Cemaate hizmet etmiş insanların, iş birliği yapanların, en hafifinden sempati duyanların mazereti şu: Anlayamadık, bizi aldatmışlar. Diyemiyorlar ki; biz İslamiyet’i anlayamamışız, İslamiyet’i doğru dürüst bilmiyormuşuz. Bunu söyleyemiyorlar.
Aldanmak insani bir meseledir ama, “mümin çukura bir defa düşer” İslamiyet’i bilen biri niye aldansın. Kendilerini ne kadar gizlerlerse gizlesinler, onlarca yerde açık veriyorlar. Diyalogda, “Hoşgörü bile yetmez, karşıdakileri her haliyle kabul etmek gerekir” fikri mi, “İsa’nın etrafında bütünleşmelidir” kanaati mi?
Türkiye’de yıllardır oluşmuş olan şu gerçeği görmeden doğru yorum yapamayız.
Radikal İslamcılarla, Siyasi İslamcılar, Cumhuriyet döneminde bir yere takılmışlardır ve gizli-açık, hücum edip dururlar, Atatürk ve kurulmuş olan T.C. Devleti’nin felsefesi ve ideolojisine. Bu gruplara göre; bu felsefe ve ideolojiye karşı çıkılmalıdır ve devlet yeniden kurulup düzenlenmelidir. Dinsiz devletin yerine din ağırlıklı bir devlet, Atatürk’ün, Türk’ün ve Türk Milliyetçiliğinin yerine bir ümmet düzeni kurulmalı, ismi ve kimliği konmalıdır. Türkiye İslam Devleti mi, Anadolu İslam Devleti mi, Yeni Osmanlı Devleti mi, veya benzeri bir isim ve kimlik. Bu zihniyet oluşumunu görmemiz lazımdır. Bunu şiar edinen kişi ve gruplar, siyasi veya cemaat yapısında veya tarikat biçiminde olsun dini gruplar, T.C. Devleti’ndeki ve onun ideoloji uygulamasındaki olumsuzlukları, tenkit edilebilecek noktaları, bazı hataları, aksamaları olabildiğince büyütmüş, kullanmış, çoğu kez saptırmış, istismar etmiş ve sonuçta hücum etmişlerdir. Metodları, nitelikleri, bilgi seviyeleri ne kadar farklı olursa olsun bu ilk hedefte her şeyden önce fikir olarak mutabakat halindedirler. Bazı siyasi gruplar da dini gruplar da aynı yola dahil olmuşlarıdır. İş birliği içinde olmalarının sebebi budur.
Atatürk, düşmanlığı had safhada
30-40 yıldır öne çıkmış olan Gülen cemaatinin de ilk hedefi Türk, Atatürk ve T.C.’nin kuruluş felsefesinin dönüştürülmesidir. Fakat bu cemaat önderlerinin bu hedefte kalmayacağı ve nihai hedeflerinin daha geniş olduğu açıkça anlaşılmış olmaktadır. Bunu dış güçlerle birlikte yürüttükleri de anlaşılmıştır. Diğer bir çok dini grubun darbeyi akıllarından geçirmediklerini söyleyebiliriz. Her kesimden, her kadrodan mürid kazanmak istedikleri muhakkaktır. Fakat özel olarak ve siyasi nitelikli kadrolaşma ve hücre faaliyeti içinde oldukları görülmemiştir. Bunlar takiyye de yapmazlar. Onların yanlışlıkları, bazı sapmaları, aşırılıkları ve mevcut nizama tepkileri elbette onları meşrulaştırmış olmuyor. Ama gerçek bu. İlk defa hücre faaliyetli ve geniş niyetli, takiyyeli, sinsi bir cemaat yapısıyla karşılaşmaktayız. Ne kadar dinden imandan söz ederlerse etsinler, bir dini cemaat olmadıkları bellidir. Dini cemaat bu kadar yer altı siyasetini niye yapsın? Bu kadar gizlenmeyi, aldatmayı, sahtekarlığı niye yapsın? Hem de Müslümanlara karşı kan dökmeyi neden göze alsın? Diğer dini gruplardan daha önde olarak, maalesef bazı siyasi teşekküller söylediklerimizin çoğunu ve onların gerçek niyetlerini bilmeden, belki bazıları bilerek, bu cemaatle iş birliği yaptılar. İlk hedef müşterekti: T.C.’yi ayıklayıp dönüştürmek. Menzil (hedef) aynı görünse de, hem metod farklılığını, hem hedefin genişliğini, ayrıca dönüştürülmek istenilenin yalnız devlet ve millet değil, İslam’ın kendisi olduğunu sonunda anladılar.
Tuttukları yoldan tamamen mi vazgeçtiler?
Kendi hedeflerini adı geçen cemaatinkinden ayırmaya ve arındırmaya çalışıyorlar. Devleti dönüştürme hızları kesildi. Sulandırılmış liberal kapitalizme ise devam. Esasen bu iktisadi sisteme bir çözüm bulmadıkça, meselelerimizi halledeceğimiz şüphelidir. Şüphesiz hepsi için diyemeyiz ama bazılarında Atatürk, hatta Türk düşmanlığı öylesine bağımlılık yaratmıştır ki, her fırsattan istifade etmek istiyorlar. Her ne olursa olsun bu cemaat ile diğer dini ve siyasi grupların farkı açığa çıkmış oluyor.
Tebliğ değil, takiyye
Tarikat şeklinde yahut benzeri yapıda dini gruplar, birinci hedefte müşterek olsalar da, insan tipini maneviyatta başkalaştırarak değil, dar ve sapmalarla da olsa kendilerine göre bir eğitim şekli kullanarak elde etmek istemişlerdir. Bazı siyasi partiler ise, kanun değişiklikleriyle ve açıkça görülen icraatlarla dönüşümü sağlamak istemişlerdir. T.C. Devletini, kendilerine göre yanlışlıklardan arındırayım derken onu tamamen yıkıp Batı dünyasıyla birlikte ona yeni bir düzen getirelim dememişlerdir. Adı geçen cemaat ise, İslam’ın kendisini başkalaştırmak, içerisine, başta Hıristiyanlık ve Yahudilik olmak üzere diğer dinleri dahil ederek müşterek bir algı üzerine (en yakını Bahailik gibi) bir İslam Dünyası oluşturmak, buna başta ABD olmak üzere Batı’yı da dahil etmek amacını gütmüşlerdir. Bunun için gerek ABD ile ve onun CIA’sıyla, gerek Papa’lıkla iş birliğine soyunmuşlardır. İçe dönük tavrı, insanları güya iyi bir Müslüman yapmaktır. Ancak gizlenen niyete bu bir vasıta kılınmıştır. Metod korkunç denecek boyutta ve gayri İslamidir. Takiyye ve sinsilik, hücre faaliyeti ve gizlice kadrolaşmak, işte diğer gruplardan önemli farkı da buradadır.
Misyonerlik faaliyetini bile aşan bir taktik güttüler. Misyonerlik faaliyetinde gizlilik esastır ama hücre faaliyeti yoktur. Mevcut Hıristiyanlığın ve misyonerliğin kurucusu Pavlus der ki; ‘Herkesle her şey olunuz.’ Önce şu misyonerlik ve tebliğ farkı üzerinde durmak gerekir. Tebliğ açık seçik bilgi aktarımı, davet, karşıdakinin tam hürlüğü içinde onu kazanmadır. Misyonerlikte bu açıkça veya gizli yapılabilir ve takiyye buna dahildir. İslam’da takiyye, kesin bir ölüm korkusu dışında meşru değildir. Ölüm korkusu karşısında bile takiyyeyi şart koşmaz, ancak izin verir. Takiyye yapmadan ölümü göze alabilirsiniz. Yani takiyye bir ilke olarak asla söz konusu olmamıştır. Bu parantezden sonra şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, -çünkü görüyoruz ki- Gülen cemaatinin uyguladığı metod tebliğ değil, takiyye ile gerçekleşmiş ve en çirkin şekliyle bir misyonerlik ve dahası hücre faaliyetidir. Bugün darbe teşebbüsü ve altında yatan süreç bu dediklerimizi açığa çıkardı. Biz bunu fikir planında 14 yıl önce adına da ihanet diyerek kitaplaştırmıştık. Pek az kişi dışında itibar edilmedi. Bugün; haklıymışsın az bile yazmışsın diyorlar ama iş işten geçti.
İslamiyet’i bilen niye aldansın
Cemaate hizmet etmiş insanların, iş birliği yapanların, en hafifinden sempati duyanların mazereti şu: Anlayamadık, bizi aldatmışlar. Diyemiyorlar ki; biz İslamiyet’i anlayamamışız, İslamiyet’i doğru dürüst bilmiyormuşuz. Bunu söyleyemiyorlar. Aldanmak insani bir meseledir ama, “mümin çukura bir defa düşer” İslamiyet’i bilen biri niye aldansın. Kendilerini ne kadar gizlerlerse gizlesinler, onlarca yerde açık veriyorlar. Diyalogda, “Hoşgörü bile yetmez, karşıdakileri her haliyle kabul etmek gerekir” fikri mi, “İsa’nın etrafında bütünleşmelidir” kanaati mi “Müslüman İsevi veya İsevi Müslüman” kavramları mı, Papa’ya yazılan mektup ve ifadeleri mi, onları anlamaya yetmedi?
Dünya Kiliseler Konseyi (WCC) ve Papalık Dinlerarası Diyalog Konsili ile iş birliği içine girmelerinin açıkta cereyan etmesi mi? Hilal içinden yıldızı çıkarıp Haç koymaları, minarenin yanına Haç dikmeleri, Kur’an, Tevrat ve Haçı üst üste görüntülemeleri mi onları anlamamıza yetmedi. “Dinler Bahçesi” adı altındaki rezillikler, her gün papazlarla düşüp kalkmaları onları anlamamızı sağlamadı mı? Her türlü gizliliklerine ve sinsiliklerine rağmen bunlar ve daha onlarcası açıktan açığa sergileniyordu ve bunlar kendi yayın organlarından görüntülenmiştir. Çete başının “ABD’nin egemenliğinin zayıflamasından kaygı duyulmalıdır” ifadesi, “Irak’ta ölen Amerikan askerlerine içim sızlıyor” demesi, bizi uyandırmaya yetmedi mi? Bunlar çete başıyla röportajlardan yansıyan cümlelerdir.
Gerek siyasetçilerin, gerek yöneticilerin, gerek Müslümanız diyen aydınların, “aldandık” mazeretleri nasıl kabul edilebilir. Sonra yıllarca beraber yaşayıp birlikte iş görmüş insanlar nasıl anlamamışlar? Hizmet ettikleri İslamiyet’i böyle bir şey mi zannetmişlerdir? Hele hele İlahiyat hocalarının ve Diyanet yetkililerinin “aldanmışız” mazeretleri şaşırtıcı değil mi? Önemli bir kısmı profesör unvanı taşıyan Diyanet İşleri yetkilileri, İslamiyet’i de Gülen cemaatinden mi öğreniyorlardı? Bunların ne olduğunu sıradan, mütevazı vatandaşlarımızın bile çoğu anlamıştı. Aldanmış olanlar acaba diyorum, o birinci hedefe yani T.C.’nin dönüştürülmesine kilitlenmiş olanlar mıdır? Yoksa gerçekten İslamiyet’i iyi anlamamış olanlar mıdır? Diyanet İşleri, teşkilatta “Dinlerarası Diyalog Masası” kurmadı mı? Başına bir doçent getirmedi mi? Diyanet, çıkardığı takvim yapraklarından birinin (2005 7 Kasım Pazartesi) sayfa arkasına Dinlerarası Diyaloğu öven yazı yazmadı mı? Hatay’da, Siyon Yıldızı, Haç ve Hilal ile HATAY yazılmış amblem altında yapılan “Düşünce ve Kültür Platformu”na katılan Diyanet İşleri’miz değil miydi?
Bir Müslüman’a göre tarihe gömülü olan ve Kur’an-ı Kerim’de ibretlik örnekler verilen Kitap Ehli’ni yeniden ihya etmek isteyen ve onlarla iş birliği içine giren bir cemaate, İlahiyatçı veya Diyanet mensubu nasıl kapılabilir?
Diyalog örtülü misyonerliktir
Kanlı bir darbe teşebbüsü oldu, kafalarına dank dedi. Bu darbe bana hiç sürpriz gelmedi. Gününü, saatini, elbette bilecek değildim. Hatta böyle bir darbe şeklinde olacağını da bilemezdim. Ama bir gün bir hamle yapacakları belliydi. Bunu anlamayacak ne var. Bunca hazırlık niçindi? Güya bir dini cemaat; üniversiteye, bürokrasiye, yargıya, iş adamına, esnafa, polise, askere niye sızsın, adım adım onları “çete inancı” kaydına geçirsin, hücreler kursun, “kılcal damarlarına” girsin, adım adım ilerlesin? Niçin? Boşuna mı? Müslümanlıklarını artırmak ise bunları açık açık yapamaz mıydı? Sonra niye devleti esas alan bir kadrolaşma? Bunları görmez olmak bizi sorumluluktan kurtarır mı?
14 yıl önce “Dinlerarası Diyalog İhaneti” kitabımda çok şeyler yazdık. Çevre, “din ve iman” zannıyla öylesine afyonlanmıştı ki, kitabı bastırmakta bile ne zorluklar yaşadık. Kitabın yayılmasını, dağıtılmasını engellemek için cemaat neler neler yaptı. 240 sayfada bizim söylediğimiz şunlardı: Dinimiz bize öğretmiştir ki; “Sana düşen ancak tebliğdir.”, “Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et.”, “Yahudilerle Hıristiyanları (gerçek) dost edinmeyin (velayetleri altına girmeyin), onlar birbirlerinin dostudurlar...” (Bu ayeti caminin ilan tahtasına yazan cami imamı için Diyanet soruşturma açmıştı).
Duruş, samimiyet ve açıklık İslamiyet’in önem verdiği bir husustur. Doğruyu eğriye karıştırmamalıdır. Akıl bize süflörlük yapıyordu ki; maksadı gizlenmiş işe diyalog adı verilmez, diyalog örtülü bir misyonerliktir, Müslüman İsevi veya İsevi Müslüman olmaz, ‘İbrahimi Dinler’ diye bir şey olmaz, İbrahim’in üç tane dini yoktu, tevhid esasını getiriyordu, Hz. İsa’ya inanırız, fakat artık o, sosyolojik olarak tarihi bir varlıktır, Müslümanlar artık İsa’nın değil Hz. Peygamberin etrafında bütünleşmelidirler. Ne yazık ki cemaat ve tarikatların çoğu “din içinde din” veya “özelleştirilmiş din” olmuşlardır, meseleye böyle bakmalı, onları bu yönde incelemelidir.
Tarih ve sosyal olaylar bize öğretmiştir ki; ‘İbrahimi Dinler’ kavramını ilk kullanan ‘Lonis Masignon’dur. Müslümanları ve dinler arasındaki ilişkileri Hz. Muhammed’den kurtarma amacını güdüyordu. Vatikan, Lonis Masignon, Karl Rahner’e ve benzerlerine bakarak, telkin ve tavsiyelerini göz önüne alarak, resmi diyalog sürecini başlatmıştı. Gülen cemaati de buna hizmet etmiştir. Batılılar, cemaat müritlerinin itiraf ettikleri gibi (Ali Ünal) Fetullah Gülen’e diyaloğun avukatı unvanını vermişlerdir. Thomas Michel bir Cizvit Papazı profesörüdür. Gülen cemaatini çok övdü. Yurt dışındaki okullarda bir çeşit teftiş görevi yapıyordu.
Misyoner okuluna bağış
Cemaat, siyasetle daima iç içe olmuştur. Hristiyanlığı yaymak için kurulmuş bir okula 2 milyon dolar bağış yapmıştır. Hristiyanlara ve ruhbanlarına gösterilen dostluk, Türk Devletine, Türk askerine, Milliyetçi kuruluşlara gösterilmemiştir. Dinlerin aşkın (transandantal) birliğini ideal edinen cemaatin lider ve bağımlıları şunları söyleyebilmiştir:
Muhammed Allah’ın Resulüdür kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve merhamet bakışıyla bakmalıdır.
Çete reisi bununla ilgili Ali-İmran -64 ayeti için, “Bakın burada Muhammedun Resulullah yok” diyebilmiştir. Gülen hareketi bir tecdid (yenilenme) hareketi imiş. Gülen’in tecdidi, lisan-ı hal ile yenilenmiş Kelam imiş. Thomas Michel’e göre Gülen’in maneviyat dediği, dini öğretileri aşar. Ahlakî, mantıkî, psikolojik, sağlıklı ve etkin bir açıklığı ihtiva eden anahtar terimler, hoşgörü ve şefkattir. Bakanlık da yapan profesör unvanlı ilahiyatçı ve diyalogcu bir zat, “İslam dinini Müslüman olmayanlara tebliğ etmek, en dinsizce harekettir” diyebilmiştir. Emekli bir akademisyen, Küçük Ayasofya Camii’ni gezerken; Şu anda ben kendimi, hem Hıristiyan, hem Musevi, hem Müslüman hissediyorum demiştir. Yayınladığımız kitapta bunların ve daha birçok tavrın belgesi ve kaydı mevcuttur.
Satır arasında söyledik ama tekrar işin can alıcı noktasına gelirsek; bu zihniyetin aldatmasını, yakıp yıkma arzusunu, diğer bir çok tehlikeyi, üzerimize çöreklenmiş olumsuzlukları, Liberal-Kapitalizm ile birlikte mütalaa etmelidir diyoruz. Bu da başlı başına bir konudur.
Prof. Dr. Yümni SEZEN, 29 Ağustos 2016