Siyasetin üzerindeki yeni hayalet: Darbe korkusu
TÜSİAD öncülüğündeki Türk işadamları ilk defa Batı dünyasına, Türkiyede artık darbe olmaz garantisi verdi. Ama bazı cunta kalıntılarının varlığı da net olarak biliniyor. Peki, bu süreçte neler olabilir?
Aksiyonun 28 Şubat semptomları kapağını başta algılayamamıştım. Hatta garipsemiştim. Ama yaşadığımız süreç sizi tamamen haklı çıkardı.
Bu sözler iş dünyasının önde gelen isimlerinden birine ait. İşadamının bahsettiği Aksiyon kapağı 25 Eylül 2006 tarihini taşıyor. Siyaset sahnesinde yaşanmakta olan son gelişmelerden aylar önce yayımladığımız bu kapak haberinde, AK Partiyi kıskaca almak için yürürlüğe konulan siyasi mühendislik projelerinden bahsediyorduk. Ayrıca, ortalığı karıştırmak için sahnelenen provokatif eylemlerin, 28 Şubat 1997 döneminde yaşanan olaylara nasıl da tıpatıp benzediğini, olayların fotoğraflarını yan yana koyup sergilemiştik.
Cumhurbaşkanını AK Partiye seçtirmemek ve genel seçimlerde Meclise en az dört partinin girmesini sağlayıp AK Partinin iktidar hakimiyetini sonlandırmak projesinin nasıl uygulamaya konulduğunu vurguladığımız o kapağımızdan beş ay sonra, 5 Mart 2007 tarihli Uyuyan Provokasyon kapağımızda, 14 Nisanda Ankarada yapılan Cumhuriyet mitingini ele aldık. Cumhuriyet gazetesi yazarı İlhan Selçuk, Atatürkçü Düşünce Derneği Başkanı emekli Orgeneral Şener Eruygur, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Prof. Nur Serter, emekli Orgeneral Hurşit Tolon gibi bu sürecin önde gelen aktörlerine ayrıntılı mercek tuttuk.
Haber kaynaklarımız üzerinden yaptığımız soruşturmalarla, eğer Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı adayı olmazsa en güçlü adayın Abdullah Gül olacağını da, iki hafta önceden 9 Nisan 2007 tarihli kapağımızda duyurduk. Sonunda, Abdullah Gülün adaylığı açıklandı ve 27 Nisan günü Mecliste ilk tur oylama yapıldı.
Aynı günün geceyarısı, Genelkurmayın web sitesine sanal muhtıra denilen bildiri konuldu. Aslında Ankaradaki bütün hesaplar, askerin doğrudan siyasete müdahalesi söz konusu olmadan istenen sonuçların elde edilmesi üzerineydi. Ama perde arkası henüz tam olarak ortaya çıkmamış olan 27 Nisan gece yarısı bildirisi ile durum tamamen değişti. Cumhurbaşkanını seçemeyen Meclisin seçim kararı almasıyla şimdi yeni bir süreç başlamış durumda.
28 Nisan sabahından itibaren yaşananlara baktığımızda, on yıl önce yaşanan 28 Şubat sürecinden farklı olarak bazı yeni olgularla karşı karşıyayız. İlk olarak, büyük medya 28 Şubat döneminde iktidardaki Refah Partisini tamamen çizmişti. Şimdi, AK Parti aleyhindeki bütün psikolojik harekâtlara rağmen böyle bir durum söz konusu değil. Her ne kadar 28 Şubat sürecinin önde gelen gazeteci aktörleri Fatih Çekirge, Emin Çölaşan, Mustafa Balbay yeniden sahnede olsalar da büyük medya sahipleri TÜSİAD üzerinden Darbe istemiyoruz tavrını net olarak ortaya koymuş durumda. O yüzden büyük gazeteler yerine Cumhuriyet ve Yeniçağ gibi küçük gazeteler yeni psikolojik savaşın karargâhları durumunda.
Denebilir ki, Türk iş dünyası ilk defa bu kadar açık olarak Batı dünyası ve ABDli finans çevrelerine Türkiyede bir daha darbe olmaz. garantisi verdi. Genelkurmayın 27 Nisan bildirisini izleyen günlerde ABD ve Avrupa ülkelerinde yayın yapan bazı televizyon kanallarına Londrada röportajlar veren Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Güler Sabancı, Türk toplumunun darbeyi istemediğini açıkça dile getirdi. Aynı günlerde TÜSİAD Başkanı Arzuhan Yalçındağ da Sabancının bu sözlerini tekrarladı. TÜSİAD Başkanının, gazeteleri ve televizyonlarıyla Türkiyenin en büyük medya patronu olan Aydın Doğanın kızı olduğunu hatırlatmaya herhalde gerek yok. İş çevrelerinin darbeye karşı olması boşuna değil. Örneğin 4,5 yıl süren tek partili bu siyasi istikrar ortamında Koç Holding, ortalama yüzde 23 büyüdü, Koç Topluluğunun cirosu 35 milyar dolara ulaştı.
Nitekim, New Yorktaki Waldorf Astoria Otelinde Akbank-Citibank ortaklığının kutlandığı gecede Sabancının Amerikalı ortakları Türkiyede darbe olur mu? sorusunu ortaya atınca neler yaşandığını Hürriyetin ekonomi yazarı Vahap Munyar yazdı. Munyarın 9 Mayıs tarihli yazısına göre, Suzan Sabancının başında olduğu Akbank ekibi Türkiyede artık eskiden olduğu gibi bir askerî müdahalenin beklenmemesi gerektiğini tüm yönleriyle açıkladı. Hatta, Vahap Munyarın iddiasına göre, İngiliz Financial Times gazetesinde yayımlanan Ne şeriat ne darbe başlıklı makalenin arkasındaki kişi bizzat Güler Sabancıydı: Güler Sabancı, İstanbul Çağlayanda 1 milyonu aşkın vatandaşın, Ne şeriat ne darbe diye haykırdığı gün Londraya uçtu. Güler Sabancı, Londrada Sabancı Holdinge ve bağlı halka açık şirketlerinin hisselerine yatırım yapmış fonların yöneticileriyle görüşmeler yaptı. Financial Times gazetesinin CEOsu, ziyaret sırasında Genelkurmay Başkanlığının gece yarısı bildirisi üzerinde durdu. Güler Sabancı bunun üzerine eleştirisini yöneltti: Gazetenizde Türkiyede Genelkurmay Başkanlığının yayımladığı bildiriye yer vermişsiniz. Ancak, Çağlayanda 1 milyondan fazla Türk insanının, Ne şeriat ne darbe sloganı attığını, bu amaçla toplandığını görmezden gelmişsiniz. Londrada bulunduğu sırada CNBC Europe ve Bloomberg ekranlarına da çıkan Güler Sabancı, Ne şeriat ne darbe sloganına dikkat çekti
Onun bu sözleri etki yapmış olacak ki, bir-iki gün sonra Financial Timesin eski muhabiri, şimdinin Milliyet yazarı Metin Münirin eski gazetesinde, Ne şeriat ne darbe makalesi yayımlandı.
Türkiyede ordu-siyaset ilişkisi konusunda kitap yazan ve Türkiyedeki siyasi gelişmeleri yakından izleyen İngiliz Profesör William Halein Aksiyona açıkladığı gibi Türkiyede darbe yapılması ihtimali artık yok denecek kadar az. Bu tabloya rağmen zihinlerde oluşan Acaba? sorusunun temelindeki asıl olgu, Hasan Cemalin 4 Mayıs 2007 tarihli cunta ve darbe başlıklı yazısında vurguladığı şu husus aslında: 2003 ve 2004 yıllarından kalma bazı cuntaların varlığından ya da cuntasal yığınaklardan hükümetin tepeleri haberdar. Bunların sivil bağlantılarının da yakın markajda tutulduğu anlaşılıyor. Üst düzeyde bir hükümet yetkilisinin şu sözleri düşündürücüydü: Hükümet olarak vâkıfız ne olup bittiğine... Tabii sivil ayağı da var cuntasal kalıntıların... Birkaç emekli büyükelçi, akademisyen...
Silahlı Kuvvetler tarihine bakıldığında 1950li yılların ortalarından beri her zaman bu şekilde sivil uzantıları da olan bazı cunta heveslileri olduğu görülüyor. Ama aradan geçen 50 yıllık süreçte, sivillerden gelen bütün darbe kışkırtmalarına rağmen Türk Silahlı Kuvvetleri komuta kademesini oluşturan komutanların Meclisin kapısına kilit vurulması konusunda hiç de istekli olmadıkları açığa çıkıyor. Zaten emir komuta zinciri dışında cereyan eden ve bir albaylar hareketi olan 27 Mayıs ihtilali sayılmazsa, Silahlı Kuvvetlerin emir komuta zinciri içinde yönetime el koyduğu tek darbe, kanın gövdeyi götürdüğü bir döneme denk gelen 12 Eylül 1980 müdahalesi. Buna karşılık 12 Mart 1971 Muhtırası sırasında ve 28 Şubat sürecinin yaşandığı 1997de, sivil kışkırtmalar ve bazı komutanların yönetime el koyalım talepleri bir Silahlı Kuvvetler iradesine dönüşmedi.
Hasan Cemalin dile getirdiği gibi, AK Partinin iktidara gelmesinden hemen sonra cunta heveslileri yeniden ortaya çıktı. Ancak, cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin başladığı 27 Nisan 2007 gününe kadar, bu darbe özlemcileri de amaçlarına ulaşamadı. Şimdi bu çevreler, 27 Nisan günü Genelkurmayın web sitesine konulan bildiri sebebiyle, bir yandan Ankarada siyasi kadrolar üzerinde darbe korkusu yayarken, bir yandan da bu fırsattan yararlanarak siyaseti de yeniden dizayn etmenin hesaplarını yapıyor. Siyasetin dizginlerini ele geçirmek isteyen güçler, darbe korkusunu yayarken özellikle iki unsura vurgu yapıyor. Birincisi ABDnin artık bu hükümeti gözden çıkardığı ve Türkiyede yapılacak bir askerî darbeye ses çıkarmayacağı. İkincisi, tıpkı 28 Şubat sürecinde Refah Partisine yapıldığı gibi AK Parti hakkında kapatılma davası açılacağı.
Oysa, AK Partiyi laikliğe aykırı faaliyetlerin odağı gibi gösterme projesinin başarı şansı, Refah Partisi olayındaki kadar kolay değil. Bir kere AK Partinin içinde Şevki Yılmaz gibi, Halil İbrahim Çelik gibi, Hasan Hüseyin Ceylan gibi konuşmalarıyla bol bol böyle bir davaya malzeme teşkil edecek kişiler yok. O yüzden Meclis Başkanı Bülent Arınçın dile getirdiği Laiklik yeniden tanımlansın ya da Dindar bir cumhurbaşkanı seçeceğiz gibi ifadelerden medet umuluyor. Halbuki bu ifadeler, demokratik olduğunu öne süren her ülkede herkesin dile getirebileceği bireysel demokratik talepler. Zaten AK Parti aleyhine böyle bir dava açılmasının psikolojik zeminini oluşturma çabası şu ana kadar Cumhuriyet ve Yeniçağ gazeteleri ile sınırlı kaldı. Abdullah Gülün Refah Partisi milletvekili iken 27 Kasım 1995 günü İngiliz The Guardian gazetesine, Laik sistemi kesinlikle değiştireceğiz demecini verdiği iddiası ve 9 Aralık 1992 günü Ankarada yapılan bir toplantıda Ne Mutlu Türküm diyene lafını her tarafa yazan Türkiye ilkel bir hale döndü dediği iddiaları bu senaryonun birer parçası.
Genelkurmayın 27 Nisan bildirisinde, bazı illerde yapılan ve laiklikle bağdaşmayan birtakım faaliyetlerden söz ediliyordu. Örneğin Şanlıurfada, çevre illerden gelen grupların da katılımı ile düzenlenen ve küçük yaştaki çocukların çağdışı kıyafetlerle ilahiler okuduğu bir geceden bahsediliyordu. Bildiriye göre, Ankaranın Altındağ ilçesinde Kutlu Doğum Şöleni için ilçede bulunan tüm okul müdürlerine katılım emri verilmişti. Denizlide İl Müftülüğü ile bir siyasi partinin ortaklaşa düzenlediği etkinlikte ilköğretim okulu öğrencileri başları kapalı olarak ilahiler söylemişti. Yine Denizlinin Tavas ilçesine bağlı Nikfer beldesinde dört cami bulunmasına rağmen, Atatürk İlköğretim Okulunda kadınlara yönelik vaaz ve dinî söyleşi yapıldığı vurgulandı. Aksiyonun Ankaradaki kaynaklardan yaptığı soruşturmaya göre, Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, randevu alarak görüştüğü Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıta bildiride yer alan bu faaliyetler hakkında tatmin edici bilgiler verdi. Bir kaynak; bu konuda şöyle diyor: Genelkurmay Başkanı, Bakan Çelikin açıklamalarını son derece ikna edici buldu.
28 Şubat sürecinde Refah Partisinin gizli bir ajandası var propagandasını yayanlar, dönemin hükümet ortağı DYPnin lideri Tansu Çilleri bile ABDnin ve Batının gözünden düşürmeyi başarmıştı. Çiller hakkında yürütülen propaganda şuydu: Seçim konuşmalarında Refahı ancak ben durdururum dedi, ama Refahla koalisyon kurdu! Oysa, on sene önceki Refah Partisi ve 11 ay süren Refahyol koalisyon hükümetinden farklı olarak şimdi 4,5 yıldır iktidarda olan ve önde gelen kadrosu Batı dünyası ve ABD tarafından iyi tanınan bir AK parti iktidarı var. Örneğin 28 Şubat sürecinin başbakanı Necmettin Erbakan, bütün davetlere rağmen 1996 yılı sonunda yapılan Avrupa Birliği zirvesine gitmedi, yerine Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Tansu Çiller gitti. Erbakan daha ziyade İslam ülkeleri ile D-8 projesinin hesaplarındaydı ve yurtdışı ziyaretleri de bu çerçevedeydi. Oysa bugün pek çok konuda siyasi risk de alarak Avrupa Birliği projesinin öncülüğünü yapan bir AK Parti var. O yüzden AB liderleri, cumhurbaşkanlığı adaylığı açıklanır açıklanmaz Abdullah Güle açık destek mesajları yayımladılar.
ABD bu hükümeti gözden çıkardı tezi de darbe korkusuna güç katmak için kullanılan bir diğer argüman. Halbuki Irak savaşı öncesinde 1 Mart tezkeresinin Meclisten geçmesi için Başbakan Erdoğanın büyük çaba harcadığı biliniyor. Hatta Erdoğan, tezkerenin çok sayıda AK Partili milletvekilinin oyuyla reddedilmesini, partisini parçalamaya çalışan güçlerin bir oyunu olarak algılamıştı. Kaldı ki dönemin komutanları da tezkerenin geçmesine sıcak bakmadılar ve Millî Güvenlik Kurulu, tezkerenin geçmesi yönünde bir tavsiye kararı almadı. Tezkere reddedildi de ne oldu? Bir askerî kaynağın Aksiyona yaptığı açıklama şöyle: Amerika asker dışında istediği her şeyi Türkiye üzerinden Iraka geçirdi!
Nitekim, Milliyetin Washington temsilcisi Yasemin Çongarın işaret ettiği gibi Amerikanın önde gelen gazeteleri 27 Nisan bildirisinden hemen sonraki başyazılarında Türkiyedeki demokratik sürece destek veren yayınlar yaptılar. Washington Post, Türkiyede demokrasiye asıl tehdit AK Partiden değil, rakiplerinden geliyor. derken, New York Times, Türk demokrasisinin, artık böylesi bir ordu vesayetine sığmadığını vurguladı. İş çevrelerinin gazetesi Wall Street Journal ise darbe tehdidinin Türk demokrasisine, ılımlı İslamcı bir cumhurbaşkanından çok daha fazla zarar vereceği yorumunu yaptı. New York Times, Genelkurmay bildirisine tepki vermekte AB kadar hızlı davranmayan ABD yönetimini ise şöyle eleştirdi: Türkiyenin demokratik dengesini korumasında Washingtonın açık çıkarı vardır. ABD nerede durduğu konusunda, Türkiyenin generallerinde hiç kuşku bırakmamalıdır.
Alt alta sıraladığımız bütün bu olgulardan sonra önem kazanan soru şu: Bundan sonra ne olacak? Ankaradaki bazı siyasi gözlemcilere göre, sonuç alınması çok zor olsa da AK Partiyi seçmenin gözünde küçük düşürmek için bir kapatma davası girişimi olabilir. Partilerin kapatılması ile ilgili kanunlarda bazı değişiklikler yapıldığından, mensuplarının bazı faaliyetlerinden dolayı partinin tüzel kişiliğini sorumlu tutmak eskisi kadar kolay değil. Ayrıca böyle bir dava açılsa bile 22 Temmuzda yapılacak genel seçimlerden önce sonuçlanması imkânsız. Cunta özlemcilerinin, seçimleri 22 Temmuzda yaptırmamak çabaları içinde olduğu, hatta TSKnın Kuzey Iraka Meclisin onayını gerektirmeyen sıcak takip kapsamında girmesi ile Türkiye fiilen savaş haline girer ve seçimler ertelenir ihtimalinden medet umdukları belirtiliyor.
28 Şubat sürecinden farklı olarak bu dönemde psikolojik savaşı Cumhuriyet ve Yeniçağ gibi küçük gazetelerin yürüttüğünü belirtmiştik. Örneğin İlhan Selçuk, 8 Mayıs günü Cumhuriyetteki köşesinde açıkça şunları yazdı: AKP cumhurbaşkanlığı seçimi ile Türkiyeyi teslim alacakken durduruldu
Ama iktidardan da püskürtülmesi gerek
Bu gerek Türkiye Cumhuriyetinin yazgısıyla eşanlamlıdır. 28 Şubat sürecinde, rüyasında Atatürkle yaptığı konuşmaları Hürriyetteki köşesinde yayımlayan İsmet Solakın rolünü şu anda Yeniçağ gazetesinde yazan Sebahattin Önkibar üstlenmiş durumda. Eski bir Türkiye gazetesi çalışanı olan günümüzün hızlı darbecisi Önkibar, dünya konjonktürü darbeye müsait değil diyenlere meydan okudu: Kıyametin kopacağı, yani Surun üfleneceği gün yakındır! Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçildiği gün tankların motorları çalışır. Tandoğan ve Çağlayan mitingleri, halkın askeri darbeye vereceği desteğin kanıtıdır. Yazısındaki tek eksik, kıyamet günü Suru üfleyecek olan Hazreti İsrafil ile rüyasında konuşmamış olmasıydı! Hemen belirtelim, Önkibar bu yüksek performansından dolayı 11 Mayıs Cuma gününden itibaren gazetenin yeni Ankara temsilcisi oldu!
Siyaseti yeniden dizayn etmek isteyenler için AKPye vurulacak her darbe, seçmeni sandıkta AKPye oy vermekten caydırmaya dönük. Bu çerçevede AKPyi bazı parasal ilişki dosyaları ile vurmak senaryosu da var. Aynı zamanda SKY Türk Televizyonu Genel Yayın Yönetmeni olan Akşam gazetesi yazarı Serdar Akinan, müteahhitlerin sofralarında cola bardakları içinde viski içen bazı AKPlilerden söz ediyor. Üstelik bunlar Başbakana yakın kimselermiş. Akinan yazar da hızlı darbeci Sebahattin Önkibar boş durur mu? Şu cümleler de Önkibara ait: Devletin bir birimi bir süredir çuval operasyonu adıyla dosya biriktiriyor. Derler ki, o çuvalda birikenler çok yakında saçılacak ve bazıları kaçacak delik arayacakmış
Göreceksiniz yakında bazı bombalar hem de büyük gürültülerle patlamaya başlayacak.
Sağda AKPnin güçten düştüğü, DYP ve ANAPın birleşmesi ile oluşacak Demokrat Partinin barajı aşarak Meclise girdiği bir tablo hayal edilirken; solda da aslında CHP lideri Deniz Baykalı partinin başından uzaklaştırmak düşüncesi hâkim. Mecliste yaşanan cumhurbaşkanlığı krizinin başaktörü konumundaki Baykalın aslında bu çevrelerce ödüllendirilmesi gerekirken, CHPnin başından gitmesinin istenmesi başlangıçta şaşırtıcı olabilir. Ancak, Baykal CHPnin başında olduğu sürece bu partinin Türkiyedeki yüzde 30-35lik sol oyların tek adresi haline gelmesinin imkânsız olduğu artık kesinleşmiş durumda. Nitekim Genelkurmay bildirisinden hemen sonra Hürriyette Mehmet Y. Yılmaz ve Vatanda Ruhat Mengi, solun iktidar alternatifi haline gelmesi için Baykalın artık CHP liderliğinden çekilmesi gerektiğini açıkça yazdılar. İlhan Selçuk bile Baykal tarihsel şansını kullanabilecek mi? diyerek, bu sefer de beklenen oyu alamaması halinde partinin başında kalamayacağını ima etti. Peki, Baykal nasıl ikna edilebilir? Bunun nasıl olabileceğini Radikal Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İsmet Berkan yazdı. Eğer Baykal CHPnin başından ayrılırsa o zaman solun ve merkez sağın cumhurbaşkanı adayı haline gelir! Berkana göre, cumhurbaşkanı halk tarafından seçilirse ve Baykal aday olursa ikinci turda AK Partili bir adaya karşı seçilme şansı çok ciddi olur. Üstelik bu yazının ilginç bir sonucu daha oldu. Anlatımına göre Berkan, meslek hayatında ilk defa bu kadar yoğun olarak okurlardan tebrik mesajı aldı. Beş yıl önce Fransada yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminde, istenmeyen Le Pene karşı seçmenin yüzde 80inin çok da sevilmeyen Chiraca oy verdiğini hatırlatan Berkanın yazıları Baykalı çekilmeye ikna edecek mi, önümüzdeki günlerde bunu zaman gösterecek.
Son olarak, 22 Temmuz seçimlerinden sonra hayal edilen Meclis tablosuna gelelim. Bunu Fatih Çekirge Hürriyetin web sitesinde dört senaryo biçiminde ortaya koydu. Birinci senaryoda AK Parti 230 milletvekili, DSP ile ittifak kuran CHP 125 milletvekili, Demokrat Parti 110 milletvekili, MHP 55 milletvekili, Kürt oyları hedef alan Demokratik Türkiye Partisi 30 bağımsız milletvekili çıkarıyor. İkinci senaryoda DP-DSP ittifakı 210 milletvekili, AKP 200 milletvekili, CHP 120, DTP 20 milletvekili çıkarıyor. Böylece DP-DSP-CHP koalisyonu oluşuyor. Üçüncü senaryoda AKP 280 milletvekili, CHP-DSP 120, DP 80, MHP 40, DTP 30 milletvekili çıkarıyor. Bu senaryoda AKP yine tek başına iktidar. Dördüncü senaryoda ise CHP-DSP 260, AKP 200, DP 40, DTP 30, MHP 20 milletvekili çıkarıyor.
Ne var ki senaryoların gücü her zaman sandığa yetmiyor!