İran'da Soluyor Çiçekler...
Bu yazı; Sol görüşlü aydınların, liberallerin, ordunun, İran Devrimi’nde İslamcıların tuzağına nasıl düştüklerinin öyküsüdür. Şu kitaptan özetlenmiştir: Bahman Nirumand, İran’da Soluyor Çiçekler, (Çeviren: Kemal Kurt), Belge Yayınları, İst., 1988).
I) ŞAH
1970’li yıllar... Şah rejimi, politik alanda tam bir tekel kurmuş. Tüm halk devletin baskısı altında... Onbinlerce politik tutuklu hapishanelerde yatıyor. Merkezî yönetim halka hiçbir sorumluluk vermiyor: Yalnız asker ve polisler değil, tüm memurlar, hattâ çöpçüler bile, nerede olursa olsun, emir ve talimatlarını Tahran’dan alıyor. İran halkları özerklik istiyor. Batı uygarlığının hızla yayılması, ulusal benliği kemiriyor.
Birbirinden apayrı iki dünya... Bir yanda bolluk içinde sefa süren onbin kişilik bir üst tabaka, öbür yanda açlıktan kırılan milyonlar.... Bir yanda sözde Batılılaşmış, Batı uygarlığıyla yoğrulmuş bir tüketim toplumu; öbür yanda İran geleneklerine bağlı, yokluk ve hastalıklarla kıvranan, unutulmuş bir dünya... Kentlere göç etmiş yüzbinlerce gecekondu halkı, sefalet içinde yaşıyor. Köylüler, sapa kalmış kırsal yörelerde insanca yaşamak için gerekli her şeyden yoksun, ruhani önderlere büyük saygı duymakta...
Bu iki dünya birbiriyle bağdaşamıyor. Günün birinde bir patlama olacağı besbelli...
A) İsyan Başlıyor
Ayaklanma; İran Yazarlar Birliği’nin, Başbakan Hüveyda’ya yazdığı bir mektupla başlar. 13 Haziran 1977 tarihli bu mektupta, iktidarın kültür ve basın politikası eleştirilmekte, düşünce ve toplanma özgürlüğünün güvence altına alınması istenmektedir.
Solcu aydınların çoğu, mektubu yeterince radikal bulmaz. Üç hafta sonra, 65 ünlü avukat, Başbakan’dan adaletin bağımsızlaştırılmasını ister. 6 Ağustos’da çarşı esnafının yürüyüşü olur. Eylül ayında Raşt kentinde çöpçüler grev yapar. 54 hakim politik hakların tanınmasını ister. Sokaktaki muhalefet gittikçe güçlenir. Okul ve üniversitelerde huzursuzluk artar. Esnafın ve işçilerin grevi bütün ülkeye yayılır. Karışıklıklar gittikçe artar: Öğrenciler, öğretmenler, küçük devlet memurları, gecekondu sakinleri de başkaldırır.
Sol Cephe’ye göre yoksul halkın, Şah rejimine karşı ayaklanma olasılığı akla daha yakındı. Çünkü “varoluş, bilinci belirler.” Ekonomik varoluş ne denli kötüyse, politik bilinçlenme o denli gelişir ve radikalleşir. Oysa, 6 Ağustos’da ilk kez “Kahrolsun Şah rejimi” diye bağırarak yürüyenler, çarşı esnafı olur. Sol cephe, buna önce bir anlam veremez. Ancak zamanla anlaşılır ki, esnaf ve son yıllarda büyüyen orta sınıf; ekonomik bakımdan iyi bir durumda oldukları için İran’daki devrimde önemli bir rol oynadılar. Orta direk ekonomik açıdan güçlendiği için, politik kararlarda da söz sahibi olmak istiyordu. Devrimin önderliğini üstlenmesini bekledikleri proletarya, bu görevinden haberdar bile değildir.
Ocak 1978’de, devrimin gidişini belirleyen, beklenmedik bir olay olur. Hükümet yanlısı bir gazetede, sürgünde yaşayan Ayetullah Humeyni’yi karalayan bir yazı çıkar. Aynı gün, kutsal kent Gom’da onbinlerce kişi sokağa dökülür. Rejimden, İslamiyet’e ve ruhani önderlerine yapılan hakaretin geri alması istenir. Şah rejimi katı davranarak, kalabalığın üzerine ateş açtırır. Ölenler, yaralananlar, tutuklananlar olur.
Gom olayından tam 40 gün sonra, en büyüğü Tebriz’de olmak üzere, birçok kentte -isyan boyutunda- yürüyüşler yapılır : Tüm dükkânlar kapanır. Bir sürü banka, resmi binalar, Şah’ın kurduğu Rastakis Partisi’nin merkezleri ateşe verilir. Hareket; önderini, bu sırada bulur: Ayetullah Humeyni!.. Birkaç hafta içinde Humeyni’nin el bildirileri ve kasetleri, tüm ülkeye yayılır.
Yürüyüş ve grevler sürer. Ağustos 1978’de korkunç bir olay olur: Abadan’da bir sinema kundaklanır. 477 kişi ölür. Tüm ülkeyi bir öfke dalgası kaplar. Olayın ardında kimine göre Şah’ın gizli örgütü, kimine göre mollalar vardır.
Şah’ın sansürü gevşetmesi üzerine, medyada eleştiriler sertleşir. 4 Eylül’de, Tahran’da İran tarihinin en büyük yürüyüşü yapılır. Siyasal tutukluların serbest bırakılması, anayasanın uygulanması, sansürün kaldırılması istenir. Hükümet Tahran’da ve öbür onbir kentte sıkıyönetim ilan eder. 8 Eylül’de, bir alanda toplanan yürüyüşçülerin üzerine ateş açılır. 300 kişinin öldüğü bu gün, tarihe “Kara Cuma” adıyla geçer. Humeyni; 10 Eylül’de, sürgünde bulunduğu Necef’ten, halkı amansız bir direnişe çağırır. Bu çağrıyı tüm muhalefet destekler.
Rejim, başlangıçta, grev ve toplantılara göz yumar; olaylarla o zamana değin görülmemiş bir yumuşak başlılıkla başa çıkmaya çalışır. Gom olayında sertleşir, tutuklamalara girişir. Zaman zaman yumuşar. Şah, bir ara serbest seçim sözü verir. Sansürü gevşetir.
Ayaklanma önderlerinin, 4 Eylül 1978 yürüyüşü ile başlayan “askere sevgi gösterisi” taktiği; ordunun devreden çıkarılmasına önemli katkıda bulunur.
B) Şah Çaresiz
Şah ve hükümet, ortak bir strateji üzerinde anlaşamazlar. Bütün güç Şah’ın elindedir; son kararı verecek olan, odur. Ancak beceriksizdir; bir çıkar yol bulamaz. Genel bir plan olmayınca, herkes kendi bildiği gibi davranır. Kimi generaller sert, kimileri çekingen hareket eder. Bazıları, muhalefetle gizlice ilişki kurar. Hükümet, isyancılarla uzlaşmayı dener. Öyle ki Başbakan Şerif; mollalara hoş görünmek için, tüm kumarhaneleri ve gece kulüplerini kapatır.
Şah’ın çaresizliği; Humeyni, direnişi Paris’ten yönlendirmeye başladığı sırada da sürmektedir. Hükümet, Isfahan’daki grevler sırasında, basın sansürünü kaldırır. Ancak bu ödün, muhalefeti daha da güçlendirir. Şah hâlâ ne yapacağını kestirememektedir. 31 Ekim’de Amerikan ve İngiliz büyükelçilerini çağırtır. Ancak onlar da bir çıkar yol gösteremezler.
Başlangıçta, Doğu ve Batı blokları, Şah’ın iktidarda kalması konusunda görüş birliği içindedir. ABD; Şah’ı destekler. Çin, bağlılığını bildirerek, yardım önerir. Alman Demokratik Cumhuriyeti de Şah’ın yanındadır. Durum, “Kara Cuma”dan sonra değişir: Bu olay Şah ve rejiminin yurt dışındaki itibarını iyice azaltır. Humeyni Paris’te iken, tüm dünya basını onun ağzına bakmaktadır. Farsça yayın yapan yabancı radyolar; Ayetullah’ın, İran halkına doğrudan doğruya seslenmesini sağlar. BBC dış muhalefetle isyancılar arasında bağlantı sağlar. Humeyni’nin talimatlarını, İran halkına iletir.
Humeyni’nin ayaklanmayı Paris’ten yönetmeye başladığı sırada, Whashington’da Şah’a gösterilecek yol hakkında bir görüş birliği yoktur. Brzezinski isyanın, askeri bir yönetimle; Vance ılımlı tutum sürdürülerek bastırılacağı görüşündedir. Carter; bu iki zıt görüş arasında kararsız, Şah’a kayıtsız koşulsuz desteğini bildirir. Ardından, Doğu ve Batı Almanya da desteklerini iletirler.
Ne var ki 5 Kasım olaylarında Tahran harabeye dönerken, ortada ne bir asker, ne de bir polis görünür. Şah sonunda “işi orduya bırakmaktan başka bir çare bulamadığını” ABD ve İngiliz büyükelçilerine ileterek, hükümetlerinin bu plana destek verip vermeyeceğini sorar. Elçiler kesin bir yanıt vermeyerek, kararı Şah’a bırakırlar. Ertesi gün bir askeri yönetim kurulur. Ancak Şah ikili oynamaya kalkışır: Bir yandan, ayaklanmayı bastırmak için yönetimi askerlere bırakırken, bir yandan da, kararının orasında burasında düzeltmeler yapmaya yeltenir; bir TV konuşmasında, devrimin dışında kalamayacağını (!) söyler.
Rejimin ileri gelen adamları; 1978 Eylül’ünden beri Ulusal Cephe ve ılımlı din adamlarıyla sürekli ilişki halindedir. Askeri yönetim de olaylarla başa çıkamayınca Şah’a, ılımlı muhalefetle koalisyon pazarlığı yapmaktan başka bir çare kalmaz. Ancak hâlâ dizginleri kendi elinde tutmaktan vazgeçmediği için, görüşmelerden bir sonuç alınamaz.
Yas ayı yaklaşırken, Humeyni; halkı yeniden yürüyüşler yapmaya çağırır. Bunun üzerine hükümet, her türlü toplantıyı yasaklar. Buna karşılık Humeyni de son kozunu oynar: 2 Aralık’ta silahlı kuvvetleri dayanışmaya katılmaya çağırır. Ertesi gün, yürüyüşe izin verilir. Yalnız Tahran’da iki milyonun üzerinde insan yürür.
II ) HUMEYNİ
İslamiyet, bir güç olarak, Gom ve Tebriz yürüyüşleriyle ortaya çıkar. Bu güç, o zamana değin ne solcular ve öbür aydınlar, ne de muhalefet önderleri tarafından hesaba katılmıştır. Ülkede sayıları onbinleri bulan mollalar, birkaç hafta içinde harekete geçirilir. Bunlar ruhani önderler olarak, halktan büyük saygı görüyorlardı. Hızla, devrim safında yer alırlar. “Her biri bir parti kodamanı, yetiştirilmiş birer kışkırtmacıdır sanki.” Hiçbir silahlı gücün giremeyeceği camiler, parti merkezi işlevini görmektedir. Milyonlarca Müslüman partiye üye kaydedilir. İslam ideolojisi ve şehit olma tutkusuyla silahlandırılmış, makineli tüfek kurşunlarına ve tank mermilerine göğüs germeye hazır olarak, savaş meydanlarına gönderilir. Önder olarak da, kendilerine -Şah’a karşı çıkışlarıyla tanınan, sürgünde bulunan- Ayetullah Humeyni’yi seçerler.
Yaklaşık bir milyon kişinin katıldığı 4 Eylül yürüyüşünde, artık Humeyni’nin resimleri taşınmaktadır. Ulusal Cephe önderleri ile burjuva-liberallerin de katıldığı yürüyüşte, asıl çoğunluğu din adamları oluşturmaktadır. Alışılanın üzerindeki sayıda, çoğu kara peçelerle yüzlerini örtmüş kadınlar; yaftalarda, “Asker, sen Müslümansın, Emirlerini Allah’dan al” yazısı dikkati çekmektedir. Kadın ve çocuklar yol boyunca dizilmiş askerlere çiçekler atıyor, erkekler ise kucaklayıp öpüyordu.
Dincilerin, devrim saflarında yerini almasını Humeyni sağlamıştır. 1960’lı yıllarda verdiği vaazlarda rejimi eleştirmiş, yazılarında müminleri direnişe çağırmıştır. Özellikle genç din adamları tarafından tutulmaktadır. İslamiyet’in politikadan ibaret olduğuna inanır. Ona göre bir İslam devleti; yalnız toplumsal sorunlarla değil, yurttaşın özel yaşamıyla da ilgilenmelidir.
Radikalizminin, ilericilikle hiçbir ilgisi yoktur.
Şah rejiminin yıkılmasını isteyen ilk kişi, o olmuştur. Gösterdiği kararlılıkla, ılımlı politik güçleri de devrimin kasırgasına çekmeyi bilir. Asıl amacı, Şah’ı devirdikten sonra, ülkenin tek egemeni olmaktır. Ancak bunu, taktik gereği, başlangıçta gizler.
A) Humeyni “Demokrasi Havarisi...”
Humeyni, 16 Ekim 1978’de Paris’tedir. Halkı oradan kutsal savaşa çağırır. Ardından, Isfahan maden ocaklarında 30 bin işçi greve gider. Sonra, petrol endüstrisinde çalışan 37 bin işçinin grevi gelir. Petrol üretimi günde 6 milyondan 1 milyon varile düşer. Ülke ekonomik bakımdan tam bir felaketin eşiğindedir. Karışıklıklar, gittikçe bütün ülkeye yayılmaktadır. 5 Kasım’da Tahran’da bankalar, sinemalar kundaklanır; alkol satan dükkânlara, barlara ve lokantalara, İngiliz Büyükelçiliği’ne saldırılar düzenlenir. Tüm kent bir harabeye döner. Bunun üzerine, Şah askerî yönetim kurar. Ancak taşkınlıklar sürer. Grev çağrısına devlet daireleri bile uyar.
Humeyni Paris’teki evinde, dünyanın dört bucağından gelen Müslümanlara, İranlılara “Allah’ın iradesini ileten bir evliya” görüntüsüyle, şöyle konuşur : “Şah denilen şeytanın uşağına acımak yok artık. O ve adamları, Allah’ın gazabından kurtulamayacaktır. Milyonlarca masumu, bu şeytanın elinden kurtaracağız. Bütün hor görülmüş ve aç bırakılmışlar, özgürlüklerine kavuşacaklar. Bütün ezilmiş ve aşağılanmış köylüler, işçiler, mahpuslar, esnaf, üniversiteli gençler özgürlüğü tadacaklar. Kim bu kutsal savaşta ölürse, şehit sayılır. Cennetin kapıları açıktır ona. Korkmayın, Allah sizinle birliktedir.”
Şah bir yandan askerî yönetim ilan edip bir yandan da “devrimin önderi” rolünü oynamaya kalkışınca, Humeyni’nin yanıtı şöyle olur: “Çekip gitsin. Uzlaşmaya olanak yok. Bugün İran’da, Şah’la barışacak bir kişi var mıdır? Yolumuzdan kim dönerse, vatan hainidir. Şah’a zaman bırakmayın. Soluğu kesilinceye dek, gırtlağını sıkın. Allah sizi korusun.”
Humeyni’nin demir gibi iradesi, amacından sapmaması, Şah’ı oltanın ucundaki bir balık gibi oynatması; herkesi hayran bırakıyordu. En radikal görüşleri dile getirmekte, Şah’la uzlaşmaya yanaşmamakta, kurulu düzenin temelinden değiştirilmesi gerektiğinden söz etmektedir. Şah’ı devirdikten sonra yapacakları, tüm kötümserlerin çanına ot tıkıyordu. Şiî molla şöyle konuşuyordu : “Söz ve düşünce özgürlüğü, insanların temel haklarından biridir. Vatana ihanet edenler dışında, tüm partilere ve örgütlere özgürlük tanınacaktır. Halkı ezen tüm devlet kuruluşları, kadın-erkek eşitsizliği kaldırılacaktır. İran’ı halkımız ve serbest seçimlerle iş başına gelmiş bir hükümet yönetecektir. Ben, yönetimde görev almayacağım. Din adamlarının da, devlet işlerine karışmaması gerekir.”
Mollaların, devrimi kendi yönlerine çekmeye başlamalarının asıl belirtileri, Aralık 1978’e rastlar. Örneğin, yürüyüş ve grevlerde solcu ve liberallere söz hakkı tanımazlar. Demokrasi ve özgürlük sözlerinin yerini, Kur’an sureleri ve dinsel sloganlar almaya başlar. İslamiyet ön plana geçer. Güçler dengesi, yurt dışındaki İranlılar arasında da dinciler lehine değişir. Mollaların yaptıkları konuşmalar artık farklıdır: Gecekondu halkından, aç ve yoksullardan yana görünürler. Zenginlerden, “batılılaşmış, ukalâ aydınlardan,” Marksistlerden tiksintiyle söz ederler. Aralık ayındaki yas yürüyüşünde dinsel ögeler ağır basar. Mitingte okunan bildiride “Müslüman bir devletin kurulması” istenir. Bundan böyle, devrim bayrakları üzerinde “İslam cumhuriyeti” sloganı görülür.
Nirumand, Tahran Üniversitesi önünde yüzbin kişinin katıldığı bir miting hakkında şunları yazıyor: “Bu kalabalık beni çok etkilemiş, biraz da korkutmuştu. Çoğu; gecekondulardan, varoşlardan gelmişti. Yüzlerinde 25 yıldır birikmiş, birden iplerini koparmış bir saldırganlık okunuyordu. İlk olarak İslam cephesinde Humeyni’den sonra adı en çok duyulan Ayetullah Talegani çıktı kürsüye. Kimi ünlü politikacı ve profesörler de konuştuktan sonra, yürüyüşe geçildi. Binlerce karanfil ve gül; askerlerin tüfek namlularına ve tankların üzerine atılıyordu. Yürüyüşçüler ‘Askerler kardeşimiz, Humeyni önderimiz’ diye bağırıyor, askerler gülüyor, yürüyenlere el sallıyordu.”
Humeyni, 1978 sonunda, yas ayını “ayaklanmayı İslam’ın ilkelerine yönlendirmek” için bir fırsat olarak kullanır: “ Müminler, despotluğa karşı verilen savaşta ölümden korkmamalıdır. Bu savaşta şehit düşmek, en büyük mutluluktur. Şehit düşenin bütün günahları silinir. Din uğruna başını veren, öbür dünyada sonsuz mutluluğa erişir. Kim Şah’la anlaşıp hükümet kurarsa, onu vatan haini ve din düşmanı ilan edeceğiz.” Mollalardan, köylere dağılarak, halkı dinsel törenlere ve politik etkinliklere hazırlamalarını ister. Orduya, kendilerine katılma çağrısında bulunur. Bu çağrı, er ve subayları baştan çıkarma bakımından, çok etkili olmuştur.
ABD Başkanı Carter, Bahtiyar’ın 1979 başında kurduğu hükümetin işini kolaylaştırmasını isteyince Humeyni’nin yanıtı şu olur: “Halkımız Şah’la uzlaşmaya kesinlikle razı değildir. Şah’ın gitmesini sağlayın ve Bahtiyar’ı desteklemeyin. Bir askerî darbe yapılırsa, halkımızı orduya karşı cihada çağırmam öneriliyor. Tek yol monarşinin kaldırılmasıdır. İran halkı, yazgısıyla başbaşa bırakılmalıdır. Halkın seçtiği bir hükümet işbaşına gelinceye kadar, iktidarı elinde tutacak bir devrim konseyi kuracağım. Ordu aylardır halkımızı sindirmeye çalışıyor ama, bunu başaramadı. Ayrıca gücünü yitirdi. Saflarından çok kişi bize katıldı.”
Humeyni böylece dünyanın en güçlü devletine kafa tutarken, İran halkının, ardında olduğundan emindi: Halka göre o, “Allah’ın gönderdiği kurtarıcı, Peygamber’in halefi olan imam’dı.” Onun her sözü, “Allah’ın sözü” yerine geçiyordu. Özellikle ezilmişlere, varoşlarda yaşayanlara göre, yalnız Humeyni kendilerini yoksulluktan kurtarabilirdi. Sanıyorlardı ki onun sayesinde bilinçlenmişlerdi; onun sayesinde insan olduklarını anlamışlardı.
Humeyni, karizmasıyla, İslâm dinine yeni bir güç kazandırır. Bu ve öbür dünyayı birbirine yaklaştırır. Cahilleri ve ezilenleri her şeyi kaplayan bu gücün merkezine oturtur ve onlara yeni bir benlik aşılar. Onların bilincini değil, bilinçaltını; kafalarını değil, ruhlarını harekete geçirir. Ruhlarını ele geçirdiği için, onlara artık akla gelebilecek her şeyi yaptırabilir. Nitekim, zamanı gelince, “Sen bizim ruhumuzsun, Humeyni!” diye haykırıp, göğüsleri açık, “Bize top tüfek işlemez” diyerek, şehit olma özlemiyle tankların, makineli tüfeklerin üzerine yürüyeceklerdir.
Humeyni 12 Ocak’ta bir İslam Devrim Konseyi kurduğunu açıklar. Ayrıca geçici bir hükümet kurulacağını, bu hükümetin seçimleri hazırlayacağını ve iktidarı halkın seçtiği hükümete devredeceğini duyurur. Sözlerini şöyle bitirir: “Halk amacına erişinceye dek, kavgayı sürdürmelidir. Grevler ve yürüyüşler devam etmelidir. Kim sizi engellerse, onu öldürme hakkınız vardır.”
Şah’ın İran’dan ayrılışından sonra, 19 Ocak’ta, monarşinin kaldırılması ve bir İslam cumhuriyeti kurulması için, İran tarihinin en büyük yürüyüşü yapılır. Bu, tümüyle mollaların egemenliğinde olan bir yürüyüştür. Yaftalar, sloganlar, her şey mollalarca belirlenmiştir: İslami resimlerden, Kur’an ayetlerinden geçilmiyor. Kadınların çoğu peçe ya da başörtüsü bağlamış. Kim Musaddık’ın ya da solcu şehitlerin resimlerini taşımaya kalkışırsa, Humeyni çömezlerinin saldırısına uğruyor. Birkaç yüz genç; “Tek parti Allah’ın partisi, tek önder Humeyni” diye bağırarak, ellerinde bıçak ve zincirler, solcu blokların üzerine saldırıp kıyasıya vuruyorlar.
Artık sokaklar kabadayılardan geçilmemektedir: İçkili lokantalar yerle bir edilir, sinemalar kundaklanır, arabalar, otobüsler ateşe verilir. 27 Ocak’ta bir bira fabrikası kundaklanır. Humeyni çömezleri “Allah bir, partimiz bir, önderimiz bir” diye bağrışmakta; akşamları, çatıların üzerinden “Allahü ekber, Humeyni rehber” sadaları gelmektedir.
Humeyni’nin, Şubat başlarında burjuva-liberal ve dini bütün politikacı Bazargan’ı başbakanlığa getirmesi; aşırı İslamcı kesimi ve bağnaz Humeyni çömezlerini düş kırıklığına uğratır.
Bu sırada, çoğunluğu Halkın Fedaileri ve Halkın Mücahitleri olmak üzere binlerce sivil silahlanmıştır. Söylentilere göre, bazı camilerden de halka silah dağıtılmıştır. Halkın silahlanmasına solcular da yardımcı olur.
Ordu tarafsız kalıp kışlalarına çekilince, kesin başarı elde edilir: Şah, ordu ve hükümet sonunda alt edilmiştir.
B) Humeyni Maskesini Çıkarıyor
Artık herkes hem hâkim, hem cellat rolünü üstlenmiştir. Korkunç cinayetler, linçler ve infazlar birbirini kovalar. Humeyni ve çevresindekiler, bunlara göz yummakla kalmayıp halkı teşvik de eder. Hattâ mollalar, aynı şeyleri hem de devlet düzeyinde yapar. Bu sırada Halkalı adında bir molla türemiştir. İslam devrim mahkemesinin başkanıdır. Yargıçlık görevini büyük bir zevkle yapmakta, idam cezası verdikçe, bu cezayı mahkeme salonunda kendi elleriyle infaz etmektedir.
Humeyni; Bahtiyar’ın, kendisiyle görüşme önerisine yanaşmaz. En büyük kozu, ödün vermemek, pazarlığa oturmamaktır. 1 Şubat’ta İran’a dönüşünden birkaç gün sonra, burjuva-liberal, dindar bir politikacı olan Bazargan’ı başbakan yapar. Bazı generallerle ilişki kurar. Hava Kuvvetleri Komutanı’nı çoktan kendi yanına çekmiştir. Humeyni, Bazargan’ı başbakanlığa getirmekle akıllıca davranmıştı. Eğer aşırı uçtan birini, hele bağnaz bir mollayı başa getirseydi, ABD bir darbe için baskı yapacaktı.
Humeyni; Devrim Konsey’ini ve Bazargan’ı ülkenin yönetimiyle görevlendirmiş, halkın büyük bir çoğunluğunu kendi tarafına çekmişti ama, asıl güç, silah kimdeyse, onun elindeydi. Bunlar arasında, Solcular ve Halkın Mücahitleri önemli bir yer tutuyordu. Bu da onun planlarını bozuyordu.
15 Şubat’ta, yağmalanmış silahların hükümete geri verilmesini emretti. Ardından, ilk kez 22 Şubat’ta Sol Cephe’ye karşı saldırıya geçti. Halkın Fedaileri, kendisiyle görüşmek isteyince, “Komünistleri ve Allahsızları huzuruna kabul etmeyeceğini” duyurdu. Halktan, onların mitinglerine katılmamalarını istedi. Oysa, Paris’te “Şah’ın devrilmesinden sonra muhalefet örgütlerinin de toplumda bir yeri olacağını, komünistlerin bile düşündüklerini söyleme ve örgütlenme hakkının olacağını” söyleyeli üç ay bile olmamıştı!
Humeyni Nisan ayında kutsal kent Gom’a yerleşir. Hemen ardından, bir “ahlâk işleri bakanlığı” kurulacağını açıklar. Şöyle konuşur: “Toplumumuzdaki ahlâksızlığın kökünü kazıyacağız. Her şey İslâm dinine dayanmalıdır. Yasalarımız İslâm yasaları olmalıdır. Son olsun artık batılılaşmaya... işe temelinden başlamalıyız. Her şey İslâm’la uyumlu olmalı... Bütün devlet daireleri, bütün makamlar temizlenmeli... Halkımız bir İslâm cumhuriyeti istiyor. Herhangi bir cumhuriyet değil, demokratik cumhuriyet değil, demokratik İslâm cumhuriyeti de değil, yalnızca İslâm cumhuriyeti istiyor. Sizi uyarıyorum. Kanmayın demokrasi lafına! Demokrasi batılıların işidir. Biz Batı’dan gelen her şeyi reddediyoruz. Herkes tercihinde serbesttir. Ben kendim, oyumu İslâm cumhuriyeti için kullanacağım. Ancak, kim demokratik cumhuriyete verirse oyunu, Batı’nın oyununa gelmiş demektir. ”
Humeyni; devrimin kaynaştırıcı ve tarafsız önderi kimliğinden, ilk kez açık ve seçik olarak bu sözleriyle sıyrılır. Çünkü serbest basına, ulusçulara, demokratlara ve solculara savaş açtığını açıkça duyuruyor, iktidarı tek başına ele geçirme arzusunu da açıkça söylüyordu.
Mollalar; Humeyni’nin, bu sözleriyle neyi kastettiğini hemen anlar. Kendilerine Hizbullah (Allah’ın partisinden olanlar) adını takmış olan kabadayılar sokaklara dökülür. Solcu yayınevlerini yerle bir eder, kitapları yakarlar. Solcu ve liberal gazeteleri satan bayileri ateşe verirler. Şiraz’da bir İslam mahkemesi; aralarında kadınların da bulunduğu dört kişiyi “ahlâksız davranışlarından ötürü” ölüme mahkûm eder. Cezalar hemen yerine getirilir.
Bu idamlar kadınlar için ilk uyarıdır. Humeyni “kadınların İslam ahlâkına uymaları ve giyimlerine dikkat etmeleri gerektiğini” söyler. Mitinglerde, aralarında kara peçeli kadınların da bulunduğu Hizbullahlar; “Ya başörtüsü, ya da enseye tokat,” “Müslümanların yanında orospulara yer yok” diye sloganlar atarak sokaklardaki kadınlara saldırırlar. Sataşmalar gittikçe artar. Peçesiz ve başörtüsüz sokağa çıkan kadınlar dövülüp üzerlerine kezzap dökülür. Tutuklananların, hapishanelerde ırzına geçilir.
Kadınlara karşı yürütülen tedhiş politikasını daha sonra devlet üstlenir. TV yayınlarında İslami giyim ve davranış dayatılır. Radyo ve televizyonda solculara, demokratlara karşı bir kampanya başlatılır. Bu uygulamayı desteklemek amacıyla yapılan bir yürüyüşte şu bildiri dağıtılır : “İslam cumhuriyeti oturana kadar kavgamızı sürdüreceğiz. Müslüman bacılarımız İslam giyimini, ahlâksızlığa karşı verilen kavganın bir barikatı, iffetlerinin bir kalesi olarak görüyorlar. Bütün kadınlarımızı giyim kurallarına uymaya çağırıyoruz.”
Alkollü içki yasağı, birçok kişiyi işsiz bırakır. Gündüz ya da gece, herkesin evinde içki denetlemesi yapılır. İçki içtiği belirlenenler, oracıkta kamçıyla dövülür. İçki yasağı tuhaf sonuçlar doğurur: Ömründe içki içmeyenler, inadına içmeye başlar. Devrim komitesinden iki üye, gizlice viski satarak dünyanın parasını kazanır!
Devrimden sonraki ilk yeni yıla girerken, bütün gözler yapılacak olan halk oylamasına dikilmiştir. Mollalar, ne pahasına olursa olsun, halkın İslam cumhuriyetine evet demesini istemektedir.
Sonuç resmî rakamlara göre “göz kamaştırıcı”dır. Mollalara yeşil ışık yanmıştır; artık gönüllerinin istediğini yapabileceklerdir.
Nisan 1979’da bağnaz İslâm grupları birleşerek ortak bir açıklama yapar: “Teşkilatımız İslâm devriminin yerleşip yayılmasını engellemek isteyen her kişi, teşkilat ve devlete karşı ideolojik ve politik yönlerden acımasız bir savaş verecektir. Gerektiğinde silaha sarılmaktan çekinmeyeceğiz.”
Mollalar İslâm cumhuriyetini kurmaya böyle koyulurlar!
III) NİRUMAND
Tahran Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Nirumand politik faaliyetlerinden dolayı SAVAK’ın takibine uğrayınca, 1960 yılında Federal Almanya’ya kaçmak zorunda kalmıştır. Orada bir yandan yazarlık ve gazetecilikle uğraşırken, bir yandan da Şah rejimine karşı savaşımını sürdürür.
Nirumand Marx ve Lenin’i okuduğundan beri, aklının her şeye erdiğine inanmaktadır. Köklü çözüm yanlısıdır: “Şiddetten başka çare yoktur. Ülkeye bir devrim gerekir. Yukarıdan gelen terör ve şiddet, ancak aşağıdan gelen karşı bir şiddetle yok edilebilir.” İran’daki en ufak bir protesto belirtisini bile, bir genel ayaklanmanın başlangıcı olarak yorumlar.
Federal Almanya’daki İranlı öğrenci hareketleri küçük fraksiyonlara bölünmüştür. Sosyalizme nasıl gidileceği konusunda bir görüş birliği yoktur. Birbirleriyle, Sovyet, Çin, Küba ve Arnavutluk modelleri, Marksizmin yorumlanması, silahlı mücadelenin kuramları hakkında sürekli kavga etmektedirler. Her grup öbürünü revizyonist, anarşist ya da terörist olmakla suçlar. Bu gruplar arasında, ılımlı ve reformcu olanı yoktur. Her biri radikal isteklerde bulunur; ancak bu tutumun ülkenin gerçekleriyle bağdaşıp bağdaşmadığını düşünmezler.
Tek amaçları, ne olursa olsun, Şah rejimini yıpratıp yıkmaktır. Ardından ne geleceğini düşünmezler.
A) Nirumand’ın Pembe Düşleri
Sol görüşlüler, İran’da halk ayaklanmasını duyunca bir çocuk gibi sevinirler. Bekledikleri gün, sonunda gelmiştir. Humeyni; Gom ve Tebriz olaylarından sonra devrimin başına geçince, onu desteklerler. Böylece Şah’a karşı en etkili yolu bulduklarına inanırlar. Humeyni’nin boyun eğmeyen, radikal tutumuna hayrandırlar. Aralarında Humeyni’den kuşkuyla söz eden kötümserler olsa da, bunlar hemen susturulur.
İyimserler şöyle düşünmektedir: “Şu anda asıl önemli olan, Şah’ı devirmektir. Onun işi bitirildikten sonra, Humeyni’yi ortadan kaldırmak çocuk oyuncağıdır. Kitlelerin derdi; ‘Humeyni devleti, Şeriat, İslam cumhuriyeti’ filan değildir. Mollalar, bu çağdaş ülkeyi yönetemezler. Aydınlar, mollaların aklına uymaz. Halk demokrasi ve özgürlük istiyor.”
Kötümserler ise şu görüştedir: “Doğru, kitleler demokrasi ve özgürlük istiyor. Ama nasıl oluyor da, ölmeye hazırlar? Askerin tankına ve kurşununa göğüs gerecek gücü nereden alıyorlar? Bir ideolojiye, Allah’a, cennete, cehenneme inanmadan mümkün müdür bu? Mollalar bir iki sloganla gecekondularda yaşayan kitleleri kolayca kandırabilir. Bu kitleler, birgün dizginleri ele alırsa neler yapmaz?”
Nirumand da Humeyni’yi desteklemekten başka çare olmadığına inanmıştır. Şiî molla radikaldir; uzlaşmaz ve devrim yanlısıdır. Nirumand da o görüştedir. Ayaklanan kitlelerin gücü, son kertesine kadar kullanılmalıdır. Dahası, devrim dinci akım olmadan başarıya ulaşamaz. Bu nedenlerle, arkadaşlarıyla birlikte, ılımlıları değil Humeyni’yi yeğler. Mollaların, ülkeyi tek başlarına yönetemeyeceklerini düşünmektedir. Bundan dolayı, konuşma ve yazılarıyla, “devrimi gericiliğin hortlaması olarak görenlere, molların iran’da diktatörlük kuracağını ileri sürenlere” karşı çıkar. Halkın direnişi onu öyle sevindirir ki “islamcı grupların başı çekmesini” ya görmez, ya da görmek istemez.
Ilımlı (burjuva-liberal) politikacılar ise, tarihsel görevlerini yerine getirecek yetenekte değildi. Sinsi ve korkak, sağa sola yaranma ve başlarını kurtarma çabası içinde Humeyni’den ve kitlelerden ödleri kopuyordu. Yazgılarına boyun eğerek, gittikçe coşan devrimin akışına bıraktılar kendilerini. Öyle ki Ulusal Cephe’nin liderinin elinden, Paris’e gidip Humeyni’nin ayaklarına kapanmaktan başka bir şey gelmiyordu. Solcular da “yaşlı evliya”ya saygılarını sunmak, desteklerini bildirmek için, Paris’e gidiyordu!
Humeyni ayaklanmanın önderliğini üstlenince, bütün sol kanat; tüm demokratlar, liberaller ve ulusçularla birlikte, Şah’a karşı en etkili yolu buldukları inancıyla, Humeyni’yi destekler. Tüm çağrılarına katılır. Şiî liderin peşinden gitmeyenler; “vatan haini, karşı-devrimci ve Şah ajanı” diye damgalanır.
Nirumand 1979 başında Almanya’dan ülkesine döner. Arkadaşları can güvenliği için onu saklamak ister. Buna şiddetle karşı çıkar ve şöyle konuşur: “Biz solcuların yaptığı en büyük yanlışlık budur. Hep saklanıyoruz. Hiçbirimizin adı duyulmuyor. Herkesi bize düşman sanıyoruz. Yazılarımızı takma adlarla yazıyoruz. Ama halkımız kendisine yol gösterecek bir adam istiyor. Bu gidişle halkımızın güvenini kazanamayız. Bugün bir seçim yapılsa, hangimizi seçerler? Hangimizi tanıyorlar ki? Düşünceler halkı peşine takamaz. Birinin çıkıp, bu düşünceleri yayması gerek.”
Başka bir gün, bir arkadaşıyla aralarında şu tartışma geçer.
Arkadaşı, Bahtiyar Hükümeti’nin desteklenmesi görüşündedir:
-Devrim olursa ne olacak? Mollalar Bahtiyar’dan daha mı iyi? Daha mı çok özgürlük verecekler bize?
-Mollalar İran gibi bir ülkeyi yönetemez. Bir zaman sonra camilerine geri çekilecekler.
-Pekiyi, o zaman kim gelecek başa?
-Halkımız ve onun seçeceği milletvekilleri...
-Sokaklarda avazı çıktığı kadar bağıran, “Ay’da Humeyni’nin yüzünü gören” bu kitleler kimi seçerler, hiç düşündün mü?
-Sen onlara bakma! Greve giden, yürüyüş yapan yüzbinlerce işçiyi, memuru, öğretmeni, öğrenciyi düşün. Bunlar da mı mollaları seçecek? Bunlar da mı İslam cumhuriyeti istiyor? Aksine, özgürlük, bağımsızlık ve adalet istiyorlar.
-Senin politikaya aklın ermiyor. Ayetullah ve dilinden düşürmediğin “halk yönetimi” iktidara gelince, her şeyi anlarsın.
Şah’ın yurt dışına kaçışının ardından yapılan 19 Ocak 1979 yürüyüşünde, solcuların bloğu İslamcı bloğun saldırısına uğrayınca, Nirumand ilk kez tepki gösterir; “özgürlük, özgürlük...” diye bağırır. Gözü çok korkar. “Yeni bir grubun” ortaya çıkışını ilk kez farkeder. Ancak, gerçeğe yine gözlerini yumar: “Bunlar bağnaz kişiler... Hele bir kurtlarını döksünler.” Suçüstü yakalanan bir hırsızın, yeni kurulan bir İslami mahkemece 35 kamçı cezasına çarptırıldığını duyunca, “Bunlar ciddiye alınması gereken belirtiler mi?” diye düşünmekle yetinir. Humeyni’nin İran’a döndüğü, Bahtiyar Hükümeti’ne son darbeyi indirdiği günlerde, arkadaşlarıyla sokaklarda devrim şarkıları söyleyip gelecekte neler olacağını tartışır, her dakikanın tadını çıkarır.
Şah rejimi dermeçatma bir kulübe gibi çökerken, Nirumand “mutlu bir geleceğe” bakmaktadır. Çünkü hâlâ sanmaktadır ki devrim, amaçlarını gerçekleştirecek; İran’a özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık getirecektir. Linç olaylarına ve geçici İslam mahkemelerine -bunların zamanla kurumlaştırılıp iktidarın bir baskı aracına dönüşebileceğini bile bile- hiçbir tepki göstermez.
B) Nirumand Uyanır Ama Neden Sonra...
Nirumand 22 Şubat’ta Halkın Fedailerinin bir mitingine katılır. Bu mitingde, şimdiki yönetim sistemi kaldırılıp yerine “sovyetler” kurulması istenir. “imamın, antiemperyalist ve antisiyonist tutumunun kayıtsız koşulsuz destekleneceği” ilan edilir.
Nirumand, ilk kez, bu mitingte uyanır; ülkesini ve devrimi saran tehlikeyi yavaş yavaş görmeye başlar: “Mollalar bir güç tekeli kurup eski çağlara dönmek; dogmatik solcular ise, halkı hesaba katmadan, gerçeklerden uzak, ütopik görüşlerini gerçekleştirmek istiyorlar. İki taraf da radikal mi, radikal... Bu iki aşırı uç birleşmeye görsün, yandık o zaman...”
Yazarımız; artık, kuruluşuna katılmış olduğu Ulusal Demokratik Cephe’nin bir üyesidir. “Bağımsız solcularla radikal demokratları, halkın ilerici ve aydın kesimini kaynaştıracak olan” bu cephenin ana amacı; “toplumun her kesiminde demokratik hakları ve özgürlükleri gerçekleştirmek” olacaktı. Demokratik haklar ve özgürlükler ancak -sol kanattan başlayıp liberallere, demokratlara kadar uzanan- böyle bir geniş cephe tarafından gerçekleştirilebilirdi.
Humeyni’nin Gom’da ilk kez, solculara ve liberallere karşı bir tavır takınmasından sonra, “İslami giyimli” olmayan kadınlara saldırılar başlayınca, solcular ve politik örgütlerin çoğu; kadın sorununun ön plana geçmesini ve emperyalizme karşı açılan savaşı kösteklemesini istemezler. Onlara göre, kadın sorunu bir “yan çelişki”dir. Ana çelişki olan emperyalizm çelişkisi çözümlenince, o da kendiliğinden bir çözüme kavuşacaktır. Şu sözler, Fedailerin sempatizanı, tarihçi bir bayana aittir: “Ne gerek var protestoya? İmam Humeyni, emekçi kitlelerin çıkarlarını gözetmektedir. Peçeye alışmak için biraz zaman gerekli...”
Şah’ın 14 Ocak 1979’da ülkeden kaçışından sonra, Sol Birlik İran’da yeni bir güç oluşturmaya çalışır. Herkes çok mutludur. Kimsenin, gelecekten bir kaygısı yok gibidir.
Humeyni’nin, Şubat başlarında burjuva-liberal ve dindar politikacı Bazargan’ı Başbakanlığa getirmesi; Moskova yanlısı Tudeh Partisi ile bağımsız solun çeşitli kanatlarını düş kırıklığına uğratır.
Solcular, halkın, askeri üsleri ve silah depolarını ele geçirmesinde önemli rol oynar. Halkın silahlanması askerî darbeyi önler. Böylece tek kozu elinden alınan Bahtiyar kaçmak zorunda kalır.
Humeyni İran’ın artık mutlak egemeni olmuştur. Onunla birlikte, idamlar da başlar. İdam cezaları, özellikle solcu ve aşırı uçtaki örgütler tarafından sevinçle karşılanır.
Devrimi savunmak için, her yerde -üyeleri her görüşten olan- silahlı komiteler oluşmuştur. Mollalar, bunları “geleceğin polisleri” olarak görürken, solcular “bir halk ordusunun çekirdeği” saymaktadır. Bu nedenle, Humeyni 15 Şubat’ta, yağmalanmış silahların hükümete geri verilmesini emredince, solcular buna karşı çıkarlar.
Yeni yıla girerken, devrimin hızı hâlâ kesilmemiş; milyonlarca insan geleceğe hâlâ umutla bakmaktadır. Öyle ki idamlar, kamçılamalar, kadınlara sataşmalar, medyaya getirilen sansür, İslâm ahlâkı adına yapılan zorbalıklar; çoğu kimse tarafından umursanmamakta, “devrimin kaçınılmaz sancıları” olarak görülmektedir.
Politik alanda üzerinde durulan tek konu halk oylamasıdır. Halka sorulacak soru şudur: “İslam cumhuriyetine evet mi, hayır mı diyorsunuz?” Soru öyle düzenlenmiştir ki hayır demek, monarşiye evet anlamına gelmektedir.
Sol Birlik, oylamayı kendi içinde uzun uzun tartışır. İyimserlere göre “Mollaların planında kötü bir taraf yoktur. Önemli olan, cumhuriyettir. Cumhuriyet olsun da, ister demokratik, ister İslâmcı olsun. Ayrıca, Humeyni ve mollalar devlet işlerine karışmayacaklarını söylüyorlar. Halka ters düşemeyiz. Sonra, yapayalnız kalırız.” Artık “yoğurdu üfleyerek yiyen” Nirumand’ın da aralarında bulunduğu öbür gruba göre “halkın bilgisizliğini ve güvenini kötüye kullanan bu hileli oylamaya kesinlikle karşı çıkmalı, halk boykota çağrılmalıdır.” Çoğunluk bu ikinci görüşü destekler. Sonuçta, Sol Birlik; Ulusal Demokratik Cephe ve Halkın Fedaileri ile ortaklaşa, halkı boykota çağırırlar.
Oylama 30 Mart 1979’da yapılır. Resmi makamlara göre 20 milyon evet; buna karşılık, yalnızca 140 bin hayır oyu çıkmıştır!
Nirumand acı gerçekle şimdi tam anlamıyla karşı karşıyadır: Yüzde yetmişi okuma yazma bilmeyen halkı “Humeyni’den yanadır. Humeyni ile kimse boy ölçüşemez. Biz, kendimizi dev aynasında gören küçük bir azınlığız.”
Özeleştirisini ve aldığı dersi dinleyelim : “Evet, Humeyni yeryüzünde cennet vaat etti bize. ‘Demokrasi gelecek, kimse düşünceleri ve siyasal görüşleri yüzünden tutuklanmayacak, kadınlara eşit haklar tanınacak’ dedi. Biz solcular ise, büyük yanlışlar yaptık. Biz dedik ki ‘bir yandan gelenekselliği simgeleyen, öbür yandan da böyle güzel şeyler vaat eden bu karizmatik önder olmadan, Şah’ı deviremeyiz.’ Ayrıca, mollaların, devleti yönetecek güçte olmadıklarını sanıyor; başta Humeyni, çoğu mollanın radikal tutumunu beğeniyorduk. Biz solcular, İslam’ı yeni bir güç olarak görmekten yoksunduk. İran üzerine analizlerimiz, Şili ya da Vietnam üzerine yapılan analizlerden farksızdı. Üstelik demokrasi anlayışımız da yetersizdi. Giysileri yüzünden kadınlara sataşmalar başlayınca, bunları ‘yan çelişkiler’ diye dikkate almadık. Biz, ana çelişkiyi, yani emperyalizmle savaşı ön planda tutuyorduk.
Demokrasi olmadan, emperyalizmle savaşılamayacağını anlayamamıştık. Kadın hakları ve sendikal haklar için verilen kavga, emperyalizmle savaşın ta kendisidir.”
Nirumand mollalar diktatörlüğüne dayanamayarak, Kasım 1981’de Paris’e kaçar.
Şimdi, yine Berlin’de yaşamaktadır!
IV) KISSADAN HİSSE
Ortak bir düşmana karşı işbirliği yapan düşmanlar, ortak düşman alt edildikten sonra, mutlaka karşı karşıya geleceklerdir. Kim, bunun hesabını önceden gerçekçi bir şekilde yapmamışsa, o kesinlikle yenik düşecektir. “Düşmanımın düşmanı dostumdur” mantığı, özellikle halk arasında yeterince kökleşmemiş politik görüşler için çok tehlikeli bir yoldur. Çünkü politik savaşımda en büyük ve en güvenilir güç halktır.
Eğitim ve yaşam düzeyinin düşük olduğu toplumlarda, kim politik görüşlerini düşlere, en basit yaşam gerçeklerine dayandırmışsa ve daha basit anlatırsa; halktan, ona koşacak ve onu dinleyecek yığınlar çıkacaktır. Kim sade olan zihinsel ve günlük yaşamında halka daha yakınsa, halk ona meyleder. Yalnız Sol değil, bütün öbür akımlar; politik İslam’ın camileri, tarikatları, tekkeleri ve benzeri kurumları ölçüsünde halka yakın -onun hemen yanıbaşında olan- kurumlara sahip değilse, demokratik ortamda, politik savaşımını -ne denli haklı ve halktan yana olursa olsun- çok tehlikeli dezavantajlarla yürütüyor demektir. Düşünce özgürlüğü böyle bir ortamda, asıl geleneksel güçlerin lehine çalışacaktır. Hiçbir maliyet gerektirmeyen “öbür dünya” vaadi, politik İslam’ın elinde korkunç bir kozdur.
Çağdaş akımlar her şeyden önce bu dezavantajlarını gidermek zorundadır.
Demokrasi dogmalar üzerine kurulamaz. Politik İslam da dogmasız yaşayamaz. Öyleyse, politik savaşımlarını eleştirilmez dogmalara dayandıranlarla demokrasi oynayanlar, ancak saflar olabilir.
Kaynak: C.Dura, Düşmanı Çağırdılar Satıldık Uyanın, İleri Yayınları, 2005, ss. 661-674
Prof. Dr. Cihan DURA, 9 Haziran 2012