Türkiye’de sınıf mücadelesine bakış açısı ile milli bağımsızlık mücadelesine yaklaşım bir türlü doğru bir zemine oturtulamamıştır. Konunun yanlış anlaşılmaması için şöyle bir açıklama yapayım. Bizde sanki milli bağımsızlık mücadelesi ayrı, sosyal – sınıfsal kurtuluş mücadelesi ayrı sorunlar gibi algılanmış; her nedense, sanki görev dağılımı yapılmış gibi, bu ayrı gibi görünen sorunlarla toplumun belli bir kesimi ilgilenecekmiş gibi bir etki yaratılmıştır. İşçi – memur – köylü – çiftçi sorunlarından bir “kutup”, milli mesele ile bir başka “kutup” sorumlu olarak yer alacak, bir kesim diğer kesimin ekonomik – siyasi – sosyal ve kültürel sorunlarına müdahil olmayacakmış gibi, toplumda yapay bir ayrışma oluşmuştur.
Oysa Türkiye gibi Batı emperyalizmine bağımlı olan ülkelerde iki sorun da, milli kurtuluş ve sosyal kurtuluş mücadelesi, iç içe geçmiş sorunlardır. Biriyle ilgilenirken, diğerine sırt dönmek her iki mücadele şeklini de başarısızlığa uğratır. Somut örneklerle konuyu daha anlaşılır hale getirelim.
Örneğin özelleştirmelere karşı mücadele, sadece işçi sınıfının özlük haklarının gaspı, işsizliğin artması, sendikal hakların tasfiyesi olarak algılanmış ve sorun sadece “sınıfsal” zemine indirgenerek yorumlanmıştır. Soruna bu şekilde tanı koyulunca, “proletaryanın” kurtuluşu için mücadele verdiğine inanan belli bir kesim duruma müdahil oluyor. Hal böyle olunca, milli meselelerde hassas olan bir başka kuvvet işçi sorununa sırtını dönmekte ve sosyal – sınıfsal kurtuluş mücadelesinden uzaklaşmaktadır. Bunun sonucunda Türkiye’de klasik anlamda “proleter diktatörlük” –yani işçi sınıfı diktatörlülüğü - mücadelesi veren marjinal guruplar işçi hareketinin içine sızarak, işçilerin meşru mücadelesini sabote etmektedir. Diğer yandan da milli kuvvetler toplumun geniş bir kitlesini oluşturan işçi, memur, çiftçi, yoksul köylü kitlelerinden uzaklaşmaktadır.
Oysa özelleştirme saldırısı işçi haklarının gaspı ve yoksulluğun artması gibi ekonomik sorunları kapsadığı kadar, Türkiye’deki ulusal kaynakların yabancı sermaye tarafından yağmalanması gibi milli bir sorunu da kapsamaktadır. Buna verilecek en güzel örnek TEKEL’in özelleştirilmesi ve bu özelleştirmeye karşı TEKEL işçisinin yılardır verdiği mücadeledir. TEKEL’in özelleştirilmesi ile birlikte bu kurumda çalışan işçiler ve teknik personel mevcut ekonomik kazanımlarını yitirmiş ama aynı zamanda yıllık 1 milyon Dolar kar eden bir devlet kurumu yabancı sermayeye satılmıştır. Bir tarım ülkesi olan Türkiye’de tütün ve tütün işletmeleri, doğal kaynaklarıyla birlikte yağmalanmıştır. Bu yüzden o dönem özelleştirmeye karşı direnen TEKEL işçisinin temel şiarı “TEKEL VATANDIR, SATILAMAZ” oldu. Yani, Türk işçisi, kendi sezgileri ile ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelesini ortak bir halkada kavramış, kendi hakları için mücadele verebilmek için, vatanın temel kurumlarına sahip çıkılması gerektiğini ortaya koymuştur. Benzer bir direniş, yakın zamanda Gebze’de faaliyet sürdüren ve bir Amerikan firması olan IFF işçilerinin direnişinde de söz konusu oldu. Yunus Durdu önderliğinde bir araya gelen işçiler, hem kendi özlük haklarını korumak için sosyalve ekonomik temelde bir mücadele verdiler hem de topraklarımızı kimyasal atıklarla zehirleyen ABD firmasına karşı milli eksende bir mücadele verdiler. Nihayetinde IFF işçisinin direnişi ABD Konsolosluğu’na kadar uzandı. Bizim milli kuvvetlere sormak lazım. Bu tavır anti emperyalist, milliyetçi bir tavır değil de nedir?
Aynı örneği bir dönemin en köklü kurumu olan PTT için de verebiliriz. POSTA TELEFON TELGRAF teşkilatı olarak inşa edilen kurumun önce bir “T”si yani, telgraf birimi satılmış, sonra sırası ile iletişim kurumlarının tamamı özelleştirilmiştir. Bu özelleştirmelerle birlikte kurumda taşeron işçilik dönemine geçildi. Yine bu her an kapı dışarı edilme korkusu ile çalışan bir emekçi kitlenin oluşmasına neden oldu. Ama aynı anda haberleşme gibi önemli bir ağın yabancılara satılması, iletişimin yabancı devletler tarafından denetlenmesine neden oldu. Haberleşmesini satan, istihbaratı da satmış demektir aslında. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin temel kuruluş ilkelerinden biri de “Muhabere (haberleşme ) olmadan, muharebe (savaş ) olmaz” ilkesidir. Bu yüzden TELEKOM’UN özelleştirilmesine karşı çıkmak, hem çalışanların ekonomik – sosyal haklarını korumak hem de milli güvenliğimizi korumaya çalışmak anlamını taşımaktadır. Aynı örneği eğitim sistemi için de verebiliriz. Eğitim kurumlarının özelleştirilmesi veya özel eğitim kurumlarının özendirici olarak çoğalması, sadece eğitimin paralı hale gelmesi ve fırsat eşitsizliğine yol açması ile değil, bununla beraber Batı’lı tipte bir kuşak yaratılması gibi küresel emperyalist bir planın da vücut bulması anlamına geliyor.

Örnekleri çoğaltmak mümkün ama konuyu uzatmamak lazım. Türkiye’de salt “sınıf” mücadelesi vererek milli kurtuluş mücadelesini görmezden gelmek de, milli kurtuluş mücadelesi verirken bu toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi, kamu emekçisi, yoksul köylü ve küçük üreticinin ekonomik – sosyal sorunlarını görmezden gelmek de, maddenin tabiatına aykırı olduğu için, başarısızlıkla sonuçlanan durumlara yol açacaktır.
Bu konuyu henüz içselleştiremeyen arkadaşlar varsa, Atatürk’ün savaş halindeyken dahi neden Halkçılık beyannamesini yayınladığını incelesin. “Özelleştirme gereklidir” diyerek hala milliyetçi olduğunu iddia edenlere ise Attila İlhan’ın bir cümlesi ile yanıt vererek yazımızı sonlandıralım.
“EKONOMİ, EĞİTİM VE SAVUNMA MİLLİ OLMAZSA, SEVR GELİR.” Sormak lazım, Sevr’e yol açan bir anlayışı savunarak mı milliyetçi olacaksınız? Özelleştirilerek yabancılara satılan her kurum, işgalci bir askeri tabur kadar tehlikeli ve önemlidir. Bu tehdidin boyutunu anlamak için, SÜMERBANK’ın özelleştirilmesinin hemen ardından kimlere satıldığına haritada göz atmak yeterli.
Milli ekonomi, milli savunma, milli eğitim ise ancak devletçi – kamucu – halkçı bir ekonomik sistemle mümkündür. Bakınız 1923 – 1938 Atatürk dönemi.
Mithat Akar
https://www.facebook.com/profile.php?id=100006232153226