Hilafetin Kaldırılması
TBMM, 3 Mart 1924 günü Urfa Milletvekili Şeyh Saffet Efendi ve elli arkadaşının verdiği; Hilafeti kaldırılması ve Osmanlı soyundan olanların yurt dışına çıkarılması hakkındaki önergeyi kabul ederek yasalaştırdı. Hilafetin kaldırılması, devlet ve toplum yapısında yer etmiş, din inancıyla ilişkili, dört yüz yıllık bir kurumun ortadan kaldırılmasıydı. Atatürk yeniliğin öncüsü olarak, güçlü ve duruma hakim görünüyordu. Halkın desteğine sahip Cumhurbaşkanı, köylere dek örgütlenen Halk Fırkası’nın Genel Başkanıydı. Ordu başta olmak üzere devlet birimleri ona bağlıydı. Yönetim gücü elindeydi, bu gücü dilediği zaman harekete geçirebilirdi. Ancak, konu Halifeliğin kaldırılması olduğunda, nelerle karşılaşılacağı, görünürdeki iktidar gücünün ne kadar işe yarayacağı ve toplumu yönlendirecek gerçek iktidar gücünün kimde olduğu, belirsizleşmeye başlıyordu.
Çekinceli Girişim
Saltanat kaldırılarak Cumhuriyet ilan edilmiş, yönetim biçimini netleştirecek ana sorun, Hilafet sorunu, gündeme gelmişti. Devlet işleyişini din kurallarından ayırmayı amaçlayan yönetim anlayışı için, gerekli adım atılmalı ve Hilafet Kurumu ortadan kaldırılmalıydı. Amacın gerekli kıldığı böyle bir girişim, Vahdettin’in kaçışıyla başlayan siyasi gerilimi arttıracak, Türkiye’yi yeni bir yol ayrımına getirecekti.
Yenilikçilik–tutuculuk saflaşması, çatışma eğilimi yüksek, uzlaşması olanaksız karşıtlıklar haline gelmişti. Türkiye’nin geleceğine yön vermek isteyen insanlar, ikiye bölünerek belirleyici saydıkları son çatışmaya hazırlanıyordu. Çatışmanın odağı Hilafetin korunması ya da kaldırılması’ydı.
Hilafetin kaldırılması, devlet ve toplum yapısında yer etmiş, din inancıyla ilişkili, dört yüz yıllık bir kurumun ortadan kaldırılmasıydı. Atatürk yeniliğin öncüsü olarak, güçlü ve duruma hakim görünüyordu. Halkın desteğine sahip Cumhurbaşkanı, köylere dek örgütlenen Halk Fırkası’nın Genel Başkanıydı. Ordu başta olmak üzere devlet birimleri ona bağlıydı. Yönetim gücü elindeydi, bu gücü dilediği zaman harekete geçirebilirdi.
Ancak, konu Halifeliğin kaldırılması olduğunda, nelerle karşılaşılacağı, görünürdeki iktidar gücünün ne kadar işe yarayacağı ve toplumu yönlendirecek gerçek iktidar gücünün kimde olduğu, belirsizleşmeye başlıyordu.
Bilinmezlikler
Umulandan daha güçlü bir dirençle karşılaşan ve henüz birkaç aylık olan Cumhuriyet, sürmekte olan ve şiddetini arttıracağı açıkça görülen çok yönlü saldırıya dayanabilecek miydi? Kurtuluş Savaşı gazisi olan ve askerlik görevlerini sürdüren karşıtçı (muhalif) komutanların, Ordu’yu etkileme gücü var mıydı, varsa ne kadardı? İstanbul basınının aykırı yayınları ne kadar insana ulaşıyor, onları nasıl etkiliyordu? Saray artıklarının, ayrıcalıklarını yitiren işbirlikçilerin ve tarikatçı yapıların gerçek gücü neydi?
Halifeliğin kaldırılması söz konusu olduğunda sorular artıyor, yanıtlar güçleşiyordu. Ancak, açıkça görülen somut gerçek; sorular arkasında, eyleme geçildiğinde hareket geçecek gizil (potansiyel) bir tehlikenin varlığıydı. Dinin siyasi ve ekonomik çıkar için ustaca kullanıldığı eğitimsiz bir toplumda, yüzlerce yılın alışkanlıklarıyla beslenen tutucu ve örgütlü bir güçle hesaplaşılacaktı. Üstelik, bu hesaplaşmanın uluslararası bir boyutu vardı.
Sinsi Yaymaca
Ülke düzeyinde sürdürülen etkili yaymaca (propaganda); Mustafa Kemal’in “Halife’yi sürerek İslam’ı yıkacağını”, yerini sağlamlaştırdığında “birçok Müslümanı asacağını” ve Ankara’daki yöneticilerin “tiksinti uyandıran (menfur) dinsizler” olduğu yönündeydi. 1
Yaymaca, birbirine eklenen dedikodular halinde, dükkanlara, pazar yerlerine yayılıyor; “karikatürler ve broşürlerle” okullara dek giriyordu. 2 Köy ve kasabaları dolaşan kimi “hocalar”; ibadet yerlerini, tarikat örgütlerini ya da evleri dolaşıyor, doğrudan onu hedef alan ve halkı hükümete karşı kışkırtan konuşmalar yapıyordu.
Dini söylemler içine gizlenerek hakkında söylenenler, halk üzerindeki etkisini kırmaya yönelikti ve bunu başarmak için ustalıkla seçilmiş sözler kullanılıyordu: “Şeriata karşıydı, kutsal kavramlara dil uzatıyordu. Kadınları peçelerini çıkarmaya zorluyor, onları dans etmeye teşvik ediyordu. Karısı peçesiz dolaşıyor, erkek gibi giyiniyordu”. 3
Karşıtçılar Cephesi
Yeraltına çekilen gericiliğin yarattığı tehlikeyi biliyor, gücünü saptamaya çalışıyordu. Ülkedeki yenilik karşıtı unsurların tepkisini, “bir mıknatıs gibi” 4 kendisine çekiyordu. Padişahçılar, tarikat şeyhleri, hocalar işsiz kalan eski yöneticiler, “başkent olma ayrıcalığını yitiren İstanbul’un” iş çevreleri, ister istemez Hilafet’e sahip çıkıyor, onu savunma adına biraraya geliyordu.
Eski dostları yeni karşıtları, Rauf (Orbay) Bey, Refet (Bele) Paşa, Adnan (Adıvar) Bey ve Kazım (Karabekir) Paşa bile, “saygın, güvenilir ve bilgili bir insan olan Abdülmecit’i, Türkiye’nin meşruti hükümdarı yapmak istiyorlar, kendilerini de onun bakanı olarak düşünüyorlardı.” 5 Bu yolla, hem din hem devlet yetkileri elde bulunduracaklar, “muhteris ya da güçlü karakteri olmadığı için bakanlarıyla çatışmaya girmeyecek olan Abdülmecit’i” 6 istedikleri gibi yönlendireceklerdi.
Görünen açık tehlike, Cumhuriyet’e ve kendisine karşı, “monarşik ve teokratik” bir hareketin biçimleniyor olmasıydı. Olayların buraya geleceğini bildiği için, gereken önlemleri almıştı. Ancak, yine de durum, her zamankinden daha karmaşık ve tehlikeliydi. Karşıtçılar cephesinin, ivedi davrandığını ve ona iktidarını güçlendirme zamanı vermek istemediğini görüyordu. Her şeye karşın erken davranmamalı ama geç de kalmamalıydı. Erken davranmak “kendisini havaya uçuracak barut fıçısını ateşlemek” 7 , geç kalmak ise “yenilgi” demekti.
Hazırlık
Halifeliği kaldırma kararını yıllarca önce vermişti. Şimdi uygulama için harekete geçecekti. 1923 yılında yaptığı yurt gezilerinde, Hilafet Kurumu ’nun dinsel ve tarihsel gelişimini ortaya koyan kuramsal açıklamalarda bulunmuş, halkı aydınlatan konuşmalar yapmıştı. Saltanattan ayırıp “maaşa bağlamakla”, Hilafeti, varlığına “izin verilen” etkisiz bir kurum haline o dönemde getirmişti. Bu girişim, ortadan kaldırma yönünde atılmış ilk önemli adımdı.
Hilafet demek, iktidar gücü demektir ve iktidarı olmayan ya da iktidar tarafından desteklenmeyen Hilafetin varlığını sürdürmesi olanaksızdır. İki yıl önce Saltanattan ayrılarak gücünden koparılan bu kurum, şimdi görüntüden ibaret varlığıyla da ortadan kaldırılacak, yaşanan gerçekliğin “adı konacaktı”.
Geçmişten gelen alışkanlıklar nedeniyle, gerçekleştirilmesi göründüğü kadar kolay olmayan bu eylem, halka anlatılmalı ve kitlelerin bu olguyu görmesi sağlanmalıydı. Toplum, “ortadan kaldırma” eylemine hazırlanmazsa, saldırı için fırsat kollayan tutucu karşıtçılık, halkı yanıltabilir, Devrim’e zarar verebilirdi.
Yöntemi belliydi. Kendi söylemiyle; “uygulamaları bir takım evrelere ayırmak ve olayların gelişiminden yararlanarak milletin duygu ve düşüncelerini hazırlamak ve adım adım yürüyerek amaca ulaşmak” 8 diye tanımladığı bu yöntemi, şimdi bir kez daha uygulayacaktı.
Halifenin Tutumu
Abdülmecit, çevresini saran karşıtçı cephenin etkisiyle, Ankara’yı rahatsız eden, bağlı olarak varlık süresini kısaltan davranışlar sergiledi. “Softalar, tutucu politikacılar ve politikacı komutanlarla” 9 kurduğu ilişkilere ve halifeliğin dokunulmazlığına güvenerek, her geçen gün bir başka “cesur girişimde” bulundu. “Yabancı devlet temsilcileriyle ilişkiler kurmak, gösterişli gezintiler düzenlemek, sarayına kabul ettiği subayların sorunlarını dinlemek” 10 gibi padişahlara özgü davranışları sürdürdü.
“Tehlikelere koştuğunun farkına varmadan” 11 din ve dünya işlerini birbirine karıştıran bilinçsiz bir politika uyguluyordu. Osmanlı hanedanlığının eski görkemini arar gibiydi. Kimi zaman, “parlak kadife eğeriyle kır bir ata binerek, taşlarla süslü kırbacı elinde, sarı sırmalı mavi giysileriyle mızraklı bir saray birliği arkasında” 12 Ayasofya ya da Üsküdar Camisi’ne gidiyor; kimi zaman, “beyaz pantolon, züav ceket ve kırmızı fes giymiş on dört kürekçisi ve yeşil halifelik sancağıyla zarif saltanat kayığında, nar rengi kadifeyle örtülü bir koltukta oturarak” 13 Boğaz’da dolaşıyordu.
İzleme ve Saptama
1923 yılı içinde Lozan, parti örgütlenmesi, seçimler ve Cumhuriyet’in ilanıyla uğraşırken, Abdülmecit’i izliyor, söz ve davranışlarını zamanı gelince kullanmak üzere bir kenara yazıyordu. Kimi davranışlar kişisel sayılıp belki hoş görülebilirdi. Ancak, hanedan anlayışının ürünü olan ve geniş bir çevreyi içine alan davranışlar, siyasi ilişkilere dönüşmeye başlayınca, işin niteliği değişiyordu.
Abdülmecit, memnun olmayanlar takımını, “balın sinekleri çektiği gibi üzerine çekiyordu.” 14 Halife konumuyla kendini; hocalar, ulema, emekli generaller ve işsiz kalmış eski rejim memurlarından oluşan geniş bir çevre içinde bulmuştu. “Etkisi yalnızca yüksek tabakalarda değil, İstanbul’un diğer halkı arasında da artmaya başlamıştı.” 15
“Silah Arkadaşlarının Tutumu”
Ankara Hükümeti’ni İstanbul’da temsil eden Refet Paşa, “Konya” adını verdiği bir atı, Halife’ye armağan etmiş ve gönderdiği telgrafta, “Hayvanın Halife hazretleri tarafından beğenilmesini Tanrı’nın bir iyiliği (lûtfu) olarak kabul edeceğim. Kurtuluş Savaşı’nın tarihsel bir anısı olduğu için, büyük bir ataklık (cür’etkârlık) olacağını bilsem de, kendisine bağlı bir eski askerin savaş armağanı olarak sunduğu ‘Konya’nın, Halife Hazretlerince kabul olunarak sevindirilmemi rica ederim. En içten kulluk duygularımla ellerini öptüğüm...” demişti. 16
Rauf (Orbay) Bey, Kazım (Karabekir) Paşa, Adnan (Adıvar) Bey, Halife’ye olağan sayılamayacak “nezaket ziyaretleri” yapıyor 17 , onun “özel danışmanları” gibi davranıyordu. 18
Bilimsel Tavır
Halifelik Kurumu’nu, ortaya çıktığı 7.yüzyıldan başlamak üzere; din, tarih ve toplumbilim (sosyoloji) açısından, kaynağa dayalı bilimsel verilerle araştırmıştı. Tarih ve toplumbilim, askerlik dışındaki özel ilgi alanıydı. İslam dinini derinlemesine incelemişti. İslamiyet onun gözünde; “mantık, muhakeme, bilim ve bilgiyle uyumluluk içinde ‘doğal’ bir dindi.” 19 Tüm gücüyle karşı olduğu yobazlık ise onun gözünde “milletin kalbine yöneltilmiş, zehirli bir hançer” di. 20 Çağdaş kurum ve düşüncelerin, “İslamiyet’e aykırı olduğunu ileri sürenleri” şiddetle eleştiriyordu. 21
Hilafeti, çıkış koşullarıyla birlikte ve Hz.Muhammed’in hadislerine dayanarak ele aldı. On üç yüzyıllık evrim sonunda uğradığı değişiklikleri, tarihsel boyutunu ortaya koyarak inceliyor, incelemesini 20.yüzyıla dek getiriyordu.
Halifeliğin ortaya çıkışı ve gelişimi konusunda şunları söylüyordu: “Yüce Peygamber, ‘benden otuz yıl sonra Hilafet olmayacak, sultanlıklar olacak’ demişti. Bu konuda kuvvetli hadis-i şerif vardır. Hz.Ömer, halife seçildikten sonra kendisine Tanrı’nın Halifesi (Halife-i Resulullah) dendiğinde, ‘ben Tanrı’nın Halifesi olamam, sizin emiriniz olabilirim ’ dedi.. Bu da gösteriyor ki, Hilafet Makamı’nın korunması, İslam dünyasında daha sonra ortaya çıkan bir siyasettir.” 22
Kişisel araştırmalarını, din bilginlerinin görüşleriyle birleştiriyor; yanlış düşünce ve boş inançlardan arınmış, gerçeği yansıtan bilimsel saptamalar yapıyordu. Hz.Muhammed, dini görevleri yanında, kurduğu devletin her türlü işini de yönetiyordu. Yani, hem bir peygamber, hem de devlet başkanıydı. Ölümüyle devlet başsız kalmış ve işleri yürütebilecek yetkili bir yönetici gerekli olmuştu. Arap büyükleri toplanarak devletin başına Hz.Ebubekir’i seçtiler. Böylece devlet başkanına Halife denmeye başlandı.
Ruhani Değil Siyasi
Halifeler, Peygamber’in yalnızca yöneticilik sıfatına vekil olmuştu. Çünkü, Hz.Muhammed son peygamberdi, yani Tanrı bir başkası aracılığıyla insanlara seslenmeyecekti. Nitekim, ilk dört halife, tam bir toplum (cumhur) başkanı gibi davranmışlardır. Mutlak kişi egemenliğine yönelen Emevi, Abbasi ve Sasani ’lerde de durum farklı değildir. Yani halife onlarda da ruhani değil, siyasi bir kişidir; dinsel bakımdan Tanrıyı temsil etmezler. Hükümdarlar, yetkelerini (otorite) güçlendirip sürdürmek için, zaman içinde kendilerine dinsel sıfatlar yakıştırdılar; halka böyle gösterdiler. Halifelik bir iktidar kurumu haline geldi. 23
Halifelik siyasileştikçe, Müslümanların değişik kesimleri, örneğin Şiiler, onu tanımadılar. Peygamber’den sonra Hz.Ali’nin Halife olması gerektiğine inanan Şiilik, Halifelik kurumuna duyulan tepki nedeniyle ortaya çıkmıştı. Halifelik, artık yalnızca Sünniliğin saygı duyduğu bir simgeydi.
Türklerin Durumu
Çok farklı yönetim geleneklerine sahip Türklerin, Halifelik işleyişiyle bir ilişkisi yoktu ve olamazdı. Kurdukları devletler, güçlerini ruhanî dayanaklardan değil, yaşamın içinden ve katılımcılıktan alıyordu. Ancak Fatih’ten sonra Türk yönetim geleneklerinden uzaklaşmaya başlayan Osmanlılar, yayılma ve daha büyük iktidar gücü peşine düşmüşlerdi. Güçlenme adına, dini devlet işlerine soktular ve yarı teokratik bir devlet haline geldiler. Geçmişleriyle çelişen bu eylem, devleti güçlendirmediği gibi, bozulmasının başlangıcı oldu.
Yavuz Sultan Selim, 1517’de Mısır’ı alınca, orada, elinde “Kutsal Emanetler-Emanat-ı Mukaddese” (Hz.Muhammed ve sahabilerine ait eşyalar) bulunan Mütevekkil adında bir Halife buldu. Onu, “siyasi değeri büyük” emanetlerle birlikte İstanbul’a getirdi; Halifeliğine dokunmadı, kendisi Halife olmadı.
Mütevekkil öldükten sonra da, padişahlar kendilerini Halife saymadılar. Kureyş soyundan olmadıkları için böyle bir hakları yoktu. Devlet güç yitirdikçe, iktidarlarını tinsel (manevi) güçle beslemek zorunda kaldılar ve Halifeliği üstlenerek dini devlet işlerine soktular. Bu yolla, içerde din adamlarına dayanarak halkın, dışarda halifeliğin “evrenselliğini” kullanarak İslâm dünyasının, desteğini alacaklarını düşündüler.
Ancak, düşündükleri, sonuca ulaşamadılar. Halifelik, içte ve dışta, somuta dönüşmeyen bir inanç sorunu olarak kaldı ve İmparatorluğun yalnızca Sünnî uyruklarını ilgilendiren “Osmanlı Halifesi” kavramını aşamadı. 24
Yoğun Uğraş
Hilafet sorunu, 1924 başında gündemin ilk maddesiydi, ama pek çok sorunla daha uğraşıyordu. “Amansız bir coşkuyla, şafaktan gece geç saatlere dek, çalışma odasının üstündeki yatak odasında ve yalnızca birkaç saatlik uykuyla yetinerek” 25 çalışıyordu. Onun için, “ne geriye dönmek, ne de kötüyle uzlaşmak” 26 olanaklı değildi. Türk ulusunu “olmayacak bir hayâl peşinde” koşturmayacak, onu kesin olarak güçlü ve özgür bir ulus yapacaktı. “Uğrunda yaşamaya ve ölmeye değecek tek gerçek, bağdaşık (mütecanis), birbirine sarılmış ve özgür Türk milletidir” diyordu. 27
Halifeliğin korunmasını isteyen kimi ılımlı kişiler, ondan halife olmasını, dünya Müslümanlarına önderlik yapmasını istediler. “Hindistandan, Mısırdan gelen kurullar bu dileği iletiyordu.” 28 Hilâliahmer (Kızılay) adına Hindistan’a giden Rasih (Kaplan) Hoca, “İslam dünyasının, yani ‘ehli İslam’ın, onun Halife olmasını istediğini” ve kendisini, bu ortak dileği “iletmekle görevlendirdiğini” söylemişti. 29
Önerileri hemen reddetti. Bilimsel görüşleri olan, belirlenmiş hedeflere sahip gerçekçi bir insandı ve “büyüklüğü, kendisinin ve ülkesinin sınırlarını bilmesinde yatıyordu”. 30
Hilafetin Türkiye’ye uluslararası bir güç kazandıracağını söyleyenlere; “eğer, diğer Müslümanlar bize yardım ettiyse ve hala yardım etmek istiyorsa, bunun nedeni, hiçbir gücü olmayan cansız bir kalıntıya, Hilafet makamına sahip olmamızdan değil, Türkiye’nin güçlü olmasındandır” yanıtını verdi. 31
Açık konuşuyordu. Öneri getirenlere, bu işin olmazlığını sabırla anlatıyor ve “siz din bilginleri olarak, Hilafetin devlet başkanı demek olduğunu, halifenin buyruklarının yerine getirilmesi gerektiğini bilirsiniz. Oysa bütün Müslüman uyrukların başında bulunan krallar, imparatorlar, benim buyruklarımı yerine getirirler mi? Değeri olmayan sanal (mevhum) bir sıfatı takınmak gülünç olmaz mı?” diyordu. 32
Halkla İlişki
1923 boyunca yaptığı yurt gezilerinde, düşüncelerini halkla da paylaştı. Soru sorma, görüş bildirme ve karşılıklı tartışmaya dayalı toplantılar; tarih ve toplumbilim dersleri gibi geçiyor, herkesin katıldığı canlı söyleşiler yapılıyordu. Eskişehir, İzmit, Bursa ve İzmir’de uzun süren kalabalık halk toplantılarında, pek çok konuya elbette Hilafet sorununa da değindi; aydınlatıcı açıklamalar yaptı. Balıkesir Paşa Camisi’nde “mimbere çıkıp cemaatle konuştu, burada 20’den fazla soruya yanıt verdi.” 33
Eskişehir ve İzmit’te yaptığı konuşmalarda, Halifeliğin yönetim biçimiyle ilgili bir sorun olduğunu, söylendiği gibi “İslam dünyasının tümünü” temsil edemeyeceğini, böyle bir temsilin hiçbir zaman gerçekleşmediğini, bugün ise hiç gerçekleşmeyeceğini söyledi. Farklı yönetim biçimlerine sahip ülkelerin kendilerini milli özelliklerine göre yönetmeleri gerektiğini açıkladı. Ardından; “Fas, Tunus, Cezayir, Mısır, Hint ve bütün bu ülkelerde yaşayan dindaşlarımız özgür ve bağımsız değiller ki, herhangi bir makamın yapılmasını isteyeceği işleri gerçekleştirebilsinler. Bunun için önce onları tutsaklıktan kurtarmak gerekir. Yani İngiltere, Fransa, İtalya v.b. devletlerle savaşmak ve bu savaşı kazanmak gerekir. Ancak iş bununla da bitmez! Başarılı olduktan sonra, bütün bu kavimlerin hilafet makamının buyruklarına uymayı kabul etmeleri ya da zorla kabul ettirilmeleri gerekir. Bu mümkün olmayan bir iştir. Dünyada geçerli yönetim biçimi, milliyet esasına dayanan yöntemdir. Ülkeler, iç egemenliklerine karışılmasını kabul etmezler. Türkiye halkını böyle bir çıkmaz iş için görevlendirmek, maddi olarak mümkün olmadığı gibi, olur bir şey de değildir” 34 dedi.
Uygun Anı Beklemek
Hilafet üzerinden yürütülen siyasi mücadele, 1923 yılı boyunca, şiddetini arttırarak sürdü. Üstün gibi gözüküyordu. Önlemlerini almış, hazırlıklarını yapmıştı. Harekete geçeceği anı bekliyordu. Halkın desteği güçlü, ordunun bağlılığı güven vericiydi. Ancak, karşıtçılar cephesinin az olmadığı görülüyor gücü kendisini hissettiriyordu.
İstanbul basını, ağırlıklı olarak, Ankara ’ya karşı Hilafet ’i ve yandaşlarını destekledi. Eski Başbakan Rauf (Orbay) Bey ve “Ordu’nun en tanınmış komutanlarından” Kazım (Karabekir) ve Refet Paşalar; “Türkiye’nin İslam birliği (panislâmizim) politikası izlemeye zorunlu olduğunu” söylüyor, “300 milyondan çok Müslümanın benimsediği” Halifelik kurumuna dokunulmamasını istiyorlardı. 35 Ülkenin her yerinde, Mustafa Kemal’i hedef alan bağnaz yaymaca, tüm şiddetiyle sürüyor “monarşik bir örgütlenme, İslamlık kisvesi altında ve bir tehdit öğesi olarak” yayılıyordu. 36
Siyasi çatışmaya dolaysız katılan, sözde din adamları, dinsizlikle suçladıkları hükümete karşı, “gerçek bir manevi gerilla savaşı başlatmışlardı.” 37 İstanbul basını, “hanedan hukukuna çirkin saldırılar yapılıyor, Hilafet bizden giderse, beş on milyonluk Türkiye Devleti’nin hem İslam âleminde hem de Avrupa siyaseti karşısında hiçbir değeri kalmaz, her Türk Hilafete dört elle sarılmak zorundadır” 38 diyerek kışkırtıcı yayınlar yapıyordu.
Bunlar, başarılı olup yaratacakları hoşnutsuzluğu “hilafetçilerden yana çevirebilirlerse”, Anadolu’da “eski Hilafet Ordusu’ndan da büyük bir tehlike oluşabilirdi.” 39 1923 sonlarında, “havada yadsınamaz bir komplo kokusu vardı.” 40 Hükümet, Mustafa Kemal’e suikast yapılacağı bilgisini almış, haber kendisine duyurmuştu. Güvenlik önlemleri arttırılmış, Ankara’ya gitmek için, “eşiyle birlikte İzmir’den ayrılırken, gece ve yoğun bir koruma altında” yola çıkmıştı. 41
Uygun An
Olayların gelişimini dikkate alarak harekete geçeceği zamanı belirledi; ya da bir başka deyişle, harekete geçmek için beklediği fırsatı ona, Saltanatın kaldırılmasında olduğu gibi, bilmeden “yine İngilizler verdi”. 42 İngilizlerin adamı olduğu bilinen Ağa Han ve Emir Ali adlı kişilerin, İstanbul gazetelerinde (Tanin, Tevhid ve İkdam) yayımlanan ve “Hilafetin siyasi konumunun korunmasını isteyen” 43 mektubu, sonun başlangıcıydı.
Bu olayın hemen ardından, Abdülmecit’in, harcamalarını karşılamak için Ankara’dan bir “Halife Hazinesi” oluşturulmasını istemesi, Halifeliği ortadan kaldıracak eylemin başlatıcısı oldu. Mektup ve Halife Hazinesi olayı, kamuoyunu rahatsız etmiş, öfkeli bir tepkinin yayılmasına neden olmuştu.
Uygun anın geldiğine karar verdi ve titizlikle hazırlamış olduğu planını uygulamaya soktu. Uygun adımı uygun zamanda attı; erken davranma ya da geç kalma yanılgısına yine düşmemişti. Bu konuda Nutuk ’ta, “ben, Saltanatın kaldırılmasından sonra, Hilafetin de kaldırılmış olduğunu kabul ediyordum. Sorun, bu durumun uygun zaman ve fırsatta açıklanmasıydı” diyecektir. 44
Mektup yayımlanır yayımlanmaz Meclis olağanüstü toplantıya çağrıldı. Başbakan İsmet Paşa, Londra’dan postalanan mektubun, “Halife’ye siyasi nüfuz sağlamak” amacıyla yazıldığını ve Başbakan olarak kendisine ulaşmadan “İstanbul’daki muhalefetçi yayın organlarında yayımlandığını” söyledi. “Bu girişim, Cumhuriyet düşmanlarının, tutucu çevrelerdeki hoşnutsuzluğu işleyerek yeni rejime karşı komploya girişmek ve Halifelik aracılığıyla eskiye geri dönme isteğini ifade etmektedir” dedi. 45
Eyleme Geçiliyor
Aynı gün İstanbul’a “İstiklal Mahkemesi” gönderildi. Mektubu yayımlayan gazetenin yöneticileri; Hüseyin Cahit, Ahmet Cevdet ve Velid Bey tutuklandı. Eski İstanbul Meclisi’nde yapılan duruşmalar sonunda, “delil yetersizliğinden” beraat ettiler. Daha sonra, Tanin gazetesinde bir açık mektup yayımlayarak Abdülmecit’i “yüksek Hilafet görevlerini bırakmamaya” çağıran, İstanbul Barosu Başkanı Hüseyin Lütfü Bey yargılandı ve 5 yıl ağır hapis cezasına çarptırıldı. 46
Tartışmalar siyasi çatışmaya doğru giderken, Rauf Bey ve Kazım (Karabekir) Paşa, Abdülmecit’e “nezaket ziyaretleri” yapıyordu. Hükümet, buna sert tepki gösterdi. İsmet Paşa’nın Meclis’te Başbakan olarak yaptığı konuşma, çatışmanın sertliğini gösterir nitelikteydi: “Halifeyi ziyaret sorunu Hilafet sorunudur. Devlet sorumluları olarak hiçbir zaman unutmayacağız ki, Hilafet orduları bu ülkeyi yıkıntı yerine (harebezâra) çevirmiştir. Türk milleti en acı ıstırabı Halife ordusundan çekmiştir. Bir daha çekmeyecektir. Tarihin bir döneminde bir Halife, bu ülkenin yazgısına karışmak isteğine kapılırsa, o kafayı mutlaka koparacağız.” 47
Ordu Destekliyor
2 Ocak 1924’te eşi Latife Hanım’la İzmir’e geldi. Hilafet’in kaldırılması eyleminin ayrıntılarını, 50 gün kaldığı İzmir’de planladı ve Ankara’ya döner dönmez uygulamaya geçti. İzmir’in önemi, düzenlenecek büyük bir savaş oyunu (tatbikat) için üst düzey komutanların burada toplanmasıydı.
Ankara’da, Başbakan İsmet Paşa ve Genel Kurmay Başkanı Fevzi (Çakmak) Paşa’yla konuşup, “hilafetin kaldırılması konusunda görüş birliğine” 48 varmış, “alt rütbeli subayların, hatta erlerin duygu ve düşüncelerini anlamak için dikkatli soruşturmalar” yapmıştı. 49 Üst düzey komutanların düşüncelerini biliyordu. Ancak yine de, Ordu’dan emin olmalıydı. “Halifeyi ülke dışına gönderip, dini devletten ayırdığında ve Türkiye’yi laik bir Cumhuriyet yaptığında Ordu ne yapacaktı? Askerler, verdikleri tam desteği, bu konuda da sürdürecekler miydi?” 50
Komutanlar, İzmir’de destek ve bağlılıklarını bir kez daha yinelediler ve “önerilerini tümüyle benimsediler.” 51 Eylem planına son biçimini verip uygulamaya hazırlanırken, ünlü “Halifelik Hazinesi” istemi geldi. Abdülmecit, kendisine ayrılan ödeneğin harcamalarına yetmediğini bildirerek, Ankara’dan, bir “Halifelik Hazinesi oluşturulmasını” ve “gelirinin arttırılmasını” istedi.
Saltanat anlayışını ortaya koyan bu isteme sert tepki gösterdi ve İsmet Paşa’ya bir telgraf buyruğu göndererek, “sağlam ve köklü önlemler alınmasını” istedi. Telgrafta şöyle söylüyordu: “Halife, ataları olan padişahların yolunu izler görünmektedir.. Halife ve bütün dünya bilmelidir ki, bugün var olan Halife’nin ve Hilafet makamının gerçekte ne din ne de siyaset bakımından hiçbir anlamı ve gerekçesi yoktur. Halifelik makamının bizce, tarihsel bir anı olmaktan başka bir önemi olamaz.. Halife’nin, Türkiye Cumhuriyeti yetkililerinin ya da resmi heyetlerinin kendisiyle görüşmesini istemesi, Cumhuriyet’in bağımsızlığına açık saldırıdır.. Buna yetkisi yoktur.. Geçimini sağlamak için, Türkiye Cumhurbaşkanının ödeneğinden kesinlikle daha az bir ödenekle yetinmesi gerekir. Amaç yaldızlı ve gösterişli yaşamak değil, insanca yaşamak ve geçimini sağlamaktır. ‘Halifelik Hazinesi’ demekle ne denilmek istendiğini anlamadım. Halifeliğin hazinesi yoktur ve olamaz. Kendisine böyle bir hazine atalarından kalmış ise, bilgi alınmasını ve bana bildirilmesini rica ederim.. Halife, kendinin ve makamının ne olduğunu açık olarak bilmeli ve bununla yetinmelidir. Hükümetçe, sağlam ve köklü önlemler alınarak bildirilmesini rica ederim...” 52
Hilafet Kaldırılıyor
23 Şubat 1924’te Ankara’ya döndü. Kararlarını “gereken kişilere bildirdi”. 53 Hilafet Makamı, Şer’iye ve Evkaf (Din ve Vakıflar) Vekâleti, ona bağlı “eğitim kurumlarıyla” birlikte ortadan kaldırılacak; bu sorun bütçe görüşmeleri sırasında, Meclis işleyişine bağlı teknik bir ayrıntıyla çözülmüş olacaktı. Gösterişsiz, ancak “sağlam ve köklü” çözümle, yalnızca Halifelik Kurumu değil, ona yaşam veren vakıf ve eğitim kurumları da ortadan kaldırılıyordu.
1 Mart 1924’te, Meclis’in 5.Çalışma Yılı’nı açarken yaptığı konuşmayla, Halifeliğe son verecek yasal süreci başlattı. Yaptığı konuşmada; Cumhuriyet’in “sonsuza dek korunması” nı sağlamak için, “doğruluğu kanıtlanmış ilkelere dayanmak”, “eğitim ve öğretimi birleştirmek” ve “Müslümanlığı, siyaset aracı olarak kullanılmaktan kurtarmak ve yüceltmek gerekir” dedi. 54
Din inancının çıkar amacıyla kullanılmasının önlenmesi gerektiğini vurgulayarak şunları söyledi: “Kutsal tanrısal inançlarımızı ve vicdani değerlerimizi, karanlık ve karışık, her türlü çıkar ve ihtirasa açık olan siyasetten bir an önce ve kesin olarak kurtarmak, milletin dünyevî ve uhrevî mutluluğunun emrettiği bir zorunluluktur. İslam dininin yüksekliği ancak bu biçimde ortaya çıkar.” 55
Konu, 2 Mart’ta Halk Fırkası gurup toplantısında karara bağlandı. Bir gün sonra 3 Mart’ta, Meclis oturumunda üç ayrı önerge verildi. Urfa Milletvekili Şeyh Saffet Efendi ve elli arkadaşı, hilafetin kaldırılması ve Osmanlı soyundan olanların yurt dışına çıkarılmasını; Siirt Milletvekili Halil Hulki Efendi ve elli arkadaşı, Şer’iye ve Efkaf Vekalati’nin kaldırılmasını; Manisa Milletvekili Vasıf Bey ve elli arkadaşı, eğitim ve öğretimin birleştirilmesi (tevhid-i tedrisat) ni isteyen önergeler vermişlerdi. Sekiz saat süren görüşmelerden sonra önergeler oylandı ve kabul edildi.
Türkiye’nin üzerinde beş yüz yıldır büyük bir yük ve sorun olan Hilafete son verilmiş, yeniliğe ve gelişmeye kararlı Ankara, önündeki büyük bir engeli kaldırmıştı. Saltanatın kaldırıldığı 17 Kasım 1922 ile, hilafetin kaldırıldığı 3 Mart 1924 arasındaki 14 ay içinde, olağanüstü bir mücadele ile büyük bir iş başarılmış, birkaç yıl önce, düşünülmesi bile olanaksız tasarılar gerçeğe dönüştürülmüştü.
Halk, hilafetin kaldırılmasına karşı herhangi bir tepki göstermedi ve kolayca kabullendi. Türkiye’nin herhangi bir yerinde, “ne bir gösteri, ne de bir karşı çıkış ya da direniş oldu”. 56 Oluşabilecek olaylar için, “ülkenin başlıca merkezlerine gönderilmiş olan İstiklal Mahkemelerine” 57 hiç iş düşmedi; yüzlerce yıllık Halifelik “Mustafa Kemal’in güçlü ellerinde bir saman çöpü gibi” 58 kırılmıştı.
Birkaç hoca ve tutucu milletvekili “Halk Fırkası’ndan istifa etti”. 59 Rauf Bey, kimi karşıtçı, arkadaşıyla birlikte, “izin alarak Ankara’yı terk etti”. 60 Hilafete karşı sürdürdüğü sabırlı eylemi o denli ustalıkla yürütmüştü ki, daha birkaç ay önce ülkenin her yanına yayılmış olan “yaygaracı muhalefet”, sanki hiç var olmamış gibi sessiz kalmış ve yeraltına çekilmek zorunda kalmıştı.
1 “Bozkurt” H.C. Armstrong, Arba Yay., İst-1996, sf.171
2 a.g.e. sf.172
3 a.g.e. sf.171
4 “Bozkurt” H.C. Armstrong, Arba Yay., İst-1996, sf.172
5 a.g.e. sf.172-173
6 a.g.e. sf.173
7 a.g.e. sf.173
8 “Nutuk”, M.K.Atatürk, I:Cilt, TTK, 4.Basım, Ank.-1999, sf.21
9 “Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri IV” Kaynak Yay. 3.Bas., 2001, sf.160
10 “Nutuk”, M.K.Atatürk, I.Cilt, TTK, 4.Basım, Ank.-1999, sf.1127
11 “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas. Ank.-1994, sf.45
12 a.g.e. sf.46
13 a.g.e. sf.47
14 “Mustafa Kemal” Benoit Méchin, Bilgi Yay., Ank.-1997, sf.260
15 a.g.e. sf.260
16 “Nutuk”, M.K.Atatürk, II.Cilt, TTK, 4.Basım, Ank.-1999, sf.941
17 “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Yay., 8.Basım, İst.-1983, sf.166
18 “Mustafa Kemal” Benoit Méchin, Bilgi Yay., Ank.-1997, sf.260
19 “Atatürk” Lord Kinross, Altın Kitaplar, 12.Basım, İst.-1994, sf.451
20 a.g.e. sf.451
21 a.g.e. sf.451
22 “Mustafa Kemal’in Eskişehir İzmit Konuşmaları” Kaynak Yay., sf.71
23 “Tarih Açısından Türk Devriminin Temelleri ve Gelişimi” Prof.Dr.Ahmet Mumcu, İnkilap Kitabevi, 12 Baskı, İst.-1992, sf.113
24 a.g.e. sf.114
25 “Bozkurt” H.C. Armstrong, Arba Yay., İst-1996, sf.139
26 “Mustafa Kemal” Benoit Méchin, Bilgi Yay., Ank.-1997, sf.258
27 a.g.e sf.258
28 “Bozkurt” H.C. Armstrong, Arba Yay., İst-1996, sf.175-176
29 “Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük” Prof. Dr.Tarık Zafer Tunaya, Arba Yay., 3.Baskı, İst.-1994, sf.93
30 a.g.e. sf.176
31 a.g.e. sf.176
32 “Nutuk”, M.K.Atatürk, II.Cilt, TTK, 4.Basım, Ank.-1999, sf.1133
33 “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Yay., 8.Basım, İst.-1983, sf.
34 “Atatürk’ün Bütün Eserleri” Kaynak Yay., 14.Cilt, İst.-2004, sf.254 ve 337
35 “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., sf.50
36 a.g.e. sf.50
37 “Mustafa Kemal” Paul Dumont, Kültür B.Yay., 2.Bas., Ank.-1994, sf.116
38 “Nutuk”, M.K.Atatürk, II.Cilt, TTK, 4.Basım, Ank.-1999, sf.11
39 “Mustafa Kemal” Benoit Méchin, Bilgi Yay., Ank.-1997, sf.260
40 “Mustafa Kemal” Paul Dumont, Kültür B.Yay., 2.Baskı, Ank.-1994, sf.115
41 “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Yay., 8.Basım, İst.-1983, sf.167
42 “Bozkurt” H.C. Armstrong, Arba Yay., İst-1996, sf.173
43 “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Yay., 8.Basım, İst.-1983, sf.166
44 “Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri IV” Kaynak Yay,.3.Bas., 2001, sf.158-159
45 “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., 1994, sf.56
46 a.g.e. sf.58
47 “Tek Adam” Ş.S.Aydemir, 3.Cilt, Remzi Yay., 8.Basım, İst.-1983, sf.168
48 a.g.e. 3.Cilt, sf.168
49 “Bozkurt” H.C. Armstrong, Arba Yay., İst-1996, sf.174-175
50 a.g.e sf.175
51 “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., 1994, sf.59
52 “Nutuk”, M.K.Atatürk, II.Cilt, TTK, 4.Basım, Ank.-1999, sf.1127-1129
53 a.g.e. sf.1129
54 a.g.e. sf.1131
55 “Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Kronolojisi 1918-1938” Prof. Utkan Kocatürk, TTK, 2.Baskı, Ank.-1988, sf.409
56 “Bozkurt” H.C. Armstrong, Arba Yay., İst-1996, sf.177
57 “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.B., 1994, sf.60
58 “Mustafa Kemal” Benoit Méchin, Bilgi Yay., Ank.-1997, sf.263
59 “Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu” P.Gentizon, Bilgi Yay., 2.Bas., 1994, sf.59
60 a.g.e sf.59
Metin AYDOĞAN, 3 Mart 2014