yazı dizisinde bu konunun yanısıra İslam dünyasında sonraki senelerde yaşanan hilâfet mücadelelerinden bazılarını okuyacak ve son halife Abdülmecid Efendi'nin sürgün sonrası hüzünlü hayatından enstantaneler göreceksiniz.
Sirkeci'den hareket edip Avrupa'nın içlerine doğru yolalan Simplon Ekspresi'ne, 1924'ün 4 Mart günü öğleden sonra Çatalca İstasyonu'ndan bir grup yolcu bindirildi. Yolcular dönüşü olmayan bir kadere doğru sürüklenirlerken, trenle beraber İslamiyet'in 1300 küsur senelik bir geleneği de, tarihin derinliklerine gidiyordu. Yolcular, Osmanoğulları'nın ve İslam dünyasının son halifesi olan Abdülmecid Efendi ile ailesinden ve ailenin bazı sadık adamlarından ibaretti. Ankara'daki Büyük Millet Meclisi bir gün önce kabul ettiği 431 sayılı kanunla hilâfeti kaldırmış, Osmanlı Hanedanı'nın mensuplarını "Türkiye topraklarında yaşamaktan ebediyyen mahrum" bırakmış, yani sınırdışı edilmelerine karar vermiş, sürgün listesinin ilk sırasına hanedanın en yaşlı erkek mensubu olan Abdülmecid Efendi yazılmış ve hemen ertesi günü ailesiyle beraber Türkiye'den çıkartılmıştı. Türkiye'de o tarihten on gün sonra, Osmanoğulları'ndan tek bir kişi bile kalmayacak, hanedanın bütün mensupları trenle yahut vapurla sınırdışı edileceklerdi. Meclis'in 3 Mart 1924 günü kabul ettiği bu kanun, üzerinden 83 yıl geçmiş olmasına rağmen, bazı çevrelerde hâlâ tartışılıyor. Tartışmanın detaylarına girmeden önce, hilâfetin son senelerinde, Birinci Dünya Savaşı sonrasından 1924'e kadar geçen dönemde hilâfet çerçevesinde nelerin olup bittiğini kısaca hatırlayalım:
HİLÂFET YARAMADI
Osmanlı hükümdarları, halife unvanını sembolik olarak 14. yüzyıldan, Birinci Murad zamanından itibaren kullanmışlar ama bu unvandan siyasi bir güç elde etmeyi pek düşünmemişlerdi. Hilâfetin, özellikle İkinci Abdülhamid'den sonra, değişik milletlere mensup Müslüman teb'a üzerinde otorite vasıtası olarak kullanılabileceği hatıra gelmişti. Abdülhamid, Arnavutluk ve Yemen gibi Müslüman bölgelerde çıkan isyanların bastırılması sırasında "Halife" unvanından faydalanmayı deneyecek ama hilâfetten asıl medet, Birinci Dünya Savaşı'na girdiğimiz sırada ilân ettiğimiz cihad sırasında umulacaktı. Zamanın hükümdarı Sultan Reşad'ın 1914'ün 14 Kasım günü ilân edeceği cihada Mekke
Emiri Şerif Hüseyin, daha sonra kıt'a Arabistan'ında Osmanlı'ya karşı isyan ederek karşılık verecek, yani hilâfet ve cihad kavramlarına bağladığımız bütün ümidler boşa çıkacaktı. Derken, Birinci Dünya Savaşı sonrasının büyük bozgunu ve ardından da İstiklâl Harbi yılları geldi. Büyük Millet Meclisi 1922'nin 1 Kasım'ında saltanatı kaldırdı ama hilâfete dokunmadı. Meclis, Sultan Vahideddin'in 17 Kasım sabahı Türkiye'yi terketmesinin hemen ertesi günü hilâfeti Sultan Vahideddin'den alarak hanedanın Türkiye'deki en yaşlı erkeği olan Abdülmecid Efendi'ye verdi. Ankara'da artık milletin meclisi, İstanbul'da da bir İslâm halifesi vardı. İki taraf arasında çekişme olması zaten kaçınılmazdı ve her hareketi ile ilgili olarak Ankara'nın talimat üstüne talimat gönderdiği Halife Abdülmecid Efendi'nin bu talimatlara uymaması yüzünden sık sık gerginlikler yaşandı. Halife'nin saltanat günlerini andıran cuma selâmlıklarına çıkması, ödeneğinin arttırılmasını talep etmesi, askeri kesimin ve Meclis'in içinde Halife yanlısı bir grubun doğması ve daha da önemlisi "hilâfetin mi yoksa Meclis'in mi daha yüksek bir konumda olduğunun" tartışılmaya başlanması gibi hadiseler, halifeliğin sonunu getirecekti. Hilâfetin tarihe mâlolmasının ateşleyiciliğini, İstanbul gazetelerinin yayınladığı bir mektup yaptı.
İstanbul basınında ve kamuoyunda, 1923'un son haftalarında, hilâfetin geleceği konusunda bir tartışma çıktı ve Hind Müslümanları'nın lideri olduklarını iddia eden iki kişinin, Ağa Han ile Emir Ali'nin Aralık ayında Başvekil İsmet Paşa'ya gönderdikleri bir mektup daha başvekilin eline geçmeden, 5 Aralık günü Tanin ve İkdam, ertesi gün de Tevhid-i Efkâr gazetelerinde yayındı.
TARTIŞILDI VE KALDIRILDI
Mektupta hilâfetin kaldırılmasının İslâm âleminde nifak yaratabileceği ve Halife'nin gücünün Papa'nın gücünden az olmaması gerektiği söyleniyor ve Ankara'ya "hilâfetin kaldırılması değil, güçlendirilmesi" tavsiye ediliyordu. Ankara'ya göre mektup Türkiye'nin içişlerine müdahale ve yazıldığı kişinin, yani İsmet Paşa'nın eline geçmeden gazetelerde çıkması ise provokasyondu. Hayatını İngiliz desteğiyle ve refah içerisinde geçiren Ağa Han ile Sünni dünyasının dini liderliği kabul edilen hilâfetin bir alâkası yoktu; zira İsmaili mezhebinin lideri olan Ağa Han zaten Sünni değildi. Birinci Dünya Savaşı'nın hemen başlangıcında, Sultan Reşad'ın meşhur cihad fetvasına bile tepki göstermiş, fetvanın gayrımeşru olduğunu iddia edip hakaret dolu beyanlarda bulunmuş, "Hindliler'in Osmanlı'ya değil İngiltere'ye bağlı kalması gerektiğini" söylemişti.
Mektubu yayınlayan gazeteciler İstiklâl Mahkemesi'ne verildiler ve hem basında hem siyasi çevrelerde eskisinden yoğun bir hilâfet tartışması başladı. Hilâfet, işte bütün bu tartışmalardan sonra 1924'ün 3 Mart'ında kaldırılacak ve son Halife ile beraber Osmanlı Hanedanı'nın bütün mensupları Türkiye'den sınırdışı edileceklerdi.
Yavuz Selim'in halifeliği sadece bir efsanedir
Okullarımızda, hilâfetin Türkiye'ye Yavuz Sultan Selim tarafından ve Mısır'ın 1517'deki fethi ile getirildiği öğretilir. Yavuz, guya, Mısır'a hâkim olan Memluk Devleti'nin himayesi altında bulunan son Abbasi Halifesi Üçüncü Mütevekkil Alellah'ı fetihten sonra İstanbul'a göndermiş ve Halife, hilâfet kılıcını Ayasofya Camii'nde padişahın beline bağlayarak halifeliği Osmanlı hükümdarına devretmiştir. Ama, Yavuz Selim zamanında kaleme alınmış olan tarih kitaplarında bu olaydan tek bir kelime ile olsun, bahsedilmez. Sözkonusu rivayeti ortaya ilk defa atan kişi, asırlar sonra yaşamış olan ve İstanbul'daki İsveç sefaretinin baştercümanlığın yapan Mouradgea d'Ohsson'dur. d'Ohsson, 1788'de yayınlanan "Tableau General de l'Empire Ottoman" isimli eserinde "halk arasında böyle bir söylentinin vârolduğundan" bahsedecek ve yazdıkları sonraları efsane haline gelecektir.
Birisi kalkıp da halifeliğini ilân ederse seyreyleyin gümbürtüyü
Meclis'in 3 Mart 1924'te çıkarttığı "Hilâfetin ilgasına ve Osmanlı Hanedanı'nın Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışına çıkartılmasına dair kanun"un ilk maddesinde "Halife, hal' edilmiştir. Hilâfet, hükümet ve cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilâfet makamı mülgadır" yazılı.
Cümle, günümüzün Türkçesi ile, şöyle: "Halife görevinden alınmış, tahtından indirilmiştir. Hükümetin ve cumhuriyetin anlamı ile kavramı hilâfeti de aslında içerdiği için, hilâfetin makamı kaldırılmıştır" İşin tuhaflığı, işte burada: Kanunun adında "hilâfetin ilgasından" sözedilirken metninde "hilâfet"in değil, "hilâfet makamı"nın yani "halifeliğin" kaldırıldığı söyleniyor ve "Hem hükümetin, hem de cumhuriyetin anlamında hilâfet zaten vardır" deniyor.
Madde niçin bu şekilde kaleme alınmıştı ve açıkça "hilâfet kaldırılmıştır" denmemişti, bilmiyoruz. Ama, bazı ihtimaller üzerinde durabiliriz: n Madde, "Cumhuriyet aslında hilâfeti de içerir, dolayısıyla ayrı bir hilâfet makamına ihtiyaç yoktur" düşüncesinden hareketle kaleme alınmış olabilirdi. n Belki de o dönemin şartları içerisinde ölçülü bir ifade kullanılmış, gelecekteki bir ihtimale, meselâ Türkiye'nin İslam dünyasının lideri olması şeklindeki bir gelişmeye açık kapı bırakılmıştı. Bu ihtimaller daha da çoğaltılabilir ama konunun önemli olan tarafı, hilâfetin kaldırılması kanununun ilk maddesinde "Hükümetin ve cumhuriyetin anlamı ile kavramı, aslında hilâfeti de içermektedir" denmesi...
Günün birinde bir hükümet yahut cumhuriyet büyüğü kalkıp da "Hilâfet hiç gitmedi ki, zaten bizdeydi" deyip halifeliğini ilân etmeye kalkarsa, siz işte o zaman seyredin şenliği!..
Murat Bardakçı/Sabah