DEMOKRATİK CUMHURİYET (3)
‘Demokratik Cumhuriyet’ teriminin ilk kez Fransa’da 1848 Devrimi sırasında dillendirildiğini söylemiştik.
Sonra, 1848 Devrimi’nin hem ‘sosyal’ ve hem de ‘politik’ yönü olduğundan söz etmiştik.
Örneğin 1848 ‘Geçici Hukûmeti’, Banquet’lere katılıp ‘Klüp’lere üye olan sıradan halkı kabul edip görüşlerini dikkat alıyorlardı.
Kadınların henüz ‘seçme ve seçilme hakları’ yoktu ama ‘Ulusal Güçler’ diyebileceğimiz ‘Garde Nationale’a katılabiliyorlardı.
Zaten, 1789 Devrimi’nde etkin olan Klüp’ler ile Garde Nationale, ancak 1848 Devrimi’yle yeniden açılacaklardı (*).
Garde Nationale, geniş anlamıyla ‘Düzen’in korunmasına yardımcı oluyordu.
Yani sadece ‘kurulu düzen’(establishement) değil ama ‘Devrimci hareketin düzeni’ de bu ‘Garde National’in sorumluluğunda idi.
Eğer tam bir karşılık aranacaksa, Türk Devrimi sırasındaki ‘Kuva-i Milliyye’ örnek olarak gösterilebilir. Kaldı ki, Kuva-i Milliye de ‘Ulusal Güçler’ demektir.
1789 Devrimi’nde sayıları elli bine yaklaşan bu ‘Ulusal Güçler’, Napolyon’la birlikte tasfiye edilseler de, ‘Devrim günleri’nde önemli güvenlik ve ‘politik’ bir ağırlık taşımaktaydılar.
ABD dahil birçok ülkede benzer adla, ‘rezerv’ olarak ‘milis’ güçler hep var olmuştur, ama Fransa’daki Garde Nationale ‘Devrim süreci’nde doğrudan görev başındadır.
Bir başka deyişle ve sözcüğün tam anlamıyla Garde Nationale ‘Devrim Muhafızı’ demekti.
Bu parantezi kapatırken, günümüzde iktidar ya da iktidar adayı partilerin kurdukları ‘milis güçler’e her ne kadar ‘millî’ ya da ‘ulusal’ etiketler yapıştırılıyorsa da, gerçekte bu güçlerin sadece ‘kurulu düzen’den nemalanıp ‘establisment’dan pay kapmak amacı taşıdıklarını söyleyelim.
Oysa, ‘Devrim’ deyimi (notion), ancak kurulu düzenin ‘değiştirilmesi’ süreci için kullanılabilir. İktidarın ‘siyasal geleceği’ için yapılan en köktenci ‘siyasî atılımlar’ da ‘devrim’ diye adlandırılamazlar.
Meğer ki, ‘karşı-devrim’in kökleştirilmesi için yapılmış olmasınlar…(!)
Öte yandan, ‘ayaklanma’, ‘başkaldırı’ (insuréction), isyan (révolte), hareket (mouvement) ve benzeri kavramların da ‘Devrim günleri’ için ayrı bir anlamı olduğunun altını çizelim.
Çok daha önemlisi, ‘özgürlük’ teriminin de, tarihçi Michèle Riot-Sarcey’in saptadığı üzere sadece 1848 Devrimi günlerinde en geniş anlamında, yani sosyal, politik, entelektüel ve gündelik (domestique) anlamlarının bütünü için kullanıldığını söyleyelim.
Bu şu demektir; bir ayaklanma, iş için, aş için, sosyal destek için, bir haksızlığın önlenmesi ya da giderilmesi için olabilir ama ‘politik’ olmayabilir.
O nedenle bu tür ‘talep’ler için yapılan her türlü eylem ‘sosyal’ olarak adlandırılmakta ve ‘politik’ olandan ayrılmaktadırlar.
‘Sokaklar yürümekle aşınmaz’ sözü tam da bu durum için söylenmiştir.
Çünkü, eninde-sonunda sokak bitecek ve yürüyenler evlerine döneceklerdir.
Oysa, yürüyenler müdürlükse müdürlük, bakanlıksa bakanlık ve meclisse Meclis’e yürüyorlarsa, oraya girip isteklerini ‘elde etmedikçe’, ‘sosyal hareket’ olarak kalacak ve ‘politik’ niteliğini kazanamayacaktır.
Böylece kendinde (en soi) ‘özgürlük’ (liberté) ile ‘kendisi olma’ ya da ‘kendisi için olma’ (pour soi) arasındaki ayırıma gelmiş bulunuyoruz ki, bu sonuncuya rüştünü ispat etmek (émancipation) diyoruz.
Bu felsefî ve politik ayırım da 1848 Devrimi günlerinin bir getirisi olup, liberalliğin liboşluktan ayrılmasının göstergesi olacaktır.
Michèle Riot-Sarcey’in Unutulan Devrim 1848 (1848:La Révolution oubliée) ve Kösteklenen özgürlük (L’émancipation entravé) başlıklı çalışmalarını, 1848 Devrimi’ni yakından tanımamıza yardımcı olması bakımından anmadan geçmeyelim.
Michèle Riot-Sarcey’in dikkat çektiği üzere, toplumsal uyanış daha 1840’larda, yani 1830 Devrimi’nin onuncu yılından itibaren ‘örgütlenme’ye başlamış ve düşünsel planda artık ‘sosyalizm’ üzerine yazılar yazılıp tartışmalar yapılmıştır.
Böylece Cumhuriyet, Demokrasi ve Sosyalizm konusunda belli bir ‘düşünsel düzey’ tutturulmuş ve bu düşünceler ülke çapında yaygınlaştırılmış oluyordu.
Son olarak, Viktor Hugo benzeri ‘özgürlük anlayışı’nın ‘liberal’ düzeyde kalıp ‘rüştünü ispat’ (émancipation) boyutuna ulaşmadığını söyleyerek bu yazıyı sonlandıralım.
Böylece kendisini ‘liberal’ olarak tanıtmak isteyenlerin, (- nereye kadar?) sorusuna yanıtı, neden hep Victor Hugo’ya gönderme yaparak verdikleri de anlaşılmış olacaktır.
Son toplamda, edebî yaklaşımlar her ne kadar ufuk açıcı iseler de ‘temellendirilmiş bilimsel yaklaşımlar’ yanında ‘edebiyat’ olarak kalmakta değil midirler?
(Sürecek)
(*) Kişisel olarak Fransa’daki düşünsel gelişme ve özellikle ‘Devrim’lerine baktığım zaman, Cumhuriyet’le birlikte Türkiye’deki gelişmeler arasında, olağan değil ama olağanüstü bir ‘koşutluk’ gördüğümü gizleyemem. Örnek olsun, tanıklık ettiğim Türkiye’deki ‘Şehir Klüpleri’ birer ‘entelektüel gelişim ortamı’ idiler. Ne var ki, Türk gericileri Cumhuriyet’in getirdiği her kurum gibi, bu klüpleri de ‘nifak merkezi’ olarak tanıtmaktan geri kalmayacaktı.