Irak Anayasası’nın 141. maddesi, Suriye, NATO, TSK ve PKKAmerikan işgali altında yazılan yeni Irak Anayasası’nın 141. maddesi, bir ülkenin nasıl bölüşüleceğini özetlemektedir:
“1992 yılından bu yana Kürdistan bölgesinde çıkartılan yasalar yürürlükte kalmaya devam eder. Mahkeme kararları ve sözleşmeler dâhil olmak üzere, Kürdistan Bölgesel hükümeti tarafından alınan kararlar, Kürdistan Bölgesi yasaları gereğince ve bölgenin ilgili makamları tarafından değiştirilmedikçe, iptal edilmedikçe ve bu anayasayla çelişmedikleri sürece geçerli sayılır.”
Bu maddeden çıkaracağımız sonuçlar şunlardır:
- NATO kuvvetlerinin (Çekiç Güç’ün) 1991 yılında Irak’ın kuzeyinde “güvenli bölge” propagandasıyla oluşturduğu tampon bölgeye artık “Kürdistan Bölgesi” denilmektedir.
- Bu bölgede “Kürdistan Bölgesel Hükümeti” olarak adlandırılan bir yapılanma vardır.
- Bu bölgede 1992 yılından bu yana ayrı yasama-yürütme-yargı faaliyetinde bulunulmakta, yasalar çıkarılmakta, uluslararası sözleşmeler yapılmaktadır.
- Bu yasalara “Kürdistan Bölgesi yasaları” denilmektedir. Yeni Irak, bu yasaları ve uluslararası sözleşmeleri geçerli saymaktadır.
Arslan Bulut, o tarihlerde yazdığı Çekiç Güç’e karşı olan yazılarının sansüre uğradığını, yazıların ancak her şey olup bittikten sonra yayınlanmaya başladığını ifade etmektedir.(1)
Basındaki itirazların sansüre uğradığı dün “güvenli bölge” olarak tanıtılan, bugün “Kürdistan Bölgesel Hükümeti” olarak adlandırılan yapılanma, Irak topraklarında pay sahibi ortak statüsündedir; bölgeye ülke kaynaklarından adil bir pay tahsis edilecektir. (2005 Irak Anayasası md.121/3)
Fakat bölgedeki kaynaklar/ petrol bütün Irak halkına ait değildir, bölgenindir! “Kürdistan parlamentosunun” 2006 yılında çıkarılan petrol yasasında “üretime henüz başlanmamış topraklarda yer alan petrolün tamamı Kürdistan bölgesel yönetimine ait olacak” denilmektedir.
Petrol üretimi yapan şirketler de İngiliz, Amerikan ve Fransız şirketleridir!(2)
Irak’taki Türkmenler ise ayrı bölge imtiyazı elde etmek bir yana, uğradıkları zulümleri Türkiye’ye anlatamamışlardır bile. Türk yetkililer artık Musul’u değil iki bayraklı Erbil’i ziyaret etmeyi tercih etmektedir.
Oysa bundan dokuz yıl önce Nisan 2003’de Kerkük şehri peşmergelerin (ABD’nin) hücumuna uğradığında, “Genelkurmay, sınırdaki 2. Ordu Birliklerine Kerkük’e intikal edecek şekilde hazır olmaları emri verdi” şeklinde haberler veriliyordu!(3)
Kerkük’teki tapu daireleri ve nüfus müdürlükleri yağmalandıktan sonra ateşe verilmişti.(4)
ABD’li Powell Türk kamuoyunu teskin ederek “peşmergeler hemen Kerkük’ten çıkarılacak” demişti. Türkmeneli İnsan Hakları Derneği Başkanı Dr. Nefi Demirci ise Powell’in güvencesinin inandırıcı olmadığını söylemiş, “…Peşmergeler yağma olaylarını ABD’lilerin gözetiminde yapıyor. Nüfus Müdürlüklerine yönelmeleri de amaçlarını ortaya koyuyor” demişti.(5)
Ne var ki dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, “ABD peşmergeleri kontrol altına aldı. Peşmergeler Musul ve Irak’tan çıkacak, orada kalmaları söz konusu olamaz. Bu konuda taviz vermeyiz. Hazırlığımız var, kimse endişe etmesin” diye konuşmuştu.(6)
Bölgeye gönderilen 15 kişilik Türk askeri ekibi “sistematik saldırı yok” raporu vermiş, 12 Nisan 2003’de ise Kerkük’ün 7 Türkmen, 7 Arap ve 7 Kürt’ten oluşan bir komite tarafından yönetilmesine karar verilmişti.(7) Böylece Kerkük Türkiye’nin hiçbir itirazıyla karşılaşmadan bir ortaklık şehri haline getiriliyordu.
Aslında Kerkük’ün ortaklık şehrine dönüşmesi, Irak’ın 2005 Anayasası ile Arap-Kürt ortaklık devletine dönüşmesinin de, “Kürdistan parlamentosunun” çıkardığı 2006 petrol yasasının da habercisiydi. Ancak Türkiye, Atatürk’ün 1937’de Irak, İran ve Afganistan’la birlikte Sadabad Paktı’nı kurarak büyük devletlerin Müslüman ülkelere müdahalesini önlediğini çoktan unutmuştu. O kadar unutmuştu ki 1991’de büyük devletlerin Irak’ın kuzeyinde tampon bölge oluşturması için NATO’ya destek vermişti.
Irak’tan ders alınmamış olacak ki bir senedir de komşumuz Suriye için “güvenli bölge” (tampon bölge) hazırlıkları vardır. Konuyla ilgili haber şöyledir: “İngiliz İndependent muhabiri Robert Fisk, Türk generallerin Suriye toprakları içinde ‘güvenli bölge’ oluşturmaya yönelik operasyona hazırlandıklarnıı iddia etti.” (31 Mayıs 2011, Milliyet)
Kısacası Suriye ikinci Irak olma yoluna itilmiştir. Türkiye yine destek vermektedir! Türk kamuoyu bir kez daha tutsaklığı özgürlük gibi görmeye zorlanmaktadır. NATO yine aklanmakta, müdahaleye itiraz edenler yine karalanmaktadır.
Atatürk, millî ordunun gerekliliğini şöyle ifade etmişti:
“Ordu istemeyen ve ordunun yüklediği maddi ve manevi özveriyi göze aldırmayan bir millet, tutsaklık zincirini kendi eliyle boynuna geçirir.”
Maalesef bugün ordu konusunun NATO konusundan bağımsız olarak ele alınabilmesi mümkün değildir. Çünkü Atatürk’ün vefatından bir süre sonra Türk Silâhlı Kuvvetleri, Batılı devletlerin kurduğu NATO’nun bünyesinde görev alan bir ordu haline getirilmiştir.
Nitekim I. Dünya Savaşı’nda 3 milyona yakın şehit verdiğinde bile bağımsızlığından vazgeçmeyen, aç ve açıktayken bile İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan ordularına karşı yaptığı İstiklâl Savaşı’nı üç yılda kazanan bu milletin ordusu, 30 yıldır PKK terörünü alt edememektedir! PKK ile mücadele edenlerin de Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılanması istenilmektedir. Bu hazin durumun sebebini TSK’nın NATO’nun bünyesinde görev alan bir ordu haline getirilmesinde aramak gerekir.
Ancak asla unutulmamalıdır ki dünyanın bütün orduları bir araya gelse, Türk milletinin gönlündeki bağımsızlık duygusunu alt edemez!
Dipnotlar:
(1) Arslan Bulut, Açılımın Şifreleri, Bilgeoğuz Yay., İstanbul 2010, s.59-60
(2) Oğuz Karaca, Lozan’dan Bugüne Musul-Kerkük ve Kuzey Irak, Resital Yay., İstanbul 2007, s. 167-168
(3) Bilâl N. Şimşir, Türk-Irak İlişkilerinde Türkmenler, Bilgi Yay., Eylül 2004, s. 298
(4) Aynı eser, s. 295 vd., yağma ve yangın haberleri için ayrıca bkz; aynı eser, s. 671 vd.
(5) Aynı eser, s. 299, 295-296
(6) Aynı eser, s.302
(7) Aynı eser, s.303
Av. Gülseren Aytaş, 24 Mayıs 2012Yeni Mesaj
Arap Baharının “Üçüncü Cemre”siTarihten gelerek ve bütün tabloya bakarak bir komplo teorisi kadar heyecan verici konuşmak gerekirse; Türk keşif uçağının Lazkiye açıklarında düşürülmesinin mantıklı faili ancak MOSSAD olabilir. Tabii ki olayın arkasında NATO’yu harekete geçirmek isteyen CIA vardır. Ancak CIA’nın bölgede doğrudan aktif ajan kullanımı sakıncalı olduğundan 1967’den beri Suriye’de fink atan İsrail istihbaratından destek almış olmalıdır. Amaç Esad’ın bir NATO operasyonuyla devrilmesi ve Suriye’nin de "bahar görmemiş" her Arap devleti gibi “bahar”a kavuşturulmasıdır. Sonra da sıra İran’a gelecektir.
Uçağın, bir türlü çözülmek bilmeyen Suriye buzulunu ısıtmak için yapay bir “cemre” görevi yapması tasarlanmış olmalıdır. Bu operasyonda Türk güvenlik birimlerinin dahlinin bulunması da bir sürpriz ve ihanet değildir. Bir ihanet tartışması yapacaksak bunu “BOP eş başkanlığı” perspektifiyle yapmamız gerekir. ABD’nin Ortadoğu projesinde görev alan bir hükümetin Arap baharının tanziminde yan çizmesi beklenemez.
AKP hükümetinin Esad rejiminin bahara yani turuncu devrime direnmesi karşısında geçen yıl “U dönüşü” yaparak muhaliflere açık destek vermesi, Türk Dışişlerinin, (mütekabiliyet istisna olmak üzere) komşularının iç işlerine karışmama geleneğine aykırıdır. Bu aykırılığın nedeni, BOP’u uygulayan irade ile bağımsız Türk siyasi iradesi arasındaki korelasyon bozukluğudur.
Recep Tayyip Erdoğan, Basın, Yargı, Üniversite ve Orduyu dış destekli AKP eylem planıyla tanzim ettikten sonra büyük bir hevesle aldığı avansları artık rahatça harcayabileceğini düşünmüş, hatta bir ara İsrail’e “One Minute!” bile demişti. Niyeti, ilkokuldan beri gönül verdiği “necip” Arap dünyasının mazlum ve onurlu kesimlerinin de lideri olmak, onları İsrail’den kurtarmaktı. Bu duygusal süreç, fazla uzun sürmedi ve birdenbire kendimizi Kaddafi’yi deviren ve Esad’ı devirmeye çalışan “Siyonist bir cephenin içinde” bulduk.
Bu reel politik tabloyu, başka bir duygusallıkla yani Trablus’taki Sünusilere, Hama ve Humus’taki Sünnilere duyulan tarihi gönül bağlarıyla izah etmek de mümkün değildir.
Şu sıralarda AKP hükümeti, BOP tanzimcilerine kendi “bahar tekmilini” verdikten sonra Arap baharı için kendisine verilen diğer taşeron görevleri yapmaktadır. Dolayısıyla Esad’ı devirmeye çalışan tüm güçlerin elini kuvvetlendiren ve NATO’ya hareket kabiliyeti sağlayan bu uçak krizinin başıbozuk bir keşif kazası olduğunu düşünmek son derecede hatalı bir yaklaşım olacaktır.
Eğer bu vurulma, planlı bir operasyon ise uçağı vuran irade konusunda üç ihtimal ön plana çıkmaktadır.
1- Suriye ordusuna daha önceki Arap-İsrail savaşlarındaki gibi sızan ajanlar, büyük devirme planının bir parçası olarak tetiği çekmişlerdir.
2- Rusya’yla Esad’ın devrilmesi için gizli bir anlaşma yapılmış ve geçtiğimiz günlerde Lazkiye’ye gelen Rus gemileri, bu operasyonda uçağı düşürme görevini üstlenmiş olabilirler. Bu ihtimal, öncekinden zayıftır.
3- Esad rejimi, hava sahasına yabancı sinek bile girse vurarak; dosta (BAAS’çı azınlığa) güven, düşmana (Sünni çoğunluğa) korku ve müdahaleci dünyaya gözdağı vermiş de olabilir. Bu en zayıf ihtimaldir.
Tarihi arkaplan, dayatılan Türkiye turuncu devrimi- BOP- Arap baharı süreçleri ve yaşanan uçak olayı birlikte değerlendirildiğinde ufukta Esad rejimine karşı güçlü bir NATO hava harekatı görünmektedir. İşbirliği yapmayan hükümetlerin ve askerlerin akibetini bu kez “daha dikkatli” değerlendiren Türk yetkililer ise çuval veya 163 general yerine bu sürece ilk olarak iki pilotu feda etmiş görünmektedirler.
Saddam’ın Mezopotamya’sına ölüm getiren metal sağanağını, bahar yağmuru saymazsak; “Arap baharı”nın habercisi olan ilk cemre, 18 Aralık 2010’da Tunus’a düşmüştü. Sonra Kaddafi’nin devrilmesi ile ikinci cemre Libya’ya düştü ve bahar sıcağı iyiden iyiye hissedilmeye başladı.
Bize göre, Arap sularına düşen Türk uçağı, Beşşar Esad’ın “suyunu ısıtan” bir “üçüncü cemre”dir.
ŞÜKRÜ ALNIAÇIK , 25 Haziran 2012haberiniz.com