İstiklal Savaşı'nın sırrı: GÜÇLÜ MECLİS
Emperyalizme karşı tam bağımsızlık, saraya/sultana karşı milli egemenlik mücadelesi olan İstiklal Savaşı güçlü Meclis'le kazanıldı. Türkiye Cumhuriyeti Meclis'le kuruldu…
Atatürk, 29 Ocak 1921'de TBMM'de yaptığı konuşmada Türk Milleti'nin asırlardır “iki baskıcı kuvvetin, iki yok edici kuvvetin” etkisi altıda kaldığını belirterek bunlardan birinin “saltanat”, diğerinin “emperyalizm ve kapitalizm” olduğunu söylemişti. “Anadolu'da bir taraftan Batı emperyalizminin, diğer taraftan yüzyıllardır süren baskıcı saltanat rejiminin yapmış olduğu yıkımdan başka bir şey yoktur” demişti.
Atatürk, Anadolu'ya geçerken emperyalizme karşı “tam bağımsızlık”, saraya/sultana karşı “milli egemenlik” savaşı vermeyi düşünüyordu. Bu savaşın sonunda amacı, Nutuk'taki ifadesiyle, “Millet egemenliğine dayanan tam bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak”tı.
İstiklal Savaşı, bir taraftan işgalci emperyalist ve kapitalist düşmanlardan, diğer taraftan monarşik ve teokratik saraydan/sultandan kurtulma mücadelesiydi. Atatürk'ün belli bir süre, İstiklal Savaşı'nın aynı zamanda sultanı/halifeyi kurtarma mücadelesi olduğunu söylemesi tamamen stratejikti. Bizzat Nutuk'taki ifadesiyle, “Padişahsız, halifesiz kurtuluşa inanan hiç kimsenin olmadığı” bir ortamda zamanı gelinceye kadar ister istemez padişahı/halifeyi kurtarmaktan söz etmişti. Ancak buna karşın, Anadolu'ya geçtikten sonraki tüm önemli adımlarında egemenliği saraydan/sultandan alıp millete vermek, “milli egemenliği” sağlamak ve cumhuriyetin altyapısını hazırlamak için çalışmıştı.
MİLLİ İRADE SAVAŞI
Atatürk hiçbir zaman İstiklal Savaşı'nı tek adam yönetimiyle veya bir komutanlar cuntasıyla sürdürmeyi düşünmemişti. Anadolu'ya geçer geçmez, milletin sinesinde bir ferd-i mücahit olarak hareket etmişti. Ne saraya/sultana ne İngiliz veya Amerikan mandasına güveniyordu. Tek güven kaynağı milletti. Yalnızca milli iradeye güveniyordu.
Samsun'a çıkmasından üç gün sonra, sadrazama çektiği telgrafta “Millet topluca ‘egemenlik esasını' benimsemiştir” demişti.
Amasya Genelgesi'nde “Milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararının” kurtaracağından, “milli bir heyetin” kurulmasından, Sivas'ta “halkın temsilcilerinden oluşan milli bir kongre” toplanmasından söz etmişti.
Erzurum'da Mazhar Müfit Kansu'ya “Zaferden sonra hükümet şekli cumhuriyet olacaktır” diye yazdırmıştı. Bunu duyan Mazhar Müfit, kalemi elinden düşürmüştü.
Erzurum Kongresi'nin açılış konuşmasında “Milletin mukadderatına hakim bir milli iradenin ancak Anadolu'dan doğabileceğini”, “milli iradeye” dayanan bir “Milli Meclis'in” ve “gücünü milli iradeden alacak sorumlu bir hükümetin kurulması” gerektiğini belirtmişti.
Atatürk'ün başkanlığında toplanan Erzurum Kongresi'nin 3 Ağustos 1919 tarihli bildirisinin 3. maddesinde “Kuvayı Milliye'yi etkin, milli iradeyi hakim kılmak esastır”; 7. maddesinde ise “Millet Meclisi'nin hemen toplanmasını ve hükümet işlerinin Meclis denetiminde yürütülebilmesini sağlamak için çalışılacaktır” denilmişti. Milli iradeye vurgu yapan bu kararlar, bir ay kadar sonra yine Atatürk'ün başkanlığında toplanacak olan Sivas Kongresi Bildirisi'nde de aynen yer alacaktı.
Atatürk, o günlerde Mazhar Müfit Kansu'ya bu kararların öneminden şöyle söz etmişti: “Vatanın müdafaasını ve milli istiklali milli iradeye tabi kılmak ve Kuvayı Milliye'yi bu hüküm altında toplamak prensibi belki birden önemi kavranamayacak basit bir ifade sanılabilir. Gerçekte bu, büyük, her türlü tahminin üzerinde büyük bir davadır. Memlekette milli irade hakim olacak, Kuvayı Milliye de bu iradeye tabi. Gerçek bu olunca neler olmaz? En önemlisi milli irade prensibinin kavranması ve benimsenmesidir. Milli iradeyi millet işlerine hakim kılmak birinci amacımızdır.” Ayrıca, “Milli irade kendi yönünde bir nehir gibi coşup taşacaktır” demişti.
Sivas Kongresi'nden sonra kurulan gazeteye “İrade-i Milliye” adı verilmişti. Atatürk Ankara'da da “Hâkimiyeti-i Milliye” adlı bir gazete çıkaracaktı. Bu gazeteyi çıkarma görevi verdiği Muhittin Bey'e, “Var gücümüzle hâkimiyetin millete ait olduğu fikrini yayacağız” demişti.
Ankara'ya gelişinden bir gün sonra 28 Aralık 1919'da Ankara ileri gelenlerine yaptığı konuşmada, “Teşkilatımızda milli güçlerin etkin ve milli iradenin egemen olması kabul edilmiştir. Bugün bütün cihanın milletleri yalnız bir egemenlik tanırlar; milli egemenlik” demişti.
CUMHURİYETİN TEMELLERİ
Atatürk, her bakımdan kuşatılmış bir ülkede, ordudan önce Meclis'i kurdu. Düşmanı denize döküp “tam bağımsızlığı” sağlamadan önce egemenliği saraydan/sultandan alıp millete verdi. Dolayısıyla cumhuriyetin temelleri daha vatan işgal altındayken atıldı. Temele vurulan ilk kazma, 23 Nisan 1920'de Ankara'da TBMM'nin açılmasıydı.
Bir gün sonra, 24 Nisan 1920'de Atatürk, Meclis'e bir önerge sundu. Önergenin 2. maddesinde “Bir padişah vekili tanımak uygun değildir”, 3. maddesinde “Meclis'te yoğunlaşan milli iradenin vatanın mukadderatına doğrudan doğruya el koymasını kabul etmek temel ilkedir. TBMM'nin üstünde hiçbir güç yoktur”. 4. maddesinde ise “TBMM, yasama ve yürütme yetkilerini kendinde toplamıştır” demişti. Önergenin sonuna da şöyle bir not eklemişti: “Padişah ve halife baskı ve zordan kurtulduğu zaman Meclis'in düzenleyeceği yasaya göre yerini alır.”
Bu büyük bir devrimdi. Türkiye'de o günden itibaren artık saraydan/sultandan/halifeden daha büyük bir güç vardı. O güç Meclis'ti, o güç milletti. Tarihimizde ilk kez bir Meclis'in üstüne padişahın gölgesi düşmüyordu.
Atatürk, 4 Mayıs 1920'de yayımladığı bir genelgede, “Milli irade fiilen vatanın mukadderatına el koymuştur” dedi.
Meclis'te kürsünün arkasındaki duvara önce “İşlerinizi meşveret ediniz” sonra “Hâkimiyet milletindir” daha sonra da “Egemenlik ulusundur” levhaları asılacaktı.
13 Eylül 1920'de TBMM'ye bir Halkçılık Programı sundu. Bu program Meclis'te 18 Kasım 1920'de Halkçılık Beyannamesi olarak kabul edildi. Bu beyannamede geçen “Türkiye halkını (…) irade ve hakimiyetinin sahibi kılmak” ifadesi 1921 Anayasası'nın 1. maddesine “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” olarak yansıdı. Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu bir sistemin cumhuriyet olduğu açıktı. Atatürk 23 Eylül 1923'te New Free Press muhabirine verdiği demeçte 1921 Anayasası'nın ilk iki maddesinden çıkan özetin “Cumhuriyet” olduğunu söylemişti.
1 Kasım 1922'de TBMM, ince bir hesapla hilafetle saltanatı birbirinden ayırıp saltanatı kaldırdı. Böylece 1243 yıl önce Muaviye'nin diktiği “saltanat putu” yıkıldı. Saltanat ne dine ne hayata uygundu.
Atatürk,1923'ün 28 Ekim gecesi, İsmet Paşa'ya “Yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz” dediğinde, aslında 3 yıl kadar önce kurulan cumhuriyetin adını koymaktan söz ediyordu.
TBMM'nin 3 Mart 1924'te halifeliği kaldırmasıyla monarşinin teokratik kalıntıları da temizlendi.
MİLLİ DERTLERİN ŞİFAHANESİ
Kazanılamaz denilen İstiklal Savaşı'nı Meclis'le kazanan Atatürk, “Büyük milli dertlerin şifa bulacağı yer Meclis'tir” diyordu: “Büyük Millet Meclisi, bu memleketin düzeni için, iç ve dış güvenliği ve dokunulmazlığı için en büyük güvencedir. Büyük milli dertler şimdiye kadar ancak Büyük Millet Meclisi'nde şifa buldu. Gelecekte de yalnız orada kesin tedbirlerini bulabilecektir. Türk Milleti'nin sevgi ve bağlılığı daima Büyük Millet Meclisi'ne yöneldi ve daima oraya yönelecektir.” Atatürk çok haklıydı. Gerçekten de Türkiye Meclis'le kurtuldu, Meclis'le kuruldu.
GAZi MECLiS
23 Nisan 1920'de Ankara'da TBMM açılırken Anadolu alevler içinde yanıyordu:
Sultan Vahdettin'in onayıyla milli hareket aleyhinde fetvalar yayımlandı. Birinci Düzce ve Bolu isyanı çıktı. Yine Vahdettin'in onayıyla Damat Ferit, Kuvayı Milliye'ye karşı İngiliz altınlarıyla Kuvayı İnzibatiye'yi (Halifelik Ordusu) kurdu. Yunan Söke'yi işgal etti. Anzavur, milli hareketi dağıtmak için topladığı paralı kuvvetlerle Adapazarı'na yürüdü. İstanbul Divan-ı Harbi, Atatürk ve arkadaşlarını idama mahkum etti. Vahdettin, millicilere kurşun sıkan 16 Kuvayı İnzibatiyeli isyancı elebaşını Mecidiye Nişanı'yla ödüllendirdi. Birinci Yozgat İsyanı çıktı.
Ayrıca;
Atatürk Ankara'ya geldiğinde sadece 1200 lirası kalmıştı.
Enver Paşa, milli hareketin başına geçmek için fırsat kolluyordu.
İttihatçılar bir taraftan, Bolşevikler diğer taraftan propaganda yapıyordu.
Meclis'te koyu bir bağnazlık baş göstermişti: Kadınların muayene edilmelerinin şeriata uygun olmadığını söyleyen, çok sayıda medrese açılmasını isteyen, içkiyi kanunla yasaklayan, fesi kutsayan, okullarda derslerin Şeriye Komisyonu'nca denetlenmesini, milli eğitimin ve adliyenin Şeriye Komisyonu'na bağlanmasını isteyen milletvekilleri vardı.
Muhalif İkinci Grup her fırsatta Atatürk'ü eleştiriyordu. Düşmanın ilerlemesi üzerine Atatürk'ün bir an önce cepheye gitmesi isteniyordu. Ali Şükrü Bey cinayetini Atatürk'ün üzerine yıkmak isteyenler vardı. Hüseyin Avni Bey, Meclis kürsüsünden “Ali Şükrü Bey'e kıyan bilekleri keseceğiz. O bilekler isterse sırmalı paşa bilekleri olsun!” demişti. Atatürk'ü Meclis'e sokmamak için seçim kanunu bile değiştirilmek istenmişti.
Bu Meclis'in geçici olduğunu, savaştan sonra dağıtılması gerektiğini düşünen çok milletvekili vardı.
İşte Atatürk bu koşullarda açtı ve hep açık tuttu o Meclis'i. Ve İstiklal Savaşı'nı, o binası sonradan tamamlanmış tahta sıralı Meclis'in 100 lira maaş alan o vekilleriyle kazandı.
“Bu Meclis nedir? İzin verin dağıtalım!” diyenler vardı. Ancak O, bırakın Meclis'i dağıtmayı, Başkomutan olurken bile Meclis'in yetkilerini yalnızca 3 ay süreyle üzerine aldı. Asla milli iradeyi gasp etmedi.
Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Gazi Meclis'i zayıflatmak, Türkiye'yi zayıflatmaktır. İşgalciler, önce Meclis'i dağıtmıştır. Güçlü Türkiye için güçlü Meclis gerekir. İşte bu nedenle Meclis'i zayıflatacak anayasa değişikliğine HAYIR diyoruz…
HER KERAMETİ MECLİS'TEN BEKLEMEK
Ankara'da 4-5 Nisan 1920 gecesi, gazeteci Yunus Nadi Bey, Atatürk'e “Her kerameti Meclis'ten beklemek niyetinde misiniz?” diye sormuştu. Atatürk, bu soruya şu yanıtı vermişti:
“Ben her kerameti Meclis'ten bekleyenlerdenim Nadi Bey. Bir devreye yetiştik ki orada her iş meşru olmalıdır. Millet işlerinde meşruiyet ancak milli kararlara dayanmakla, milletin genel eğilimine tercüman olmakla sağlanır. Onu bir araya toplamak ve kendisine ‘Ey millet! Sen esaret ve zilleti kabul eder misin?' diye sormak lazımdır. Ben milletin vereceği cevabı biliyorum. (…) Milletimiz çok büyüktür. Hiç korkmayalım. O esaret ve zilleti kabul etmez.”
Bunun üzerine Yunus Nadi Bey, Ankara'da ordunun olmadığını söyleyerek, “Eğer elimizde ordu olmazsa bütün bu güzel nazariyat (teori) suya düşüp gidebilir” deyince Atatürk'ün yanıtı şu olmuştu:
“İşte aramızdaki fark özellikle burada göze çarpıyor. Bence Meclis nazariye değil, gerçektir ve gerçeklerin en büyüğüdür. Önce Meclis, sonra ordu Nadi Bey… Orduyu yapacak olan millet ve nihayetinde Meclis'tir. Çünkü ordu demek yüz binlerce insan, milyonlarca ve milyonlarca servet ve zamandır. Buna iki üç şahıs karar veremez. Bunu ancak milletin karar ve kabulü ortaya çıkarabilir.” (Yunus Nadi, Ankara'nın İlk Günleri, İstanbul, 1955, s. 98-100.)
Sinan MEYDAN, 13 Şubat 2017
https://twitter.com/smeydan