Karanlığın Köleleri (1)
Yıl 1920…Aralık ayı… Soğuk ve puslu bir gece… Nemli soğuk ve ayaz insanın iliklerine işlemekte…
Acımasız gece ayazında, yeşil sarıklı, sakallı karanlık gölgeler duvarları kendilerine siper ederek, etrafa bir takım ilanlar yapıştıracaklardır.
Duvarlar, esnafın kepenkleri, aklınıza gelebilecek her yerde onların ilanları vardır. Kuvva-i Milliye’yi hain ilan eden şeriatı destekleyen ilanlar…
Bu ilanlarda Mustafa Kemal Paşa için “katli vaciptir” denmektedir.
Aynı gece… Ankara’daki Direksiyon binası… Mustafa Kemal Paşa gaz lambasının ışığında, masasına yaydığı, haritanın üzerinde eğilmiş çalışmaktadır.
Ülke işgal altındadır. Koltuk ve saltanat sevdasına biat etmiş bir İstanbul… Vahdettin ve Damat Ferit hükümeti bu rezil işgali hayâsızca seyretmekte, devrin emperyal patronu İngiliz efendilerinin eteğinin altına sığınmaktadırlar…
Direksiyon binasında ise bir ulusun kaderini değiştirecek, ülkeyi işgalden kurtaracak, bağımsız bir devlet haline getirecek bir harita çizilmektedir.
Ayakları sallanan tahta bir masa, sigara izmaritleriyle dolu bir küllük ve soğumuş bir fincan kahve… Gaz lambasının titreyen ışığında, milletine inanan o büyük insanın gözlerinde sadece bir kurtarıcının, devlet adamının, askerin değil aynı zamanda bir devrimcinin azim ve kararı vardır. Bu azim ve karar milletin iradesiyle birlikte tecelli edecektir. Şiar elbette “Ya İstiklâl- Ya Ölüm!”dür.
Zaman gece yarısını çoktan geçmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın çalıştığı masanın üzerine kara, simsiyah bir gölge düşecektir. Örümcek misali kara zihniyetli, kara cübbeli bir meczup, Direksiyon binasının tam karşısındaki direğe tırmanmış, elindeki yeşil bir bezi bağlamaya çalışacaktır.
Olayı fark eden askerler adama doğru koşacaklar, ancak direkteki meczup kendisi gibi karanlık gecenin içinde kaybolacaktır.
24 Aralık… Tüm Ankara’da özellikle Büyük Millet Meclisi’nin bulunduğu Taşhan’da (ULUS) “Şeriat isterük-Halife-i Ruy-i Zemin’e karşı gelen Mustafa Kemal ve Kuvvacılar kâfirdir, hepsinin katli vaciptir” yazılı bildiriler elden, ele dolaşacak ve kulaklara Şeyh Sukuti ve Esat Hoca’nın mübarek(!) selamları fısıldanacaktır.
Şeyh Sukuti ve Esat Hoca… Seneler sonra bu iki mürteci simsiyah yüzleriyle tekrar sahne alacaklardır.
Sonları? İhanet er veya geç mutlaka milletin divanında karşılığını bulacaktır.
Telgraf ve telefon telleri, düşmana kulluk eden zihniyetin işbirlikçileri tarafından kesilmiş, Ankar kısa bir süre olsa da sessiz bırakılmıştır.
Mustafa Kemal Paşa son derece kızgındır. “Bu işin şakaya tahammülü kalmadı. Cüretleri küstahlık mertebesine varıyor.” diyecektir.
Günümüzde bazılarının ne yazık ki “Rahman” diye adlandırdığı 1.Meclis’te el altından “şeriatı ve Halife”yi destekleyenler, İngiliz sevicileri, Amerikan mandacıları Ankara’daki olayları memnuniyetle izlemektedirler.
İngiliz işbirlikçisi Anzavur Ahmet ve hempaları Ege bölgesinde iki kez isyan etmiş ve bölge halkını Kuvva-i Milliye’ye Mustafa Kemal Paşa’ya karşı kışkırtmıştır.
Zile-Yenihan’nın Karaman köyünde Postacı Nazım ve Çerkez Kara Mustafa, Anzavur ayaklanmasının bastırılmasında; bir çok Çerkez köyünün yakıldığı yalan haberini yayarak, bir isyan başlatmışlardır.
İstanbul’daki mütarekeci basın iş başındadır.
O tarihte bir bavul dolusu sahte belge, yalancı gizli tanıklar, bilgisayar oyunları yoktur. Ancak vicdanını cüzdanına teslim etmiş, İngiliz efendilerinin köleliğine soyunmuş satılık gazeteci ve yazarlar manşetlere ve köşelerine Kuvva-i Milliye aleyhinde yalan ve uydurulmuş haberleri taşımakla birbirleriyle yarış etmiştir.
Onların sadece kalemleri değil, beyinleri ve ruhları da satılıktır. Molla Mustafalar, Ali Kemaller İngiliz altınlarına teslim olmuşlar, işret sofralarında kadehlerini “şerefsiz”liğe kaldırmışlardır.
Günümüzün basını ise ağa babalarının izinden gitmekte, holding patronlarının, dost, damat ve akrabaların sahibi oldukları gazeteler, işgal günlerindeki ağa babalarının ayak izlerini takip etmektedirler.
Milli ordu yalnız işgalcilerle değil, aynı zamanda küresel çetelerin işbirlikçileri ile de savaşmak zorundadır.
* *
Vatanseverler Ege Bölgesi’nde yurt savunması için bir akıncı müfrezesi kurmak için var güçleri ile çalışmaktadır.
Ali Osman Efe ve Parti Pehlivan’ın komutasındaki bu müfrezenin görevi; Menemen Boğazı’nı tutmak, İngilizlerin paralı askeri Yunanlılara karşı vatanı savunmaktır.
Manisa Valisi işbirlikçi Hüsnü(yadis)tir.
Akıncıların yiyeceği bitmiştir. Köylülerden ekmek istemek zorunda kalacaklardır.
“Biz bir şey yapamayız. Sümbüller Köyü’ne varın, Şeyhimiz ne derse odur.” Köylülerin akıncılara verdiği cevap, akılara ziyan bir söylemdir.
Akıncılar, Sümbüller köyüne varırlar. Şeyh dedikleri saçı, sakalı birbirine karışmış bir meczuptur. Şeyh Giritli Derviş Mehmet’tir. Milislere tepeden bakarak, şunları söyleyecektir.
“Ben Nakşî tarikatının şeyhiyim. Biz Yunan’a kurşun atmayız. Size de ekmek vermeyiz. Mehdi gelmeden caiz değildir.” 21Mayıs 1919
Milisler Derviş Mehmet denilen meczubun üzerine yürümek isterler, ancak Parti Pehlivan “yeri ve zamanı değildir” diyerek milisleri yatıştıracaktır.
Müfreze lanetler okuyarak köyü terk edecektir. Derviş’e olan öfkeleri onlara açlıklarını unutturmuştur.
Parti Pehlivan bu hainin 23 Aralık 1930’da bir yiğidin, Kubilay’ın canına kıyacağını ve onun soyundan gelenlerin; Türk milletinin kanına ekmek doğrayacağını bilseydi, Derviş’i kendi elleriyle öldürürdü.
Hasan Fehmi Kubilay… Eğitim ordusunun neferi… Devrimci bir öğretmen ve yurtsever, namuslu bir asteğmen… Bu meczup tarafından katledilmiştir.
Yazık ki karanlığa hizmet eden köleler, her devirde kan dökmeye devam edeceklerdir.
Devam edeceğiz.
Figen ÖZEN, 21 Aralık 2014