İLBER ORTAYLI ve TARİH
İlber Ortaylı Türkiye’nin yetiştirdiği ender tarihçilerimizdendir.
Son Kitabı Osmanlı’ya Bakmak (Osmanlı Çağdaşlaşması) da yine yeni bilgiler sunan önemli bir çalışma.
Hangi Kralın kaçıncı eşinden tutun da, teyzesinin oğlunun nasıl resim yaptığına değin ayrıntılı ‘tarihsel’ bilgiler edinmek olası.
‘Ulus’ ve ‘Uluslaşmak’ üzerine de kimi yerinde saptmaları var.
Bu konuya ayrıca döneceğiz, ama özellikle ‘Anayasa’ tartışmalarının yapıldığı şu dönemde, Osmanlı Anayasası’na ilişkin yazılanları bir kez daha yinelemenin yararı olabilir.
“Osmanlı İmparatorluğu’nun anayasal monarşi sistemine geçişi, Balkan Slavlarının (1875 Bosna-Hersek ve Bulgaristan olayları) ayaklanmaları ile 1877 Osmanlı-Rus Savaşı arasındaki devreyi kapsar gibi görünür, diyor İlber Ortaylı. Gerçekten de Bâbıâli bürokrasisinin mutlak hükümdarlığı, kısa parlamenter dönem süresince devlet ve toplum hayatından çekilmiş gibiydi”. (s. 242-43)
Öyle ki, “Türkiye’nin toplumsal siyasal hayatında ne olursa olsun önemli bir yenilikti ve geleceğin inkılâplarını hazırlayan bir aşamaydı”.
Kitabın belki de ‘sonsöz’ü olarak yeralan şu saptaması, kendisinin de vurguladığı gibi ‘çok’ daha ‘önemli’ sayılmalıdır: “Türk toplumu harf devrimi ile büyük bir değişmeye girmiş değildir, değişmeye giren Türk toplumu, harflerini değiştirmek zorunda kalmıştır”. (s.310)
Bu tümceden hareketle Türk tarihçilerinin de ‘öncelikle’ Türk toplumunun ‘değişimi’ne uygun olarak ‘Türkçe’lerini de ‘değiştirmek’ zorunda olduklarının altını çizelim.
Demek ki, önce, Batı’nın reform, restorasyon ya da revolüsyon terimlerine karşılık gelen ‘düzenleme’lerin Türkçe karşılıklarını bulup kullanmamız gerekmektedir. Acaba ‘İnkılâp’ reformun mu, restorasyonun mu yoksa revolüsyonun mu karşılığı olarak kullanılmaktadır?
‘Devrim’ demek neden büyük tarihçimizin dilinin belini bükmektedir acaba?
Bir ‘harf ihtilali’ olmasa bile ‘dil ihtilali’ yok mudur? ‘Kemali ihtiram’la sorulabilir örneğin.
Kendisiyle ‘çelişmesi’ni şimdilik bir yana koyarak, 1875-1877 arasındaki o kısa ‘anayasal monarşi’ döneminin, yani Osmanlıcasıyla ‘Meşrutiyet’in “geleceğin devrimci atılımlarının hazırlık dönemi” olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz.
Zaten İlber Ortaylı, bozuk bir Türkçeyle, 19ncu yüzyılı “Osmanlı Devlet’inin reform asrı” olarak nitelendirmektedir. Şu ayırımla ki, Abdülmecid (1823-1861) ve Abdülaziz (1830-1876) dönemlerinin “IInci Abdülhamid dönemine göre farklı bir yanı, hükümdarın kişisel diktatoryasından çok, sadrazamların ve etrafındaki kadronun aydın dikta dönemi olmasıdır”.
Böylece “sadrazamların ve etrafındaki kadronun aydın dikta dönemi” ile “geleceğin devrimci atılımları”nın aynı döneme denk geldiğini de öğrenmiş oluyoruz.
Kaldı ki, “Yaşanan çağın ve ülkenin gerçeklerinden kopuk bir aydın bürokrat fantezisinin eseri” olmadığını (s. 243) da kabul etmek durumunudayız.
Ancak, bu yazıda, İlber Ortaylı’nın “1876’da ilan edilen meşrutî rejim(in) imparatorluk yıkılana kadar yaşadı(ğı)” tezi üzerinde duracağız (s.244).
Bu sav, ‘1908 Genç-Türk Devrimi’nin olmadığı ya da onun da bir ‘restorasyon’, veya ‘reformasyon’ hareketi olduğu biçiminde anlaşılabilir.
Her ne kadar, 1908 devriminde ‘atılan toplar’, ramazan topu değilseler de, ‘Avrupa baskısı’yla da atılmamış ama ‘Balkan Ulusçuluğu’nun baskısıyla atılmıştır.
Her şey bir yana, ortada bir ‘ulusculuk ideolijisi’nin olduğu doğrudur, demek ki.
‘Balkan ulusculuğu’, Bulgar, Yunan, Makedon, Arnavut, Arap, Ermeni ‘ulusçuluğu’ olur da ‘Türk ulusçuluğu’ olmaz mı?
Dedik ki, bu konuya başka bir yazıda değineceğiz.
Şimdi ‘Anayasa’nın ilanı’ ya da ‘Meşrutiyet’e geçiş’ üzerinde durmaktayız.
Kaldı ki Ortaylı’ya göre, “Avrupa, meşrutiyet rejimi ve parlamento ile ilgi”lenmemektedir bile!
“İngiltere ve Fransa ise bu rejimi Osmanlılara yakıştıramıyordu, hatta parlamentonun kurulup çalışabileceğine bile inançları yoktu” (s.244).
Oysa İlber Ortaylı kraliçelerin teyzelerinin torununun nasıl keman çaldığını biliyor olmasına karşın, Jean Dorsay’in Le Matin gazetesindeki başyazısında “Türk Devrimi’nin etkilerinin Fransız Devrimi gibi olacağından da kuşku duyulmamalıdır, diye yazdığından haberi yoktu. Çünkü, diye devam ediyordu yazar, tarihsel koşullar hemen hemen aynı. Ve Türk Devrimi, çağdaş tarihin doruk noktası olarak ortaya çıkmıştır. Onun Tüm ülkelerin devlet adamaları üzerinde bugün olduğu gibi yarın da görmezlikten gelemeyecekleri sonsuz yankıları olacaktır”. (bkz, Habip Hamza Erdem, Fransız Basınında Genç-Türk Devrimi, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2016, s. 41)
[Geçerken değinmeden edemeyeceğim; bu çalışma alanında ilk ve tektir ama Türk aydınları arasında yeterli ilgiyi görmemiştir. Onu da, haklı ve yerinde bir tepkiyle, aydınlarımızın düzeyine bağlıyorum.]
Said Paşa’nın Fransız Cumhuriyet anayasasını çevirdiği ve 1876 Anayasa’sının hazırlanışında ‘esin kaynağı’ olduğuna kuşku yok (Ortaylı, s.247).
1877 yılında Meclis-i Mebusan dağıtıldı ama 1878 Ocağı’nda yeniden toplandı. Bir ay sonra IInci Abdülhamit onu da dağıttı.Meclis seçimleri ‘süresiz ertelenmiş’ oldu.
Ve bu süre Temmuz 1908’e değin uzatılmış oldu.
Yani 1876 Anayasa’sı yürürlükte ve Ayan Meclisi çalışır durumdaydı.
“Meclis salnamelerinde anayasa neşrediliyor, mebuslar ve âyan üyelerinin ismi yeralıyordu. Äyan meclisi üyeleri maaş alıyor ve protokole dahil olduklarından merasimlere katılıyorlardı. Basına sansür konmuştu, ama ‘matbuat kanun dairesinde serbesttir’ hükmü buna cevaz veriyordu. Selamet-i amme için 113ncü meddenin verdiği sürgün hakkını saltanat makamı 30 yıl kullandı” (s. 255)
“Aksak anayasa ‘istibdat’a cevaz veriyordu. Evet II. Andülhamid dönemine istibdat devri deniyor, ama mutlakiyet devri denmiyordu, çünkü anayasaya göre meşrutiyet yaşıyordu ve meşrutiyet rejimi zihinlere yerleşmişti” (aynı yerde).
Şimdi İlber Ortaylı’nın ‘tarih tezi’ne dayanarak, ‘Alaca Karanlık Hükûmetleri’nin, anayasal parlamenter hükûmetler olduğu ileri sürülebilir mi sürulemez mi sorusu sorulabilir.
Ve çok rahat bir biçimde, seçimlerin ‘Seçim’, milletvekillerinin ‘Milletvekili’, bakanların ‘Bakan’, başbakanın ‘Başbakan, Cumhurbaşkanının ‘Cumhurbaşkanı’ ve anayasanın da ‘Anayasa’ olduğu ileri sürülebilecektir.
Giderek hükûmetin ‘Hükûmet’ ve devletin ‘Devlet’ olduğu ileri sürülebilecektir.
Peki ama artık ‘inkılâp’ mı, ‘ihtilal’ mi, restorasyon mu, reformasyon mu ya da revolüsyon mu bu düzenin neresinde yapılmak isteniyor ve kimler istemektedir?
Ve ‘nasıl’ yapılacaktır?
Bilim, hep yineleyegeliyoruz, ‘olgu ve olayların’ niçinine değil ‘nasıl’ına yanıt aramaktır.
Tarih de bir bilimse, ki bilimlerin anasıdır, İlber Ortaylı’dan bu ‘nasıl’a yanıt beklerdik.
Varsa da, Osmanlıya Bakmak’tan biz çıkaramadık.
Umalım ki, çıkarması gerekenler çıkarmış olsunlar!
Habip Hamza Erdem