Aşağıdaki yazı Yeni Hayat dergisinin 2006 yılı Eylül sayısında yayımlanmıştır. Biraz uzundur ama okunmaya değer diye düşünüyorum naçizene.
"İşini gücünü vermek", “İşini satmak” ve Emperyalist İşgal
Hanifi Altaş
Bilge Tonyukuk, Kültigin ve Bilge Kağan'a adanmış olan Kök-Türk bengü taşları Milattan sonra 725-735 yılları arasında dikilmişti. O tarihte bugünkü anlamı ve içeriğiyle emperyalizm kavramı elbette bilinmiyordu. Fakat Bilge Kağan'ın ağzından yeğeni Yoluğ Tigin’in, Türklerin Çin'e tutsak olduğu dönemi anlatırken kullandığı şu ifadeler; Türklerin o dönemde kavramsal olarak ifade edilemeyen sömürü ve emperyalizmin, bir olgu anlamında pekala farkında olduklarını ortaya koymaktadır:
"Türk beğleri Çinliler gibi giyinmeye, Çinli adları almaya başladılar!"
....................
" Türk kara budunu (avam-halk) şöyle der imiş: İlli (devletli) budun idim, ilim şimdi hani? Kağanlı budun idim kağanım şimdi hani? Kimin için işimi gücümü veriyorum?"
Baştaki cümleden, Türk yönetici sınıfı mensuplarının yani Türk beğlerinin, kara buduna (avam, halk) göre Çinlilerle kaynaşmaya daha hevesli oldukları, ulusal benliklerini daha çabuk yitirdikleri anlaşılıyor. Bu, aynı zamanda adına kültür emperyalizmi denilen bir olgunun o dönemde de var olduğuna ve buna direnmeyenlerin Türk kamu vicdanınca mahkum edildiğine işaret eder. Peki ama Türk beğleri yani yönetici sınıfı niçin Türk kara budununa göre daha teslimiyetçi ve uzlaşmacı bir tutum sergilemiştir? Buna verilecek cevabı bir yönüyle büyük düşünürümüz Ziya Gökalp'in toplumsal sapmalara (anomalilere) ilişkin bir tespitinde bulabiliyoruz. Gökalp'e göre, bir topluma sosyal hastalıklar, onun ya en üst ya da en alt katmanlarından bulaşır. Sözgelimi, bugün toplumun en aşağı tabakasına mensup olan yersiz-yurtsuz ve kimsesiz kalmış çocukların tamamına yakını bali ve tiner kullanmaktadırlar. Esrar da yine toplumun alt katmanlarında rağbet gören bir uyuşturucudur. Toplumun adına sosyete denilen en üst tabakasında ise, pahalı bir uyuşturucu olan kokain kullanılmaktadır. Aynı şekilde, Çin kültür emperyalizminin gözle görülür yansımaları olan, “Çinliler gibi giyinmek ve Çinli adları almak” gibi davranışlar nasıl ki dün Türk üst yönetici tabakasında ortaya çıkmış ise, bugün de işyerlerine ve hatta çocuklarına yabancı isim koyma salgını (modası) da zengin muhitlerinde başlamış ve oralardan daha aşağılara doğru yayılmıştır. Bir nevi Esperanto* niteliğinde olan Argo ise, aşağı tabakalara mensup insanların konuşma dilinde yer bulmuştur. Düne ve bugüne ait bu tespitler; bize, bir toplumun her yönden sağlıklı olarak yaşaması ve kendisi olarak kalabilmesi bakımından orta sınıfın varlığının ne kadar önemli ve gerekli olduğunu göstermektedir. .
Büyük Türk bilgini ve düşünürü Yusuf Has Hacib, yanlış olarak "Saadet veya Mutluluk Veren Bilgi" diye çevrilen, aslında doğrudan doğruya"yönetim bilimi", "Devlet yönetme bilimi" veya eski söylenişiyle "Siyasetname" olarak günümüz Türkçesine çevrilmesi gereken "Kutadgu Bilig" adlı eserinde, tıpkı Kök-Türk yazıtlarında olduğu gibi ve yine aynı ifadelerle "yoksulları bay kılmak"tan (zenginleştirmekten) söz açar, ama zenginleri daha da zenginleştirmekten söz etmez. Kısacası Yusuf Has Hacib orta sınıfın önemini kavramıştır ve eserinin bir çok yerinde buna işaret eder. Kutadgu Bilig'in yazıldığı 1069-1070 tarihinden tam dokuz yüz on dört yıl sonra, orta direk-orta sınıf edebiyatıyla seçimleri kazanıp siyasi iktidar mevkiine gelen Turgut Özal döneminden bu yana ise, orta sınıf sürekli olarak erimektedir. Çünkü orta sınıfa mensup insanlar devamlı olarak iş ve kazanç yitimiyle karşı karşıyadırlar. Bu durum yalnızca Türkiye'ye özgü de değildir. Küreselleşme süreci onu yöneten ve yönlendirenlerin elinde hep bir nalıncı keseri gibi en üst gelir gruplarının lehine ve toplumun geri kalan bütün kesimlerinin aleyhine işlemekte olduğundan, bu süreç -etkilerine maruz kalmanın şiddeti oranında- bütün ülkelerde benzer sonuçları vermiş; orta sınıf günden güne erimeye ve yok olmaya yüz tutmuştur. Nitekim ünlü Kanadalı iktisatçı Michel Chossudovsky, "Yoksulluğun küreselleşmesi" adlı eserinde bu durumu çarpıcı bir şekilde belgelemektedir.
Bu parantezi şimdilik kapadıktan sonra, yeniden Türk beğlerine dönelim. Kök-Türk kağanı Kara Kağan veya Çince söylenişiyle Ki-e-li Kağan'ın, Çin'e esir düştükten sonra Çin İmparatoru tarafından emrine bir saray tahsis edildiğini biliyoruz. Bu bahtsız Kağan yerleşik hayata alışamadığından olacak, sarayının bahçesine bir çadır (otağ) kurdurur ve bunun yerini de sık sık değiştirirmiş. Sonuçta bir tutsak olmasına rağmen, Türk kağanına Çinliler tarafından gösterilen bu itibarın, yönetimdeki dereceleri oranında Türk yönetici sınıfına mensup beğlere de gösterilmiş olduğu muhakkaktır. Demek ki, Türk beğlerinin kara buduna göre daha çabuk Çinlileşmesinde, daha teslimiyetçi ve uzlaşmacı bir tavır takınmalarında; tutsak oldukları halde, eski özgür yaşantılarına koşut bir biçimde "toplumsal rol ve statülerinin" devam ettirilmesinin büyük payı vardır. Onlar her ne kadar tutsak iseler de, Çinli egemenlerden şanlarına ve unvanlarına layık bir biçimde "itibar" görmektedirler. Tabii bu durum, aynı zamanda onların, kara buduna mensup olanlara göre, Çinlilerin üst tabakası ile aralarındaki şahsi ilişkilerin sıklığına ve bu sayede oluşan bir sosyal atmosferin varlığına, dolayısıyla da Çin kültürünün etkilerine daha fazla açık olduklarına delalet eder. Demek, Türk beğleri de bir biçimde Çin sosyetesine karışmaktadırlar ve orada yadırganıp barbar diye aşağılanmamanın çaresini de, Çinliler gibi giyinip Çinli adları almakta bulmuşlardır. Fakat bu aşağılık durumun bütün Türk soylularınca kabul edildiği de söylenemez. Nitekim kırk yıl kadar süren bu tutsaklık döneminde, bazı hanedan üyeleri ve beyler iki üç kez, çok kanlı bir biçimde bastırılan ayaklanma girişimlerinde bulunmuşlardır. En sonuncu isyan da, yine Kök-Türk hanedanına mensup bir Prens olan İlteriş** Kutluk Kağan’ın öncülüğünde başlatılıp amacına ulaşmış; Doğu Kök-Türkleri yeniden bağımsız bir devlet olmuşlardır.
Türk kara budunu ise Çin’deki tutsaklığın acılarını unutturacak hiçbir teselli imkanına sahip olmaksızın, kendisi olmakta ve kendisi kalmakta ısrarlıdır. Köklerine ve ulusal kültürüne bağlılığından ödün vermemektedir. O sebeple de, içinde bulunduğu konuma şu sözlerle adeta ağıt yakmaktadır:
“İlli (devletli) budun idim, ilim şimdi hani? Kağanlı budun idim kağanım şimdi hani? Kimin için işimi gücümü veriyorum?"
Bu sözlerden, Türklerde o döneme göre çok yüksek bir ulusal bilinç ve tarih bilinci ile, devlet olma ve bir devlet çatısı altında ulusça bir arada yaşama iradesinin var olduğu açıkça anlaşılmaktadır. “Kimin için işimi gücümü veriyorum?" tarzındaki çok veciz ifadeler ise, Kök-Türklerin ekonomik sömürü olgusundan da haberdar olduklarının somut bir kanıtıdır. Üstelik onların sahip olduğu bilince bin üç yüz yıl sonraki soydaşlarının –hatta bazı Türkçü geçinenlerin- dahi sahip bulunmadıklarını söylememiz hiç de abartma sayılamaz. Gerçekten de, bugün en bilinçli bir işçi sendikasının temsilcisine; ”dış ve iç ekonomik sömürüyü yabancı kavramlar kullanmadan kendi sözlerinle kısaca anlat” deseniz, bunu yukarıda verilen örnekte olduğu kadar açık, yalın ve aynı zamanda derin anlamlı bir biçimde ifade edemez, tanımlayamaz!
Zaten işçilerimiz “Kimin için işimi gücümü veriyorum?" sorusunu soracak kadar bilinçli olmuş olsalardı, ne özelleştirme adı altında Türk kamu varlıklarının yabancılara peşkeş çekilip yağmalatılmasına izin verirlerdi, ne de “ecnebi efendilere” kuzu kuzu teslim olup kendilerini sömürttürürlerdi.
Şu halde, ulusal bilinç ve tarih bilinci olmaksızın bu ülkede işçi haklarını işçilerin kendilerine bile savunduramazsınız. Bunun en çarpıcı örneğini Mütareke İstanbul’unda İştirakçi Hilmi adıyla bilinen bir işbirlikçi sergilemiştir. Eski dilde İştirakçi demek düpedüz komünist demekti. Bu iştirakçi Hilmi, Halk İştirakiyyun Fırkasının kurucusu ve genel başkanıydı; kendi jargonuna göre amele (işçi) sınıfının önderiydi. Ne var ki, ulusal bilinçten yoksun ve kozmopolit (soysuz ve vatansız) bir anlayışta olduğu için, İşgalci İngilizlerle çarçabuk anlaşmış; onlardan aldığı Sterlinlerle ceplerini doldurup, altına çektikleri avtomobille İstanbul caddelerinde caka satmaya başlamıştı. İstanbul’daki tutsak Türkler kan ağlarken, İştirakçi Hilmi de yakasında kan kırmızısı karanfillerle ortalıklarda dolanıyor, gününü gün ediyordu.
Bugün de İştirakçi Hilmi’nin ardılları olan sözde Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu yöneticileri Avrupa Birliği fonlarından yani emperyalist odaklardan para almakta hiçbir sakınca görmemektedirler. Aynı sebeple de, ülkenin ve ulusun bütün varlığı yağmalanırken bu sendikalar birliği çıt çıkarmamaktadır. Nasıl çıkarsın ki? Ülkeyi yağmalayanlardan sus payı yani para almaktadır. Türkçede bu duruma uyan şöyle bir atalar sözü vardır:
“Ön tekerin gittiği yerden arka teker de gider.”
İşçiler böyle de, ya işverenlere ne buyrulur? Onların hali hiç kuşkusuz çok daha iç karartıcıdır.
Özal dönemine kadar Türkiye’de en büyük işveren kamu kesimiydi yani devletti. Özal’ın ve kurduğu ANAP’ın iç konjonktürden daha çok dış konjonktürün ürünü olduğu ise muhakkaktı. Öyle olduğu için de, ANAP İktidarı, Türkiye’yi on yıl boyunca dış emperyalist odakların buyrukları doğrultusunda yönetti. Bunların en başında da Kamu İktisadi Teşebbüslerinin (KİT) özelleştirilmesi geliyordu. Özelleştirmenin temel gerekçesi, kamu iktisadi teşebbüslerinin pek çoğunun zarar ettiği ve bunun devlet bütçesi için katlanılamaz ölçülere varan bir yük oluşturduğuydu. Bu söylemin dayandığı mantığa göre de, ilkönce zarar eden KİT’lerin özelleştirilmesi beklenirdi. Fakat özelleştirme uygulamaları bunun tam tersi yönde gelişti. Türk kamuoyu, dış emperyalist odaklar ile onların içerideki yerli işbirlikçilerince güdümlenen basın-yayın organları ve televizyonların yıllarca estirdiği “özelleştirme tek kurtuluştur” propagandasıyla yaratılan hipnoz etkisine kapıldığı için, kendisine söylenenler ile özelleştirme adı altında yapılanlar arasındaki uçurumu fark edemedi. Özal’ın başlattığı özelleştirmenin ilk kurbanı TELETAŞ oldu. 1982 yılında yüzde yüz Türk sermayesi ile kurulan, Türk mühendisleri ve işçilerinin alın teri ve göz nuru dökerek, beş-altı yıl gibi kısa bir zaman zarfında, iletişim alanında dünya devleri ile yarışır, hatta bazı konulurda onları geçer konuma getirdikleri TELETAŞ’ı, Özal’ın bizzat içinde yer aldığı operasyonlar neticesinde Fransızların İletişim alanındaki en büyük şirketi olan ALCATELL firması satın alıp batırdı. Çünkü ALCATELL zaten bizim bu şirketimizi batırmak için almıştı. Türklerin önünde böyle parlak örnekler olmamalıydı. Sahi siz hiç on yıldan bu yana TELETAŞ adını işittiniz mi veya bu ada rastladınız mı? Bunu niye yaptıklarını ise, 1994 yılı Mayıs ayında Hürriyet’teki köşesinde Zeynep Göğüş yazmıştı. Çünkü “TELETAŞ; Orta Asya pazarında Fransızların ayağına basıyormuş!” Sözün özü; TELETAŞ batırıldığında yeni kurulan Türk cumhuriyetlerinin tamamına telefon santralleri kuracak kapasitede bir şirketti; yine yabancıların deyimiyle, “Türkiye’nin yükselen yıldızıydı.” Ama ne yazık ki özelleştirme fetişizminin ilk kurbanı TELETAŞ oldu ve Türk varlığına kast edenler göz göre göre Türkiye’nin yıldızını kararttılar….
Bunun benzeri bir özelleştirme uygulaması Deniz Nakliyat T.A.Ş. üzerinde yürütüldü. Yeni Hayat’ın 1995/Eylül sayısında imzasız olarak yayımladığım, “Özelleştirme mi İmha mı: Deniz Nakliyat T.A.Ş. Örneği” başlıklı yazımda, Deniz Nakliyat’ın özelleştirme adı altında nasıl yok edildiğini ayrıntılarıyla anlatmıştım.
Ondan sonrakileri saymaya hiç gerek yok. Türkiye’nin iç ve dış borçlarından kurtulması için yegane reçete olarak sunulan Özelleştirme programı başladıktan on beş yıl sonra elde edilen net hasıla kocaman bir sıfırdır. Çünkü bu sürede yapılan özelleştirmelerden elde edilen gelirler, ancak Özelleştirme İdaresinin giderlerini karşılayabilecek kadardır. Ne var ki iş bu yitirdiklerimizle de sınırlı değildir. Bu on beş yıllık dönemde meydana gelen ekonomik krizler yüzünden batan veya sahipleri tarafından kasten soyularak batırılan özel bankaların mevduat sahiplerine karşı, Devletin sorumlu yani borçlu konuma sokulmuş olmasından ötürü Türk milletinin sırtına eklenen kamburlar da cabasıdır.
Sonuç itibariyle ve Türkiye’nin yetiştirdiği büyük iktisatçılardan biri olan Prof. Dr. Gülten Kazgan’ın veciz ifadesiyle, özelleştirme uygulamalarının Türkiye’deki en kestirme ve gerçekçi tanımlaması şudur:
“Kamusal yararların özelleştirilmesi; özel zararların kamulaştırılması!”
Yeni Hayat’ın 1998 yılı Ağustos sayısında yayımlanan bir yazıda ise Türkiye’deki özelleştirme süreci için şu özet değerlendirme yapılmıştı:
“Özelleştirme Türkiye’de Türk varlığının bütünüyle yağmalanmasına dönüşmüştür; Türkler bugün bütün varlıklarıyla ve varoluşlarıyla birlikte sömürülmektedirler.”***
Özelleştirme programı bugün geldiği nokta itibariyle kocaman bir fiyaskodur; ülkenin geleceğini karartan bir faciadır. Bu fiyaskonun ve facianın sonucunda, kamunun ekonomik getirisi olan bütün varlıkları en başta yabancılar ve sonra da onların kırıntılarıyla geçinmeye alışmış yerli işbirlikçileri eliyle yağmalanmış; yağmalanacak bir şey kalmayınca da, sıra yurt topraklarının satışına gelmiştir. Öyle ki, artık Türkiye, sınırlarına döşenmiş mayınları temizletmek bahanesiyle, sınırlarını (yüz ölçümü itibariyle toplamı iki Kıbrıs Adası büyüklüğündedir) dahi yabancılara satışa çıkaran aşağılık bir konuma düşürülmüştür.
Türkiye, bugün mevcut siyasi iktidarın, gizlice çıkarıp herkesten sakladığı gizli kararnamelere dayalı olarak, resmi gazetesinde neredeyse, “-Sahibinden gizli- satılık ülke” ilanları verdiği bir iflas idaresi, öz Türkçesiyle bir batkınlık yığını haline gelmiştir.
Peki adına zoraki olarak Türk özel sektörü dediğimiz özel kesim işverenleri ne durumdadır? Türk özel sektörü bugün itibariyle “işini satmak”la meşgüldür. Nedir işini satmak?
Küresel yahut ulusaşırı veya ulusötesi diye nitelendirilen sermaye grupları, adına sıcak para yahut spekülatif sermaye denilen parayı istedikleri gibi yönlendirerek, dünyanın istedikleri her yöresinde iktisadi bakımdan kriz çıkarabilecek konumdadırlar. Peki ama gerçekte ekonomik kriz nedir? Ekonomik kriz demek, açık kapı- açık pazar yahut “bırakalım yapsınlar, bırakalım geçsinler!” politikasını benimsemiş ülkelerde, kriz sayesinde elinde yerli ülkenin parasına göre kat kat değerlenmiş döviz bulunan yabancılar ile onların yerli işbirlikçilerinin ülkenin ekonomik değer ifade eden servetlerini, topraklarını ve gelir getiren işlerini ölü fiyatına sahiplenmeleri demektir. Çünkü elinde para ve hele de yabancı para olanlar için, kriz dönemleri altın fırsatların kendi ayaklarıyla önlerine gelmesi anlamını taşır. Bunlar, tıpkı akbabaların leşlere üşüştüğü gibi, iktisadi bunalım dönemlerinde can çekişmekte olan şirketlerin üzerine üşüşürler.
Türkiye, son on beş yılda dış odaklarca tetiklendiği açıkça belli olan birkaç ekonomik kriz sırasında ve sonrasında bunları yaşamıştır. Belli odaklarca sürekli ekonomik kriz beklentisine sokulan ülkemizde aynı sebeplerle;
1- Bankacılar bankalarını yabancılara satmakta, yahut onlara geleceği güvence altına almak kaygısından ötürü yüzde ellinin üzerinde pay vermek suretiyle, kendi işlerinde paryalaşmaktadırlar.
2- İşadamları, büyük kazançlar elde ettikleri şirketlerini yabancılara satarak veya onları en büyük ortak sıfatıyla bünyelerine alarak paryalaşmaktadırlar. Çünkü artık o şirketi yöneten ve yönlendiren kendileri değil; yeni sahipler veya büyük ortaklardır. “İşini satmak” budur. İşsiz ve işlevsiz kalmaktır.
3- Taban fiyatları ve destekleme alımları ile dolaylı/dolaysız her türlü devlet yardımından (sübvansiyonundan) yoksun bırakılan çiftçi/köylü de, ürünü para etmediği için toprağını ve dolayısıyla işini yabancılara satmaktadır. Çok yakın bir gelecekte Türk çiftçisi ve köylüsü kendi toprağında yabancıların ırgatı yani paryası konumuna düşecektir. Nitekim yabancılara külliyetli miktarda toprak satılan bir çok sahil kesiminde bir iki yıl zarfında yaşanan ve ilk bakışta göze çarpan değişim budur: Türklerin kendi yörelerinde/yurtlarında paryalaşmaları!
Kısacası işçisinden işverenine, köylüsünden kentlisine, çiftçisinden esnafına, tüccarına varıncaya kadar herkes bugün ya işini gücünü yabancılara vermekle yahut da işini, ekmeğini yabancılara satmakla meşguldür. Oysa ki bizim bildiğimiz kadarıyla Türklerde iş ve kazanç kapısı kutsaldır; Türk ekmeğini bölüşür ama ekmek teknesini satmaz. Başkasının ekmeğiyle oynamaz; ama kendi ekmeğini elinden almaya kalkanın da gözünü oyar. Çünkü kendi ayakları üzerinde durmasının, ele güne muhtaç olmamasının yani bağımsız ve özgür bir birey olarak varlığını sürdürebilmesinin ancak sahip olduğu iş ve kazanç kapısını sıkıca sahiplenmekten geçtiğini çok iyi bilir.
İşini satmak; sözde bugünü kurtarmak uğruna geleceğini satmaktır. Çünkü hazıra dağ dayanmaz diye bir Türk atasözü vardır. Hiçbir Türk, hayatını bir mirasyedi gibi yaşayıp harcayamaz. Kendisini düşünmese bile çocuklarını, torunlarını düşünür.
Eğer insanlarımız bugün topraklarını yani yurtlarını, işlerini, ekmeklerini kısacası kendilerinin ve çocuklarının geleceğini satmakta bir sakınca görmüyorlarsa eğer; Türklere özgü davranış kalıplarını ve kültür kodlarını yitirmişler; dolayısıyla da millet olmaktan çıkmışlar; sürüleşmişler demektir. O halde de bir kurtarıcı aramalarının hiçbir anlamı ve gereği yoktur.
Topyekün geleceğini satılığa çıkaracak kadar düşmüş bir topluluğu hiç kimse kurtaramaz….
Atatürk dirilip başına geçse bile!
Notlar
* Esperanto: Dünyada konuşulan bütün dilleri birleştirecek yapay bir dil yaratma tasarımına verilen ad.
* İlteriş: İli derleyip toplayan, devlet kurucusu.
* Düyun-u Umumiye’nin Yeni Türevi”, Yeni Hayat, 1998/Ağustos