İki gözün sığdığı pencere
Aynı karından doğmadık. Aynı toprakta büyümedik. Aynı okulda okumadık.
Fakat aynı düşmana esir düştük. Göğün telle kapatıldığı bir duvar dibinden aynı gökyüzüne baktık. Ölüme de hürriyete de beraber yürüdük.
Doğa, insana şanslıysa bir kardeş hediye ediyor. Ancak sonradan kardeş olmak için ateşle sınanmak gerekiyor.
Dokuz yıl önce birlikte gözaltına alınmış, birlikte tutuklanmış, Metris’ten Silivri’ye beraber götürülmüştük. 19 ayın ardından tahliye haberini veren hâkim bile adımızı ayrı ayrı söylememiş, “Barışlar” diye okumuştu.
Kaldığımız yerden bıraktığımız gibi devam ettik.
Bugün mü, yarın mı diye bir başka esareti bekledik. İnsanlar ölümden korkuyordu, hastalıktan korkuyordu, yalnız kalmaktan korkuyordu. Biz korkmaktan korkuyorduk. Çünkü korku akla örülmüş bir duvardır, insanın harcını kendisinin kardığı iç hapishanesidir. Hepsini yenmek istiyorduk.
4 Mart günü beklediğimiz oldu. Önce beni aldılar. Bir gün sonra da onu getirdiler. Tek başımıza koydukları yetmedi. Bağırsak, birbirimizin sesini duymayalım diye aramıza boş koğuş bıraktılar. Biz çığlıkla birbirimize fısıltı olduk.
Yayımladığımız MİT raporları
Dokuz yıl önce birlikte kitap yazarken tutuklanmıştık. Çivi çiviyi söktü. İki ayrı koğuşta birbirimizi görmeden birlikte kitap yazdık. Hapisten çıktık. Bizi bilgisayarlarımızda bulduklarını söyledikleri “çok gizli” belgelerle suçluyorlardı. O belgeleri alıp üzerine ikinci bir kitap yazdık.
MİT’in FETÖ üzerine yazdığı raporları, yaptığı çalışmaları, hükümet “rafa kaldırdık” diye övünürken birlikte anlattık. Kitap, yıllar sonra FETÖ hakkında yazılan iddianamelere kaynak oldu, savcılar dipnot verdi. Ne garip, devletin savcıları devletin birikimini devletten değil nasırlı parmaklardan çıkan kitaplardan öğreniyordu.
Kurt kuzuyu yemeye karar verdi
Bütün bunların ardından 4 aydır bizi içerde tutan o habere bir daha bakıyorum. Avukatımın “3 satırlık bir haberle insan tutuklanır mı” dediği, tutuklayan hakimin “ama etkisi büyük” diye yanıt verdiği günlerdir konuşulan habere. Her akşam televizyonlarda emekli askerlerin, çok derin stratejistlerin, “açıklıyorum” diye konuşmaya başlayan gazetecilerin söylediklerini dinledikten sonra, “sır” dedikleri MİT şehidinin cenazesinin haberine.
Şehidin MİT’ten mensubu olduğu anlaşılmasın diye “Teşkilat Başkanı” pankartıyla gönderilen çelenge, koca fotoğraf makinesiyle yapılan “gizli çekim” dedikleri fotoğrafa, belediye başkanından milletvekiline koca ilçenin katıldığı “gözlerden uzak” diye tarif ettikleri törene, aynı zamanda kahvehane işleten muhtardan öğrenilen “devlet sırrı”na, 100 yaşındaki Millet Meclisi’nde kameralar önünde açıklandığı halde “kimsenin bilmediği bilgi”ye, MİT mensubu olduğu anlaşılmayınca savcılığa “bunlar MİT mensubu” diye yazı yazan “istihbarat kurumu”na…
Kurt kuzuyu yemeğe karar verdiyse en açık sözler giz olur, en edepli laflar küfür sayılır.
Şimdi kalanlar kurdun elinde.
Herkesin bildiği hikâye
Ben açılan demir kapıdan geçip duvarsız bir hapishaneye yürüyorum. Garip ama insanların koşarak yürüdüğü bu yolda ben adımlarımı küçültüyorum.
Her demir kapının üzerine iki gözün sığacağı pencereler var. Onlar gardiyanlar içeri baksın diye yapılmış. Tahliye günlerinde ise mahpuslar dışarı bakıyor. Her birinde bir başka hayatın dünyaya açılan kapılarını görüyorum.
Önceki akşam karar açıklanmadan önce beklediğimiz adliye hücresinde Barış Pehlivan bana “düşündüm, bunca yıl cefa çektik, hiç sefa sürmemişiz” dedi. Sanki kararı önceden biliyormuş gibi, dönüşte moral versin diye dört aydır yemediği çikolatayı, şekeri hazırlamıştı.
O akşam karar açıklanmadan önce [b]Murat Ağırel[/b] bana “çıkarsan Ali Derya ile Ada’yı oynamaya götürürsün” dedi. Sanki birimizin çocuğunun babasını beklemeye devam edeceğini önceden biliyordu.
Hapishanenin nasıl bir yer olduğunu tutuklanmayı beklerken bizim anlattığımız Hülya Kılınç bile her şeyin farkındaydı.
Herkesin her şeyi bildiği bu hikâyede ben yalnız istikbaldeki ışığı görüyorum. Bir ülke yalnız sınır boylarında, duman çıkan bacalarda, çocuk seslerinin duyulduğu okullarda yaşamaz. Bir memleket dikene, ateşe ve demire çıplak elle dokunan aydınlarıyla da yaşar.
Yalnız bir ömrümüz var ama daha çok hayat yaşayacağız.
Barış TERKOĞLU, 26 Haziran 2020