İsrail, kurulduğu 1948 yılından günümüze kadar kendisini, Arap komşuları tarafından ‘’kuşatılmış’’ bir devlet olarak görmektedir. Bu psikoloji İsrail’i daha saldırgan bir devlet haline getirmiş, İsrail toplumunda -tarihteki sürgün ve soykırım uygulamalarının da etkisiyle- ‘’tüm dünyanın kendilerine karşı olduğu’’ gibi bir düşüncenin meydana gelmesine yol açmıştır. Mısır devlet başkanı Nasr’ın Süveyş Kanalı’nı millileştirmesi sonrası uluslararası toplumun yeterince tepki göstermediğini düşünen dönemin İsrail dışişleri bakanlarından Abba Eban’ın ‘’etrafımıza baktığımızda dünyayı iki parçaya ayrılmış olarak görüyorduk; bizi yok etmek isteyenler ve bizim yok edilmemizi engellemek için hiçbir şey yapmayacak olanlar’’ şeklindeki açıklaması aslında İsrail’in dünyayı nasıl algıladığını en açık şekliyle ortaya koymaktadır. Benzer şekilde bu algı, İsrail toplumunun kültüründe de kendini göstermektedir. Yine o dönemlerde İsrail’de çok yaygın olan bir şarkının sözleri şöyleydi;
‘’Tüm dünya bizim karşımızda, bu eski bir hikayedir aslında bize atalarımız tarafından öğretilen ve söylenip birlikte dans edilmesi gereken...Eğer dünya bize karşı ise, hiç umrumuzda değil,eğer tüm dünya bize karşı ise, tüm dünyanın canı cehenneme!...’’
İsrail, hem bu ‘’kuşatılmışlık’’ sendromunun etkisiyle hem de bölge devletlerinin İsrail’e karşı ittifak kurarak hareket etmelerine engel olmak için yeni bir strateji belirleme gereği hissetti. Bu stratejinin adına da ‘’beka için parçalama’’ denildi.
‘’İsrail’in bekası’’ için çevre ülkelerdeki ayrılıkçı ve İsrail’in çıkarına ters düşen rejimlere karşı olan hareketler, ülkelerin parçalanması, binlerce insanın ölümü pahasına desteklendi. Lübnan, Yemen, Umman, Çad, Sudan gibi ülkelerde çıkan ayaklanmaların hepsinde İsrail’in parmağı vardı. Bu ülkelerden biri olan Sudan’da, 1989 yılında Hasan el-Turabi önderliğindeki İslami hareket iktidarı ele geçirince John Garang liderliğinde bir ayaklanma başlatılmıştı ve bu ayaklanma kısa bir süre sonra iç savaşa dönüşmüştü. Turabi kendisine sorulan ‘’ayrılıkçılara kim silah veriyor?’’ sorusuna ‘’ne yazık ki İsrail ve bazı komşularımız bizimle savaşmaları için Garang’ı silahlandırıyor’’ cevabını vererek İsrail’in tutumunu açık bir şekilde gözler önüne sermişti.
Bu stratejiyi IRAK’a da uyarlamak isteyen İsrail, yeni müttefik arayışı içerisine girdi ve bu müttefik kısa sürede bulundu. Kürtler, ‘’Arap olmayan bir azınlık’’ olmaları nedeniyle İsrail için muhteşem bir müttefik olabilirdi. İlk girişim 1964 yılında yapıldı. Dönemin Savunma Bakan Yardımcısı olan Şimon Peres, Kürtlerin Avrupa temsilcisi olan Dr. Kumran Ali Bedir Han ile gizlice bir araya geldi. Bedir Han, 1948’de İsrail’in Ortadoğu’daki azınlıklara destek vererek düşmanlarını zayıflatabileceğini ve Kürtlerin de bu azınlıklardan biri olduğu tezini ortaya atan bir İsrail ajanıydı. Peres ve Bedir Han görüşmesinden peşmergelere İsrail’in askeri eğitim vermesi kararı çıktı. Bu desteğin ardından 1966 yılında Barzani, Irak ordusuna karşı büyük bir saldırı başlattı. İsyan boyunca İsrail, Barzani’ye para yardımında da bulundu.
Amerikalı gazeteci Jack Anderson, Washington Post’taki bir yazısında şöyle yazmıştı; ‘’Her ay kimliği belli olmayan bir İsrail yetkilisi İran sınırından Irak’a gizlice girerek Kürt lider Molla Mustafa Barzani’ye 50 bin Amerikan doları veriyor. Bu para Kürtlerin İsrail aleyhtarı olan Irak hükümetine karşı faaliyetlerini sürdürmelerini sağlıyor.’’
Molla Mustafa Barzani’nin ölümü İsrail-Barzani Aşireti ittifakının bozulmasına engel olmadı. Aksine mevcut ittifak, oğul Mesut Barzani ile artarak devam etti. Mesut Barzani’nin en önemli hamlesi ise başka bir ayrılıkçı örgüt olan PKK’ya kucak açması oldu. (PKK’nın Kuzey Irak’a yerleşmesi M. Barzani’nin izniyle gerçekleşmişti.) Bu süreçten sonra Barzani her fırsatta PKK’ya olan ilgisini dile getirmiş hatta Suriye’de bulunan Öcalan’a bir mektup yollayarak ‘’PKK’nın mücadelesine destek verdiklerini ve PKK’nın davasını ortak bir dava olarak kabul ettiklerini’’ vurgulamaktan çekinmemişti. Böylece İsrail’in ‘’beka için parçalama’’ stratejisi Kuzey Irak üzerinden Türkiye’ye sıçratılıyordu.
Yazının başında belirttiğimiz ‘’kuşatılmışlık sendromu’’ İsrail’i bölgedeki ayrılıkçı hareketlerin en büyük destekçisi haline getirmiştir. Bu sayede kendisine karşı ‘’birleşik’’ bir cephenin oluşmasını engellediği gibi bölgesel hedeflerine ulaşmak için de önemli adımlar atabilmektedir. İsrail toplumunun ‘’tüm dünya bize karşı’’ algısını çok iyi bir şekilde stratejik hedeflere ulaşmak için kullanan İsrail yönetimi, gelecekte de bu yönteminden vazgeçmeyecek gibi görünmektedir.
Önemli olan ise içerisinde ayrılıkçı unsurları barındıran bölge devletlerinin buna cevap olarak nasıl bir politika izleyeceğidir. Bu noktada İran, Suriye ve Türkiye'nin tutumu çok önemlidir. Bölgede dengeleri değiştirebilecek güce sahip olan bu devletler ya ''görevlendirilmiş''siyasilerin birbirlerine karşı düşmanca tutumları nedeniyle teker teker parçalanacak ya da ''ortak bir mücadele doktrini'' geliştirip İsrail'in bölgeyi kana bulayan bu stratejisine karşı bir set oluşturacaklardır.
Murat Can Bayraktar