Mısır Kanal harekâtında kayıplarımızın çoğu, İngilizlere esir düşen askerlerdir. Birinci Dünya Savaşı sırasında, İngilizlerin yönetiminde bulunan Mısır’da çok sayıda esir kampı vardır.
Ayrıca yaralı askerlerimizin bulunduğu hastaneler vardır. Esirler arasında siviller de vardır. Özellikle bu esirler, Mekke ve Medine’de Hac vazifesini yaparken isyancı Araplarca yakalanarak İngilizlere teslim edilen yaşlı kimselerle, özellikle Filistin, Irak ve Suriye Cephesi’nde görev yapan Türk subaylarının eşleri ve çocuklarıdır.
İngilizlere esir düşen Türk askerlerinin sayısı hakkında kesin bir bilgimiz yoktur, ancak İngilizlerin Türk askerlerini kasten kör ettiklerine dair ve kör edilen Türk askerinin sayısının 15 bine ulaştığına dair elimizde kaynaklar vardır. Bu iddiaların dayandığı iki esas belge mevcuttur; biri, 28 Haziran 1337(1921) tarihli TBMM hükümeti kararıdır, diğeri ise, Meclis’in 28 Mayıs 1337(1921) Cumartesi günü yapmış olduğu 37 nci Meclis oturumundaki, Faik ve Eşref Beylerin vermiş oldukları önergelerdir. Her iki karar ve önergede, İngilizler tarafından kasten kör edilen Türk askerlerinden bahsedilmektedir.
Edirne Milletvekili, Şeref Bey’in Meclis’te yapmış olduğu konuşma, çocuklarımıza ibret almalar için aşağıda sunulmuştur;
“Anadolu’nun, Rumeli’nin; bu vatanın namusunu müdafaa eden ve bu vatan için çarpışan çocukları, İngiliz eline esir düştükleri zaman, doğrudan doğruya Mısır’a sevkedilmişlerdi. Bunlar, için özel hazırlanmış bir formüle, muzadı taafün maddeler içlerine, boyunlarına kadar sokuluyorlardı… Fakat Türk çocuğu oraya girince, bir İngiliz neferi başına dikiliyor ve süngüsünü uzatınca, zavallı yavrucak, başını içeri çekiyor ve iki gözü kör oluyordu. İngilizler böylece 15. 000 Türk’ün gözünü çıkarmışlardır…”
1919 yılının Mayıs ayının ilk haftasında, İzmir’de Kolordu Komutanı olan Ali Nadir Paşa, dönemin Genelkurmay Başkanı’na, Mısır’dan gönderilen esirlerden 303’nün kör olduğunu bildirmektedir. Yine aynı ay, Genelkurmay Başkanlığı, kolordulara genel durum hakkında bir rapor gönderir. Genelge şeklindeki raporun bir maddesi de Mısır’dan gelen kör esirlerimizle ilgilidir;
“…İngilizler, dört kafile halinde 200 subay, 1780 neferimizi Mısır’dan İzmir’e getirmişlerdir. Dördüncü kafiledeki 310 nefer amadır(kördür)…”
Milli Mücadele’nin başlarında, Mısır’daki Türk askerlerinin İngilizlerce kasten kör edildiği haberi hem İstanbul, hem Anadolu basınında yer alır. İstanbul düşman işgalindedir. Özellikle Konya’da halk bu olaya büyük tepki gösterir. Konya’da yayımlanan Öğüt Gazetesi, bu olayı sarsıcı ve çarpıcı başlıklarla halka duyurur. Bunun üzerine Anadolu’nun diğer yerlerinde de İngilizlere karşı bir husumet gelişir. Çok geçmeden, İstanbul’daki itilaf devletleri komutanlarından İngiliz Generali Milne’nin emriyle, Öğüt Gazetesi’nin kör edilen esirlerle ilgili yayımları durdurulur, hatta gazete kapatılır.
Mustafa Kemal Paşa bu olaylarla bizzat ilgilenmektedir. Ankara’ya yeni gelmiştir. Burada Milli Mücadele’yi örgütleme çalışmalarına devam etmektedir. Öğüt gazetesinin kapatılma olayını ve sebebini öğrenir öğrenmez Konya Valiliği’ne, Heyet-i Temsiliye adına bir telgraf çeker;
“Heyet-i Temsiliye Namına Mustafa Kemal Paşa’dan Konya Vilayeti’ne…
Usera-i Osmaniyeyi İngilizlerin kasten kör ettiklerine dair olan neşriyatıyla nazar-ı dikkat celp eden Öğüt gazetesi matbaasına ve dolayısıyla hürriyet-i matbuatımıza, General Milne’nin emriyle Mutelifeyn kuvay-ı askeriyesi tarafından vaki olan tecavüzden mütehassıl vaziyetin serian hal ve neticesinin iş’arını rica ederiz. Hükümet’in teşebbüsatına dayanak olmak üzere ahali tarafından miting yapılarak şiddetle protesto edilmesi lüzumu heyet-i merkeziyeye yazılmıştır. Meselesinin serian halline muvaffakiyet elvermez ise şeref ve haysiyet-i milliyenin iadesi için Kuva-yı Milliye’nin müdahaleye mecbur kalacağının da Bab-ı Ali’ye arzını ayrıca rica ederiz efendim…”
Mustafa Kemal Paşa’nın bu telgrafı etkili olmuş ve Konya’da 23 Ocak 1920’de beş bin kişinin katıldığı büyük bir miting yapılmıştır… Şimdi günümüze bakıyoruz, kod adı Ergenekon soruşturmasında yapılanları görüyoruz, aklımıza Damat Ferit geliyor, İngilizler geliyor ve Malta’ya sürülen asker ve aydınlar ile gazetecilerimiz geliyor…
Şerif Hüseyin ihanetini, biraz daha detaylı olarak, Fahreddin Paşa’nın Medine Müdafaası kitabının yazarı ve bu olayların çoğuna tanık olan Feridun Kandemir’den dinleyelim:
“…İttifak ettiğimiz devletlerle Birinci Dünya Harbi’ne girip çeşitli cephelerde savaşırken, İngilizlerden Mısır’ı geri almak için bir de Süveyş kanalı seferine koyulmuştuk. Kanal seferini yapacak kuvvetlerin başında aynı zamanda Bahriye Nazırı da olan ve ‘Büyük’ lakabı ile anılan Cemal Paşa vardı. Pek geniş yetkilerle ve 4. Ordu kumandanı olarak 6 Aralık 1914 günü Suriye’ye giden Cemal Paşa hazırlığa koyulduğu sırada, Hicaz’ın durumunu da göz önüne alarak, bazı teşebbüslerde bulunur. Hicaz’ın kendine özgü bir durumu vardır. Öteden beri bir vilayet olan Hicaz’ın merkezi Mekke-i Mükerreme’dedir. Vali ve kumandan gibi hükümet adamlarının üstünde ve doğrudan doğruya Halife- Padişah tarafından seçilip tayin ettirilmiş ve Hazreti Peygamber ahvadından bir paşa tarafından Emir sıfatıyla yönetilmektedir.
O günlerde Mekke Emiri de Şerif Hüseyin Paşa’dır. Şerif Hüseyin Paşa harple beraber Cihad-ı Mukaddes’in de ilanı üzerine, sadaret makamına çektiği telgrafla, bu harbe ve cihada fiilen katılmaya hazır olduğunu bildirmiştir. Bu elbette güzel, pek güzel bir davranıştır. Mekke’de Vali ve Kumandan Vehip Bey, Şerif’in İngiliz taraftarlığından ve ikiyüzlülüğünden şüphe ederek hükümeti ve dolayısıyla Cemal Paşa’yı dikkatli bulunmaya davet eder, uyarmak ister. Cemal Paşa bu uyarışa rağmen, Suriye’deki hazırlığı esnasında, durumu inceleyerek, Mekke Emiri Şerif Hüseyin Paşa’ya şu telgrafı çeker;
“Şam’a gelip Mısır seferine memur ordunun kumandanlığını üstüme aldığımı zat-ı devletlerine arz ederim. Hilafet ve saltanat merkezinden ayrılmadan önce, mukaddes cihada fiilen iştirake hazır bulunduğunuza dair, Hicaz vali ve kumandanlığı ile müştereken gönderdiğiniz telgrafı okudum. Hazreti Peygamber’in necip torunlarının mukaddes cihada katılmaları bütün Osmanlıları sevindirecek ve büyük ceddinizin mübarek ruhlarını şad edecek ve ruhaniyeti Peygamberinin yardıma delil olacaktır…”
“…Bu giriş cümlesinden sonra Cemal Paşa, Şerif Hüseyin’den kumandan Vehip Bey’i de maiyetine alarak, Hicaz Tümeni ve Gönüllü Mücahitlerden oluşan büyük bir kuvvetle hemen yola çıkıp gelmelerini rica eder. Hatta harekâtı yapacak Osmanlı kuvvetinin başında kendisinin bulunmasını, hatta Mısır seferinin Ordu Kumandanlığını da üstüne almasıyla iftihar edileceğini belirtir. Eğer bu mümkün olmaz ise, mücahitlerin oğullarından birinin kumandasına verilmesi diler. Şerif Hüseyin ise, kendisinin Hicaz’da kalmasının uygun olacağını, dolayısıyla oğlu Şerif Ali Bey’i göndereceğini söyler. Gerçekten de Şerif Ali Bey, iki bin beş yüz mücahitle yola çıkar ve Medine’ye gelir. Cemal Paşa, bu kuvvetlerin hemen Kudüs’teki ordu karargâhına gelmelerini ister. Ancak bu kuvvetler bir türlü Kudüs’e gelmez ve bir oyalama taktiği başlar.
Şerif Hüseyin’in oğulları Şerif Faysal ve Şerif Ali tarafından oyalandığını anlayan ve bundan kuşkulanan Cemal Paşa, Şam’daki 12. Kor. K. Fahreddin Paşa’yı Medine’ye göndermeye karar verir. Çektiği şifreli telgraf şudur;
“Zatıâlinize pek gizili olarak mühim ve muvakkat bir vazife tevdi edeceğim. Bu vazifeye ait vaziyeti kısaca anlatayım: Mekke Emiri, Mısır Seferi için bin kadar hecinli kuvvet gönderecekti. Bu kuvvete mahsuben altı yüz kişi son defa Medine’ye geldi. Ricam üzerine de Şerif Faysal Bey’i, bu mücahitleri benim namıma karşılamak ve noksanlarını tamamlayarak kademe kademe trenle bu tarafa sevk etmek üzere, bir heyetle birlikte Medine’ye gönderdim. Mekke Emiri’nin öteki oğlu Şerif Ali Bey dahi, iki aydan beri Medine’de bulunmaktadır. Ali Bey’in yanında ayrıca beş altı yüz kişilik bir kuvveti de vardır. Bu kuvvet, Mısır Seferi için olan mücahitlerin dışındadır. ….Medine Muhafızı Basri Paşa, Şerif Ali Bey’in davranışlarının şüpheli bir şekil aldığını, kabileler arasında hükümete karşı açıkça propaganda yaptığını ve Yemen müfrezesinin yola çıkmasını bekleyerek vakit kazanmak istediğini bildiriyor. Mekke Şerifi Hüseyin Paşa’nın hükümete karşı açıkça ve fiilen muhalif bir vaziyet alacağına pek ihtimal vermiyorsam da, şayet böyle bir hareket olursa, yahut çeşitli bahanelerle mücahitlerin sevklerinden vazgeçilirse, o vakit hükümetin kendi emrini zorla yaptırması icap edecektir. İşte bu vazifeyi, sizin tecrübe edilmiş elinize vermek istiyorum..”
İşte bu şifreli telgrafla görevlendirilen Fahreddin Paşa Medine’ye hareket eder. Varır almaz yaptığı araştırmalarda, bir isyan hareketinin çıkacağı yolunda bilgiler alır. Aynı dönemde, Şerif Ali Bey, Medine’de bulunan mücahit kuvvetlerini almış ve uzaklaştırmıştır. Bir isyan çıkarılacağını anlayan Fahreddin Paşa, Medine’yi korumak için takviye ister. 22 Mayıs’ta Suriye’den bir piyade alayı, bir makineli tüfek bölüğü, bir dağ bataryası ve iki telsiz-telgraf postası Medine’yi takviye için yola çıkarılır. 23 Mayıs gecesi, Şerif Hüseyin’in mücahitleri Medine karakollarına saldırmaya başlar, isyan başlamıştır, üstelik Halife Orduları’na karşı, üstelik Yüce Peygamber soyundan gelen bir Müslüman tarafından…
Şerif Hüseyin Biz Türkleri, İngilizler de Şerif Hüseyin’i Aldattı
Aslında Şerif Hüseyin, 1914’ten itibaren İngiliz yetkilileriyle görüşmelere başlamıştır. Oğlu Abdullah İngiltere’nin Mısır Genel Valisi Lord Kitchener ile görüşür. Kitchener vasıtasıyla İngiliz istihbaratı Orta Doğu sekreteri Storrs ile irtibat kurar. Bir Arap ayaklanması bu görüşmede dile getirilir. Savaş başlar başlamaz Şerif Hüseyin, İngiliz istihbaratçısı Storrs’a bir mektup göndererek İngiltere’yi Osmanlı’ya tercih ettiğini yazar ve bunun karşılığında, emirliğinin İngiltere tarafından Osmanlı’ya karşı desteklenmesini ister.
O dönem Savaş Bakanlığı’na geçen Kitchener bu teklifi kabul eder ve bunu bir mektupla bildirir;
“Eğer Arap ulusu bizi Türklerin zorladığı bu savaşta İngiltere’ye yardım ederse, İngiltere Arabistan’a hiçbir müdahalenin olmayacağını garanti eder ve dış saldırılara karşı her türlü yardımı yapar. Gerçek Arap ırkından bir Halife’nin Mekke ve Medine’de seçilmesi gerçekleşebilir. Eğer Mekke Emiri bu çatışmada İngiltere’ye yardım etmek istiyorsa, İngiltere, Emir Hüseyin’in kutsal ve eşi bulunmayan görevini tanımayı ve ayrıcalıklarını bütün dış saldırılara karşı, özellikle Osmanlıların saldırılarına karşı garanti eder…”
Böylece 1915 Temmuz’undan 1916 Mart’ına kadar süren ve toplam on mektuptan oluşan ünlü ‘Hüseyin-Mc Mahon’ yazışmaları başlar. 24 Ekim 1915 tarihli, Mc Mahon tarafından Şerif Hüseyin’e yazılan mektup şudur. Bu mektup, Şerif Hüseyin’in neyin peşinde koştuğunun da açık bir kanıtıdır;
“…Mersin ve İskenderun bölgeleri ile Şam batısında uzanan Suriye limanları, Hama, Humus ve Halep Arap bölgelerine dahil edilmez ve talep dışında tutulmalıdır. Yukarıdaki düzeltmelerin dikkate alınması ve Arap şefleriyle yapılan mevcut anlaşmalara zarar vermemesi koşuluyla diğer sınırları kabul ederiz. Büyük Britanya’nın müttefiklerinin(Fransa) çıkarlarına zarar vermeden, serbestçe hareket edeceği sınırlar boyunca uzanan bölgede, senin mektubuna cevap olarak, hükümetim adına aşağıdaki teminatlarda bulunabilirim: Büyük Britanya, Mekke Şerifi Hüseyin’in talepleriyle sınırlanan bölgede Arapların bağımsızlığını desteklemeye ve tanımaya hazırdır. Büyük Britanya, kutsal yerleri her türlü dış müdahaleye karşı korumayı garanti edecektir ve bu bölgelerin dokunulmazlığını tanıyacaktır…”
Kesin bir taahhüde dayanmayan bu garantörlük nihai bir anlaşmayla hükme bağlanmazken, Şerif Hüseyin 1916 Haziran’ında Osmanlı’ya isyan eder ve İngiltere’nin yanında yer alır. Hüseyin Osmanlı’ya karşı hareketine meşruluk kazandırmak ve Müslümanların desteğini sağlamak için, İttihat ve Terakki yönetiminin dinsiz olduğunu ve uygulamalarının Kur’an’a ve Şeriat’a aykırı olduğunu iddia eder. Müslümanların kendisini desteklemesi ve İttihat ve Terakki’nin elinde tutsak durumda olan Halife’nin kurtarılması için Arap dünyasına çağrıda bulunur. Bu çağrı pek dikkate alınmaz. Hatta büyük bir çoğunluk Hüseyin’i kınayarak hainlikle suçlar.
Tarihçi, araştırmacı ve yazar Murat Bardakçı da aynı düşüncededir; Başbakan Erdoğan’ın Müslüman kimliğin, tüm etnik unsurları birleştirici bir kimlik olduğu iddiasına karşılık verdiği cevap şudur;
“Başbakan Tayyip Erdoğan günlerdir devam eden ‘alt kimlik-üst kimlik' tartışmalarını ‘Bizdeki etnik unsurları birbirine bağlayan, din bağıdır' sözleriyle daha değişik bir boyuta taşıdı ama Türkiye'de geçmişte yaşananlar Başbakan'ı pek doğrulamıyor ve ‘din' kavramının etnik unsurları birbirlerine bağlamak değil, ayırmak maksadıyla da kullanılmış olduğunu gösteriyor. İşte, iki örnek: ‘Din kardeşlerimiz' olan Araplar'ın 1916'da bize karşı ilán ettikleri cihad sırasında yayınladıkları bildiriler ve 1925'te patlayan Şeyh Said isyanının beyannamesi... Türkiye, her iki belgede de ‘dinden çıkmış olmakla' itham ediliyor. Kimlik meselesinin tarafları, Başbakan'ın sözleri üzerine ‘din konusunu bu işe karıştırmak gerekir mi, gerekmez mi?' gibisinden bir başka tartışmanın içine girdiler ama çok önemli bir soruyu nedense pek sormadılar: ‘Din meselesi bu kadar bağlayıcı ise, biz, Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılma sürecinde devletin hákim ve en kalabalık unsuru olan Müslümanlar'dan neden kazık yemiştik ve Anadolu'da cumhuriyetin ilk yıllarında çıkan ayaklanmaların bahanesi neden hep ‘din' olmuştu?' sorusunu...”
Hangimiz kafirdik, başlığı altında Murat Bardakçı’nın ortaya koyduğu tespitler ise şöyledir;
“Unutmayalım: İnsanların iç dünyalarına mahsus olan ‘din' kavramı, tarih boyunca bazı gruplar tarafından başka maksatların vasıtası olmuş, sadece bizde değil, pek çok yerde de siláh olarak kullanılmış ve taraflar birbirlerini ‘dinden çıkmakla' suçlanmışlardır. Meselá, 1914'te dünya savaşına girmemizden hemen sonra zamanın hükümdarı Sultan Reşad ‘mukaddes cihad' ilán etmiş, cihad fetvalarıyla dünyanın dört bir tarafındaki din kardeşlerimizi sancağımızın altında toplanmaya çağırmış ama destekle değil, ihanetle karşılaşmıştık. İngiltere'den gelen altınları Sultan-Halife'nin davetine tercih eden Mekke Şerifi Hüseyin cihad fetvamıza ‘káfir' olduğumuzu söyleyen karşı fetvalarla ve beyannamelerle cevap verip Arap dünyasını ayaklandırınca, asırlar boyu hákimi olduğumuz Ortadoğu elimizden çıkmış ve İslám beldeleri onbinlerce Anadolu evládının kanıyla boyanmıştı. Medine'yi ve özellikle de Hazreti Muhammed'in türbesini müdafaa uğruna yiyecek tek bir lokma ekmeği bile kalmamış olan askerlerine ‘çekirgenin nasıl pişirileceğini' öğreten emirnameler yayınlayan, birliklerine örnek olmak için ilk çekirgeyi bizzat yiyen ve Medine'yi gözyaşlarıyla terke mecbur kalan Fahreddin Paşa'yı bu duruma düşürenler Hristiyanlar yahut başka bir dine bağlı olan askerler değil, bizimle aynı dine mensup olanlardı..”
Şerif Hüseyin’in Cemal Paşa’yı oyalaması ve söz vermiş olduğu mücahitleri takviye olarak Mısır seferine göndermemesi sonucu, Osmanlı Ordusu kanal seferlerinde yenilerek Filistin cephesine geri çekilmişti. Aynı süreçte, Irak’ta İngilizlerle savaşan Osmanlı Ordusu büyük bir zafer kazanmış ve Kutü’l Ammare’yi geri alınmıştır. Bu zaferin önemini anlayabilmek için, Genelkurmay Başkanlığı’nın yayınladığı şu mesaja bakmak yeterli olacaktır;
“…Bugün halkımız tarafından pek bilinmeyen, ancak tarihimizde kazanılmış önemli bir zaferin 91’inci yıl dönümüdür. Bu zafer, 29 Nisan 1916 tarihinde Irak Cephesinde kazanılan Kutü'l Ammare zaferidir. Osmanlı Ordusunun Birinci Dünya Savaşı’nda çarpıştığı cephelerden biri, İngilizlere karşı oluşturulan Irak cephesidir. Osmanlı dönemi kaynaklarında Irak-ı Arap olarak adlandırılan bölge, Dicle, Fırat havzasında tarihteki Mezopotamya’yı (Verimli Hilal) içine alır ve Basra Körfezi’ne kadar uzanır.
Irak petrollerini ele geçirmeyi amaçlayan İngilizler, 6 Kasım 1914 tarihinde Basra Körfezinden Şattülarap ağzındaki Fav mevkiine asker çıkararak saldırıya geçmişler, ilerleyen aylarda bu saldırılarını kuzeye doğru genişletmişlerdir. İngilizler, 3 Haziran 1915 tarihinde Kutü'l Ammare’yi, Temmuz ayı sonlarına doğru da Nasıriye’yi işgal etmişlerdir. 23 Kasım 1915’de ileri harekâta geçen Türk birlikleri, General Townshend komutasındaki İngiliz ordusunu geri püskürterek Kut-ül Ammare’de çember içerisine almayı başarmışlardır. Kutü'l Ammare’yi bir kale gibi savunan General Townshend, 29 Nisan 1916 tarihinde teslim olmak zorunda kalmıştır.
Türkler, Kutü'l Ammare’de İngilizlerden başta Tümen Komutanı General Townshend olmak üzere toplam 13 general, 481 subay ve 13.300 askeri esir almışlardır. Kutü'l Ammare Zaferi, Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nun zor şartlar ve imkânsızlıklar içerisinde, Çanakkale’den sonra kazandığı ve bir İngiliz tümeninin bütün personeli ile birlikte esir alındığı eşsiz bir zaferdir.
Halil Paşa, Kutü'l Ammare zaferinden sonra 6’ncı Ordu’ya yayınladığı mesajında şöyle demiştir:
"Arslanlar! Bütün Türklere şeref ve şan, İngilizlere kara meydan olan şu kızgın toprağın güneşli semasında şehitlerimizin ruhları sevinçle gülerek uçarken, ben de hepinizin pak alınlarından öperek cümlenizi tebrik ediyorum. Ordum gerek Kut karşısında ve gerekse Kut’u kurtarmaya gelen ordular karşısında 350 subay ve 10.000 erini şehit vermiştir. Fakat buna karşılık bugün Kut’ta 13 general, 481 subay ve 13.300 er teslim alıyorum. Bu teslim aldığımız orduyu kurtarmaya gelen İngiliz kuvvetleri de 30.000 zayiat vererek geri dönmüşlerdir. Şu iki farka bakılınca, cihanı hayretlere düşürecek kadar büyük bir fark görülür. Tarih bu olayı yazmak için kelime bulmakta müşkülata uğrayacaktır. İşte Türk sebatının İngiliz inadını kırdığı birinci zaferi Çanakkale’de, ikinci zaferi burada görüyoruz.”
Avustralyalı araştırmacı Dr. Gaston Bodart tarafından Kutü'l Ammare Zaferi, ‘İngiliz prestijinin Birinci Dünya Savaşı’nda yediği en büyük darbe olarak yorumlanmaktadır’. Halil Paşa, Kutü'l Ammare’nin teslim alındığı gün orduya bir tebrik mesajı yayımlamış ve bu günün “Kut Bayramı” olarak kutlanmasını istemiştir. Söz konusu zafer diğer zaferlerimiz gibi Türk Silahlı Kuvvetleri’nde düzenlenen etkinliklerle anılmaktadır...”
Osmanlı’yı yani Halife Sultan’ı aldattığını düşünen ve şahsi çıkarları peşinde koşan Şerif Hüseyin, aslında İngiltere tarafından aldatılmış ancak bunun farkına geç varmıştır. Çünkü Kutü’l Ammare Kuşatması sonrasında, İngiliz kuvvetlerinin Osmanlı 6. Ordusu karşısında bozguna uğramasından 17 gün sonra, İngiltere, Rusya ve Fransa arasında ‘Türkiye'nin Orta Doğu topraklarının paylaşılmasını öngören gizli antlaşma’ yapılmıştır. 16 Mayıs 1916 tarihinde imzalanan bu antlaşmaya göre;
- * Rusya'ya, Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis ile Güneydoğu Anadolu'nun bir kısmı,
* Fransa'ya, Doğu Akdeniz bölgesi, Adana, Antep, Urfa, Diyarbakır, Musul ile Suriye kıyıları,
* İngiltere'ye Hayfa ve Akka limanları, Bağdat ile Basra ve Güney Mezopotamya verilecektir.
* Fransa ile İngiltere'nin elde ettiği topraklarda Arap devletleri konfederasyonu veya Fransız ve İngiliz denetiminde tek bir Arap devleti kurulacak,
* İskenderun serbest liman olacak,
* Filistin'de, kutsal yerleşim yeri olması nedeniyle bir uluslararası yönetim kurulacaktır.
İngiltere, 16 Mayıs’ta, yani Şerif Hüseyin’in isyan ettiği günden bir ay önce, Londra’da, Rusya ve Fransa ile yaptığı bu gizli ‘Skyes-Picot’ anlaşmasıyla, Şerif Hüseyin’e söz verdiği bölgeleri Fransa ile paylaşmıştır. Çünkü bu anlaşmayla, Suriye’yi içine alan ve Lübnan’ın güneyine kadar uzanan bölge, Fransa’nın doğrudan, Suriye’nin içi kesimleri ve Musul dolaylı olarak denetimine bırakılırken, Musul hariç Irak İngiltere’nin dolaylı veya doğrudan denetimine bırakılmıştır. İngiltere ve Fransa’nın hakim olacağı bölgede ise Şerif Hüseyin’in beklentileri dışında uygun görülecek bir Arap devleti ya da Konfederasyonu planlanmıştır. Filistin ise uluslar arası yönetimin denetimine verilmiştir. 1917 Balfour deklarasyonu ile İngiltere’nin Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulacağını açıklaması ise Araplar için tam bir düş kırıklığı olmuştur...
Biz dönelim Şerif Hüseyin’e. Bu gizli anlaşmadan habersizdir. Hicaz’da, 23-24 Mayıs gecesi, Şerifler mücahitleri alıp Medine’den kaçarak, karakollara ve demiryollarına saldırıya geçer. Şerif Hüseyin’in oğulları Medine’ye saldırırken, kendisi de Mekke ile Taif ve Cidde’yi ele geçirmek çabasındadır. Şerif Hüseyin Mekke’dedir. Mekke kalesinde ve civarda bulunan Türk muhafızlara saldırmakta ve Mekke içinde harp olmaktadır. Aynı zamanda Taif ve Cidde’de de çarpışmalar başlamıştır...
Erdal SARIZEYBEK, 3 Mart 2011