II. ABDULHAMİT
Abdülaziz (1861-1876) ve sonrası
“Anadolu’da Türkler” yazı dizimizi Kırım Savaşı ve Abdülaziz (1861-1876) dönemiyle sonlandırmış, Meşrutiyet’in ilanından (1876) günümüze ve hatta önümüzdeki on yıllara yönelik bir öngörüyle bitirmiştik (1).
Kısaca anımsatacak olursak; 12 Mart 1854’te, Türkiye, Fransa ve İngiltere arasında, İmparatorluğun silahla savunulmasını içeren bir antlaşma imzalanacak; karşılığında Saray’dan tüm hristiyan uyrukluların her türlü işe girebilmeleri ve ‘haraç’tan (cizye) alıkonulmaları istenecekti.
Yine bu antlaşmaya dayanarak, Kırım Savaşı sırasında, Türk-Fransız ve İngiliz deniz birlikleri Varna’dan hareket edecek ve Sıvastopol yakınlarına çıkarma yapacaklardı (14 Eylül 1855). Avusturya ve Sardunya’nın da Osmanlılar yanında yeralmasıyla, Rusya, Viyana’da yapılacak barış görüşmelerini kabul etmek zorunda kalacaktı.
Taraflar arasında antlaşma henüz ‘parafe’ edilmişti ki (1 Şubat), 18 Şubat 1856’da Islahat Hatt-ı Hümayunu ilan edilecektir.
Islâhat Fermânı’yla gayrimüslimlere kendi meclislerini oluşturarak yönetimsel ve dinsel sorunlarını kendilerinin çözmeleri hakkı verilecekti. Böylece 1862’de Rum Patrikliği Nizâmâtı, 1863’te Ermeni Patrikliği Nizâmâtı ve 1865 yılında da Hahamhâne Nizâmâtı yayımlanacaktır.
30 Mart 1856’da, Paris’te, Fransa, İngiltere, Prusya, Rusya, Sardunya ve Türkiye arasında, Avusturya’nın gözlemciliğinde Kırım Savaşı’nı sonlandıran ve Osmanlı İmparatorluğu’nun ‘bütünlüğü’ ve ‘bağımsızlığı’nı kabul eden bir antlaşma imzalanır.
Bu bir bakıma, Fransa’nın 1815 Viyana Antlaşması’nın ‘rövanş’ını alması anlamına geliyordu. Bir başka bakımdan da, Osmanlı İmparatorluğu içindeki Hristiyanların güvencesinin Rusya’dan çok Avrupa’ya geçmesi anlamına geliyordu.
O arada, 1864 yılında ‘Vilayet Kanunu’ çıkarılacak ve İmparatorluğun ‘yönetsel bölümlenmesi’ yapılacaktı.
1837 yılında kurulan Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliye’nin Danıştay (Şûra-i Devlet) ve Yargıtay (Meclis-i Ahkâm-ı Adliye) (1868) olarak biçimlenmesine ve ‘yürütme’nin yargı denetimine alınmasına yönelinecekti.
İşte bu tür gelişmeler, 1876 yılında ‘Kanun-i Esasi’nin ilanını izleyerek Osmanlı İmparatorluğu’nun ‘Mutlak monarşi’den ‘Meşrutî Monarşi’ye geçişiyle hızlanacaktı.
Avrupa’da Almanya ve İtalya’nın ‘ulusal birliği’ni sağladığı, tarihin bu ‘özgül’ döneminde, tahta çıkması dahil, otuz yıldan fazla süren hükümdarlığı boyunca yaptıklarıyla II. Abdulhamit de Osmanlı İmparatorluğu tarihinde ‘özgül’ bir yer tutacaktır.
Öyle ki, sadece tahta çıkması değil, ama tüm padişahlık döneminin ‘gayri meşru’ olduğu bile ileri sürülecektir (2).
Abdulhamit dönemini, göklere çıkaranların yanısıra, Fransa’da 18 yy başındaki Bastille hapishanesi (Masque de fer) ya da İtalyanlar için Avusturya hapishaneleri (Carcere duro) ile eş tutanlar da az değildir.
V. Murat (1840-1904)
Mehmet Murat, II. Abdulhamit’in iki yaş büyüğü ve geleneklere göre tahta çıkmaya aday ‘veliaht prens’tir.
Abdülaziz (1861-1876)’in bir ‘darbe’yle düşürülmesinin ardından, 30 Mayıs 1876 Salı sabahı 101 pare top atışıyla Sultan Murad tahta çıkacaktır (3).
‘Darbe’ olmuştur ama İstanbul halkı, bir bayram havasında sokakta biribirlerini kutlamakta; müslüman, hristiyan, yahudi ayrımı gözetmeksizin tüm kesimlerin mutluluğu gözlerinden okunmaktadır.
Abdulaziz ki, sadece karagöz, horoz döğüşü ve güreş karşılaşmalarını izlemekle yetinen, içki ve kadına düşkünklüğüyle tanınan bir padişah olmuş; Abdülmecid tarafından ilan edilmiş olan ‘Tanzimat Fermanı’nın gereklerini yeterince uygulamamış o arada Balkanlar’daki huzursuzluk da dinmek yerine artarak büyümüştür.
Şimdi veliaht Murat’ın tahta oturması ve onun kişiliği ve bilgeliğine olan güven, halkı ve o arada Mithat Paşa’yı heyecanlandırmıştır.
Yeni padişahın iki gün sonra Topkapı sarayını ziyaret etmesi ve sonra Ayasofya’da ilk selamlığa çıkması, halkın ‘kendiliğinden’ ve ‘olağanüstü’ ilgisini çekmiştir.
Ancak Murat duygusaldır. Nitekim, tahta geçtiğinin dördüncü günü, bir görevlinin aniden sofaya gelerek amcası eski Sultan Abdulaziz’in bileklerini keserek intihar ettiğini haber verdiği zaman, bayılmıştır. Dahası, günlerce iştahının kesildiği ve yediklerini çıkardığı söylenmektedir.
Abdulhamit olmasın!
Sultan V. Murat’ın tahta oturmasından tam üç ay sonra, İstanbul’da yeniden 101 pare top atışı yapılmakta ve bu kez II. Abdulhamit’in sultanlığı kutlanmaktadır.
Polisiye romanlarında, bu tür ilginç durumlar için, önce ‘kadına bakın’ diye bir deyim vardır. Bu yeni ‘Darbe’de ise belki ‘sarayın kadınları’na da bakılabilir ama, burada ‘Abdülhamit’e bakın’ da denilebilir. Ancak Rusya büyükelçisi ‘General Ignatieff’e de bakılabilir.
Değil mi ki, Abdülaziz döneminden buyana Rus büyükelçisinin ‘etkileyebileceği’ herkesi etkilemekten kaçınmadığı bilinmektedir. Ne ki, Abdulhamit’in de boş durmadığı gözlenmekte ve hatta Sir Layard’dan kendisini korumasını isteyebilmektedir.
Tahta çıkarsa ‘Kanun-i Esasi’ ilan edeceğini söylemektedir.
Sultan V. Murat’ın sağlığı ise Saray için bir sorun olmuştur. Padişah iyileşecek mi yoksa iyileşmeyecek durumda mıdır? Doktorların bir gün söyledikleri ikinci gün söylediklerini tutmamaktadır.
Abdulhamit ise ‘naiplik’i (régence) kabul etmemektedir. Ya da öyle görünmektedir. Çünkü, ‘naip’ olarak atanır ve Sultan Murat iyileşecek olursa, tahtı ona devretmek zorunda kalacaktır.
O arada, akıllarına Luis Napolyon gelir. O da ‘Anayasa’ üzerine yemin etmemiş midir? Ardından da kendi ’18 Brümer’ini yapmamış mıdır? Yeter ki, bir kez ‘iktidar’ ele geçirilmiş ve yeterli güç elde edilmiş olsun (4).
Ve II. Abdulhamit, Eyüp Cammi’inde Konya Mevlevi Şeyhi’nin onayıyla ‘tahta oturmaya’ razı (!) olacaktır.
Baştan sona gayri meşru
Abdulhamit tahta çıkar çıkmaz, kendi doktoru Mavroyeni’yi Sultan V. Murat’ın sağlık durumu ile görevlendirir. Amacı, tüm dünyaya Sultan’ın deli olmadığı ve bir gün iyileşeceği izlenimi vermek ve o arada kendisinin ne yaparsa yapsın ‘sorumlu’ olmadığı ama ‘zorunlu’ kaldığını göstermektir.
Oysa Sultan V. Murat, doktorlar odasına girdiği andan itibaren kendisinin ‘tahttan inmiş’ olarak değelendirilmesini isteyecektir. Her şey bir yana, bir tek bu davranışı bile V. Murat’ın ‘deli’ olmadığı, tersine çok aklı başında bir ‘Devlet adamı’ olduğunu kanıtlamaya yeter.
O arada başta Mithat Paşa ve diğer asker-sivil ‘Paşa’lar, V. Murat’ı tahta çıkaran Hüseyin Avni Paşa’nın ‘naiplik’ durumunda, iktidarı tümden ele geçireceğinden çekinmektedirler.
O nedenle 19 Aralık 1876’da Mithat Paşa Sadrazam olarak atanıp dört gün sonra da (23 Aralık) Kanun-u Esasi ilan edilir. Böylece Abdulhamit hem resmen Sultan olacak ve hem de ‘Anayasal’ (loi constitutionnelle) sınırlar içine çekilmiş olacaktır (5).
Ancak Abdulhamit’te ‘oyun’ çoktur.
Madde 6
Yürürlüğe konan Kanun-u Esasi İmparatorluk içinde herkese ‘dokulmaz’ (inviolable) ‘özgürlükler’ getiriyordu ama; 6. Maddesi “Osmanlı hanedanı üyelerine, özel taşınır ve taşınmaz malları ile hizmetlilerine ‘millet garantisi’ (la garantie de tous)” de getiriyordu.
Oysa, tahta çıktığının hemen ertesinde, Abdulhamit, V. Murat’ın büyük oğlunu Harbiye’den çekip babasının yanında kalmaya zorladığı gibi, aile üyeleri ve hizmetlilere ‘Çırağan Sarayı’na giriş-çıkışlarını da yasaklamış; çoğu hizmetliyi ya görevden almış ya da sürgüne göndermiştir.
Dolayısıyla, başka bir dizi nedenin yanısıra, Kanu-u Esasi’nin bu 6. Maddesi, Abdulhamit için ‘sürekli bir başağrısı’ olacaktı.
Kaldı ki, Kanun-u Esasi yürürlükte olduğu sürece, yapmayı tasarladığı işleri Avrupa’dan gizlemek ya da savunamamak durumunda kalabilecekti.
Tam bu sırada, kuşkusuz Rusya’nın özendirmesiyle Bulgaristan sorunu patladı.
Abdulhamit, kazansa da kaybetse de Rusya’ya savaş açmanın, en azından Kanun-u Esasi’nin ‘rafa kaldırılması’ için önemli bir ‘neden’ olabileceğini gördü (6). Bu ‘olanağı’ değerlendirmeye çalıştı da denilebilir.
93 Savaşı ve sonuçları
Rusya ile savaşın başında, Abdulhamit ataları gibi ordunun başına geçeceğini ve cephede en ön safta yer alacağını söylemekteydi.
Günlük gazeteler hergün Sultan’ın yola çıkacağını yazıyorlardı ama günler geçtiği halde Sultan’ın yeni bir engeli çıkıyor ve sefere çıkış hep erteleniyordu.
Gerçekte, Abdulhamit savaşı kaybedeceği korkusundan çok, İstanbul’dan ayrılması durumunda V. Mahmut’un tahtı ele geçireceğinden korkuyordu. Nitekim, kimi söylentiler Mahmut’un iyileşmekte olduğu yönündeydi.
Savaş sonunda, Osmanlı İmparatorluğu Rusya karşısında ağır bir yenilgi aldı ve Ruslar Doğuda Erzurum’a kadar, Batıda ise İstanbul’a (Ayastefenos-Yeşilköy) kadar geldiler. 3 Mart 1878 tarihinde, Ayastefenos Antlaşması diye anılan bir barış antlaşması imzalandı.
Antlaşmaya göre;
- Sırbistan, Karadağ ve Romanya bağımsızlıklarını kazanacak
- Büyük bir Bulgaristan Prensliği kurulacak
- Bosna-Hersek özerklik kazanacak
- Kars, Ardahan, Artvin, Batum, Doğubeyazıt ve Eleşkirt Rusya’ya verilecek
- Teselya Yunanis’tana bırakılacak
- Girit ve Ermenistan’da da yeni düzenlemeler yapılacak
- Ve Rusya’ya 30 000 Ruble savaş tazminatı ödenecekti.
Ne var ki, Batılı Devletler Rusya’nın bu denli yayılmasını kendileri açısından tehlikeli buldukları için, 13 Temmuz’da Berlin’de uluslararası bir kongre toplayıp ‘Berlin Antlaşması’ adıyla yeni bir antlaşma imzaladılar..
Buna göre; Ayastefenos’a ek olarak
-Bona-Hersek ile Doğu Rumeli ayrıcalıklı vilayet olacak
-Kıbrıs sancağı İngiltere’te kiralanacak
- Van’ın doğusundaki Kotur yöresi de İran’a verilecekti.
Üç yıl sonra, Fransa, Berlin Antlaşması’nı gerekçe göstererek Tunus Prensliği’ne ayrıca el koyacaktır.
Kanun-u Esasi Engel
Ayastefenos Antlaşması o denli ağırdır ki, kaybedilen toprakların yanısıra ‘Osmanlı Onur’u da zedelenmektedir. Ancak Abdulhamit imzalayacaktır. Çünkü Rusya ile Abdulhamit arasında, ona ‘Taht garantisi’ veren bir ‘Gizli Anlaşma’ yapılmıştır (7).
O nedenle, Abdulhamit Ayastefenos antlaşmasını ‘başarı’ gibi görmekten çekinmeyecektir. Ancak, Meclis ve Kanun-u Esasi’ye göre antlaşma koşulları ‘vatana ihanet’ kapsamında değerlendirilebilecektir.
Böylece Meclis’in kapatılması ve Kanun-u Esasi’nin ‘askıya alınması’ için yeni ve daha zorlu bir gerekçe ile karşı karşıya kalmış olmaktadır ‘Ulu Hakan’.
Kuşkusuz bu da ancak, Rusya’nın bir gizli anlaşma yoluyla, iç ve dış tehditlere karşı, Abdulhamit’e arka çıkmasıyla mümkün olabilecektir. Ve neden Abdulhamit’in Cuma günleri Selamlık geçitlerinde Rus Kadet Okulu marşları çaldırttığına da bir açıklık getirmiş olacaktır (8).
Bürokraside Kıyım
5 Şubat 1877 tarihinde Mithat Paşa’nın Saray’a çağrılarak tutuklanmasıyla başlayan kıyım; Genelkurmay başkanı (Savaş Bakanı) Hüseyin Avni Paşa’nın katledilmesiyle sürecektir.
Sadrazam Mehmet Rüştü Paşa Aydın’a sürülecek, Şeyhülislam Hayrullah Efendi Arabistan’a gönderilecektir.
Mehmet Ali Paşa Arnavutluk’ta öldürülecek, general Kahraman ‘bir üst yerden aldığı emir’le öldürdüğünü söyleyen bir hapishane kaçkını tarafından Zincirli kuyuda vurulacaktır.
Sultan Abdulmecid’in damadı olan Damat Mahmut Paşa, Mithat Paşa ile birlikte Taif’e sürülecektir. 1884 yılında üzerinde Yüce Sultan’a Japon Fildişinden Sanat Eseri (Ivoires Japonais –Objet d’art pour S.M.I. le Sultan) yazan bir paket gelecek, içinden Mithat ve Mahmut Paşa’ların ‘kesik baş’ları çıkacaktır.
Birkaç kez Maliye Bakanı ve Sadrazam olan Sadık Paşa Limni’ye sürülecek, İsviçre’de Istikbal (L’Avenir) gazetesini çıkaran Ali Şefkati’nin mallarına el konularak ömür boyu sürgün’e gönderilecektir (9).
Danıştay üyesi Kemal bey Midilli adasına sürülecektir.
Abdulhamit’in hüküm sürdüğü süre içinde 25 Sadrazam değişecek, günümüz diliyle ortalama her 14 ayda bir hükûmet değişikliği yapılmış olacaktır.
Silk-i sekim-i iştirakiyun
Şemsettin Sami bey, Fransızca Sözlüğü (Kamus-i fransevi)’nde, Abdulhamit’in ‘sansür’ü dolayısıyla, ‘sosyalizm’i Silk-i sekim-i iştirakiyun diye tanımlamıştır (10).
Şemsettin Sami bey, ‘Cumhuriyet’i nasıl açıklamış sözlüğünde?
“Cümhuriyet; bir res-i müntehabın taht-ı riyasetinde bulunan bir hey’et”.
“Yani seçilmiş bir şefin başkanlığındaki bir heyet”.
Peki ‘Millet’ var mı Şemsettin Sami Bey’in sözlüğünde?
Olmaz olur mu?
Daha doğrusu, Fransızca ‘nation’ teriminin karşılığı nasıl açıklanmış?
“kavm-ü ümmet”.
Hayır öyle değil, ‘nation’ teriminin karşılığında aynen “millet, kavim” yazıyor diyenler olacaktır kuşkusuz.
Ancak, böyle diyecek olanların, “nationaliser” terimine bakmalarında yarar var.
Ve Şemsettin Sami’de ulusalcılık (haydi milliyetçilik diyelim) “nationalisme” ve ulusalcı (milliyetçi) “nationaliste” yok.
Ama emperyalist (impérialiste) var; “İmparatorluk taraftarı”.
Gelelim “Libérté” terimine.. Neymiş? “Serbestlik, ihtiyar”.
Ama ‘politik anlamı’yla ‘özgürlük’ var mı? Yok.
“Libéral”in karşılığı ise “Cömerd, Kerim, Sehi”.
Benzer biçimde, “Tyran” terimi de dar anlamıyla açıklanmış; “gaddar, şedid”.
Hükümdar, ‘souverain’ anlamı gizlenmiş.
Ancak, “Amerika’ya mahsus incir kuşu” anlamına değinilmeden edilmemiş.
“Tyran”, yani “Ameika’ya mahsus incir kuşu”!
Küçüğü, yani “tyranneau” ise “Amerika’ya mahsus iskete kuşu”.
Tam da bu nedenle, Türkiye’de bugün bile kimi terimlerin anlamlarını tam olarak bilinmez.
Hep bir ‘kavram kargaşası’ndan sözedilir.
Kaynağı ve kökeni, Osmanlıca olduğu kadar Osmanlıca’nın da ‘kasıtlı kullanımı’dır.
Ve bunda II. Abdulhamit’in 33 yıllık ‘sansür’ döneminin büyük payı vardır.
Genel Bir Değerlendirme
Her ne kadar Cumhuriyet’in ilanına değin birkaç padişah daha tahta oturmuşsa da; II. Abdulhamit Osmanlı İmparatorluğu’nun ‘son padişah’ı olarak değerlendirilebilir.
Nitekim, 1908 Genç-Türk Devrimi’yle birlikte II. Abdulhamit tamamen ‘işlevsiz’ kalmış ve 31 Mart 1909 olayları üzerine de ‘tahttan indirilmiştir’.
Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihine bakıldığında, 19. Yüzyılın başından itibaren altyapı ve ulaşım dışında, Türkiye’nin (ki o günlerden itibaren İmparatorluk’tan Türkiye diye sözedilmektedir) kapitalist anlamda ‘sermaye birikimi’ olgunluğuna gelmiş olduğu söylenebilir (11).
Oysa, gerek Sencer Divitçioğlu ve gerekse Niyazi Berkes’e göre, Batı’da zenginliği ele geçirenler (ekonomi) aynı zamanda Devlet’i ele geçirme savaşımı vermelerine karşın, Doğu’da bu ‘tarihsel süreç’, ‘Doğu Toplumları’na özgü ‘Devlet anlayışı’ yüzünden Batı’daki gibi olmamış ve ‘toplumsal durgunluk’ (stagnation) ve dolayısıyla ‘azgelişmişlik’e yolaçmıştır (12).
O nedenle de, Tanzimat (1839), Islahat (1856) ve Meşrutiyet (1876) Osmanlı’da ‘borç batağı’ dışında bir ‘düzen değişikliği’ne yol açmamış, tersine, dış güçlerin desteğiyle ‘yapısal’ nitelik olan zenginliği ele geçirme savaşımının bir parçası olmuşlardır.
İşte II. Abdulhamit bu ‘tarihsel süreç’in son temsilcisidir.
Oysa yukarıda sözü edilen Halil Şerif ve Mithat Paşa’ların görüşlerine uygun hareket edilebilse, Fransızların ‘Temmuz Monarşi’si gibi bir ‘Muşrutî Monarşi’yle Türkiye ‘azgelişmişlik kısır döngüsü’nü 1876’dan itibaren kırmayı başarabilecekti.
Ne var ki, II. Abdulhamit’in gerek ‘meşruiyet sorunu’ ve gerekse ‘kişilik sorunları’, Türkiye’ye en azından 30-40 yıllık bir zaman kaybına yolaçtığı gibi, ‘yapısal sorunları’nın sürmesinin de en önemli kaynağı olmuştur.
Habip Hamza Erdem
Notlar:
(1)http://www.dunya48.com/habip-hamza-erdem/28193-habip-hamza-erdem-anadoluda-turkler-24
(2) Albert Fua, Abdul-Hamid II et Mourad V, masque de fer : pages d'histoire / Bibliothèque nationale de France. İstanbul’da yayımlanan L’Indépendat gazetesi yayım yönetmeni Albert Fua, Meşveret gazetesine de danışmanlık yapmakta olup, Genç-Türkler ile yakın ilişki içindedir.
(3) Aslında ‘Darbe’ 31 Mayıs günü için planlanmış olmasına karşın, sezilmesi kuşkusuyla 30 Mayıs’a çekilmiş ama Murat’a haber verilememiştir. O nedenle, 30 Mayıs gecesi veliaht Murat derin uykuda iken, Genelkurmay başkanı diyelim, Hüseyin Avni Paşa onu sabahın üçünde uyardığı zaman, yarı uyanık, amcası Sultan Abdulaziz’in kendisini öldürtmeye geldiklerini sanmıştır. Kimi yazarlar, bu ‘Darbe’nin öncekilerden farklı olarak, saray içinden değil ama dışından, yani asker-sivil bürokratlarca yapılmasının bir ‘ilk’ olduğuna ve yüzyılın başından buyana yeni bir ‘politik sınıf’ın doğmuş olduğuna kanıt olarak ileri sürmektedirler. Allan Kaval, « Abdülhamid II, Sultan Ottoman (1876-1909) », Les Clées du Moyent-Orient, 27 Aralık 2011
(4) Benzetme değil ama tarihin ‘ilahi tekerrürü’ denilebilir. Hem 82 Anayası’sı üzerine yemin ederek göreve gelip, hem de o anayasayı tanımamak gibi bir durum. Sonra da ‘Başkanlık rejimi’. Bütün bunlar Abdulhamit’in torunları tarafından, onun nasıl tıpa tıp örnek alındığını göstermeye yeter. Günümüzdeki ‘Abdulhamit sevdası’, demek ki, sözde değil özde bir ‘aşk’ın dışavurumudur.
(5) Abdulaziz döneminde Dış İşleri Bakanı (1872-73), Abdulhamit döneminde de Adalet Bakanı olan Halil Şerif Paşa (1831-1879) yayımlanmamış ‘Anılar’ında (12 Şubat 1867), “yalnız bir anayasal rejimin Türkiye’yi koruyup kurtaracağını ileri sürmektedir. Öyle ki, müslüman ve gayrimüslümler arasındaki politik ve toplumsal ayrıcalıklar ortadan kalkacağı için, tüm toplumda birden bire bir ‘çalışma şevki’ doğacak o da ülkenin zenginliğinde önemli bir artışa yolaçacaktır. Böylece, Rusya’nın gayrimüslümler üzerine oynadığı oyunlara yer kalmayacağı için, hem Türkiye ‘Rusya baskısı’ndan kurtulmuş olacak ve hem de ülke apansız ‘ekonomik gelişme’ yoluna girmiş olacaktır. Bkz. Edouard Engelhardt, La Turquie et le Tanzimat, ou Histoire des réformes dans l’Empire ottoman, depuis 1826 jusqu’à nos jour, Libraires du Conseil d’Etat, Paris, 1882, s. 231
(6) Tarih’in böylesine ‘komplo’larla yürümediğini biliyoruz. Ancak yüzyıllar boyunca buna benzer ‘olay’ların olmadığını da yadısyamayız. Günümüz Türkiye-Suriye çekişmesinde ‘akıl ve mantık’ aramak ya da ‘ulusal çıkar’ gözetildiğini ileri sürebilmek için ancak ya ‘saf’ olmak ya da işte bu tür ‘tarihsel olaylar’ı hiç duymamış olmak gerekir.
(7) Albert Fua, A.g.e, s. 44
(8) Cadet Okulları, Rus Çarlığı’nın, 1653 yılından itibaren, Prusya örneğinden hareketle soyluların çocuklarını askerî okullarda eğitmek üzere kurdukları okullar olup, 1918 yılında Kızıl Ordu’nun kurulmasıyla kapatılmışlardır.
(9) Ali Şefkati, V. Murat’ın yakın arkadaşı olup, Cleanthi Scalieri’yle birlikte, lağım kanallarından ilerleyerek onu zindanda görüp konuşan ve akıl sağlığının yerinde olduğunu saptayan kişilerden biridir.
(10) Louis Bazin, “Censure ottomane et lexicorgraphie: Le Kamus-i fransevi de Sami Bey”, in CNRS, Economie et Sociétés Dans l’Empire Ottoman, Actes de colloque de Strasbourg (1-5 Juillet 1980), 1983, ss:203-206
(11) Sadun Aren, “Le Probème de l’industrialisation dans l’Empire Ottoman au XIXème Siècle”, a.g.e, ss: 449-458
(12) Ragıp Ege, « Réflexions théoriques sur le concept de stagnation dans l’analyse marxiste de l’histoire ottomane », Actes de colloque de Strasbourg (1-5 Juillet 1980), 1983, ss : 25-31