KAVRAM ve KAVGASI
Şu ‘çeviri’ konusuna biraz daha yakından bakalım.
Yargıtay Onursal Başkanı Sami Selçuk, başka makale ve kitaplarında söz etmiş olabileceği gibi, Tele 1 televizyonuna verdiği söyleşide şunları söylüyordu:
“Hukuk bir kavramlar dilidir. Eğer kavramların ‘içeriği’ni bilemiyorsanız, tanımdan hareketle yanlış bir izlenim edinebilirsiniz.” Örneğin ‘duruşma’ güzel bir çeviri olup, halk ozanlarının atışmaları gibi, tarafların birbirlerinin görüşlerinin yüz yüze ve karşılıklı olarak sunulmasına benzetilebilir.” Ne var ki örneğin Fransızca’daki ‘audience’ sözcüğü ‘ilgiyle dinleme’ anlamına gelse de, tarafların görüşlerinin ‘diyalektik’ sürecinin yaşatıldığı bir ‘oturum’ olarak gerçekleştirilmektedir. Yani ‘tez’ ve ‘anti-tez’den bir ‘sentez” çıkarma sürecidir.
Ancak, Türk Hukuku’nda, Batı’dan ‘yasa’lar alınmasına karşın, bütün yasaların ‘kavramsal içeriği’ne, ‘duruşma’ kavramındaki gibi uygun bir ‘Türkçe karşılık’ bulunduğu söylenemez. Dahası Türk mahkemelerinde, sözcük anlamında ‘duruşma’ diye düzgün bir karşılık bulunmuş olsa bile, ‘duruşma’nın diyalektik sürecinin işletildiğini söylemek zordur.
Böylece yabancı dilden yapılan çevirilerde bu tür eksiklik ve aksaklıkların olabileceği ve kimi zaman çok farklı ‘anlamdırma’lar veya ‘yanlış anlaşılmalar’a varılabileceği söylenebilir.
Kuşkusuz bu sadece ‘hukuk’ alanına özgü bir durum olmaktan çok, ‘ekonomi’ dahil tüm toplumsal bilimler ve felsefe için de geçerlidir.
Örneğin, Marx’ın Almanca (Verkehrung) sözcüğünün Fransızca’ya, yerine göre ‘tersine çevirme’ (inversion) ve yerine göre ‘devirme’ (renversement) olarak çevrilmesinde bu ‘anlam kayması’nı görmek mümkündür.
Benzer biçimde, Türkiye’de Kemalist Devrim’, yerine göre ‘Devrim’ ve yerine göre ‘Reform’ olarak kullanıldığını biliyoruz.
Üniversiter çalışmalar dahil, bugün bile okullarda ‘İnkılâp Tarihi’ olarak okutulmaktadır.
Oysa Atatürk’ün yaptığı ‘inkılâp’tan çok bir ‘İhtilâl’, yani ‘Devrim’ olup, bizzat kendisi ‘Devrim’ sözcüğünü kullanmakta idi.
Dolayısıyla sadece Batı’dan değil ama Doğu’dan, yani Farsça ve Arapça’dan yapılan ‘çeviriler’ için de, ‘kavramın içeriğine uygun’ karşılıklar bulmak kadar, bu işlem için söz konusu kavramın içeriğini kavramış olmak gerektiğinin altını çizelim.
Nitekim, bunun için Farsça, ‘Ben ne söylüyorum tamburam ne çalıyor’ (Men çi migûyem, tamburam çi gûyed) denilerek bu tutarsızlık dile getirilmiştir.
Bilimsel alanda ise, yeni ‘kavram’ların üretilmesi ve ya da süregelen kavramların ‘tersine çevrilmesi’ne, pek âla ‘devrim’ denilebilir.
Bu bağlamda Marx’ın Hegel’i, Keynes’in ‘klasik ekonomi politiği’ aşmak istemeleri de örnek olarak gösterilebilir.
Ve yine, örneğin Marx’ı ‘eleştiri’ ya da ‘aşma’ konusunda yapılan kimi çalışmalarda, ‘emek-gücü’, ‘soyut-emek’ ya da ‘sermayenin organik bileşim’inde olduğu gibi ‘canlı ve ölü emek’ türü kavramlaştırmalarını aşmanın anahtarının yine Marx’ta bulunabileceği konusunda görüşler ileri sürülmektedir.
Demek ki, benzer bir akıl-yürütme ile Mustafa Kemal Atatürk’ün görüşleri de yine Mustafa Kemal’in ‘kendi sözleri’nden hareketle ‘eleştiri’lebilir ve ‘eleştirilerek aşılabilir’.
Böylece sıkça söylenen ve öz olarak ne yapılmak istendiği de belli olmayan bir biçimde ‘fabrika ayarlarına dönmek’ türü açıklamaların ‘temelsiz’ ve ‘boş’ olduğu ileri sürülebilecektir.
Çünkü elinizde bir ‘ayar’ın olduğu bile kuşkuludur.
Örnek olsun, ‘Devrim’le ne anlatılmak istendiğini bile kavrayamamışsınızdır.
‘1908 Devrimi’ni ‘II. Meşrutiyet’in ilanı’, Kemalist Devrimi de ‘Reformlar’ biçimde anlayıp açıklamaya çalışan bir yaklaşım türünün zaten ‘ayarı’ bozuk demektir.
Neden böyledir denilecek olursa; ‘kavram’ını kavrayamamak aynı zamanda kavramın karşıtını ya da ‘karşıt-kavram’ını da anlayamamak demektir.
Örneğin ‘Devrim’le ne anlatılmak istendiği bilinmiyor ya da özellikle anlamı çarpıtılıyorsa, ‘karşıt-devrimi’ de anlayamamak ya da hoş görmek olağanlaşacak demektir.
Böylece örneğin, anması yapılan ‘Çanakkale Savaşı’nın dramatik yönleri öne çıkarılırken, Fatih Sultan Mehmet’in ‘Çağ atlatan’ fethinden çok daha büyük, çok daha yaygın ‘Ulusal Kurtuluş’ devrimlerine öncülük ettiğinin ayırdına varılmadığı görülmektedir.
Sovyet Devrimi’nin yapılabilmesine ‘olanak’ sağladığı görmezden gelinmektedir.
‘Saltanat’ ve ‘Hilafet’in kaldırılmasının, bir kişinin düşünmesi sonucunda verilen bir karar olmaktan çok, o günün koşullarını bir deha olarak ‘kavrayabilmiş’ olmaktan geçtiğini bilmek gerekiyor.
‘Fabrika ayarı’ demek ki, İngiliz anahtarı gibi bir anahtar olmaktan çok, içinde yaşadığımız an’ı Atatürk gibi değerlendirebilmek demektir.
Eğer Bahçeli’nin beni bırakıp gitme diye yalvardığı herife sen de ‘sayın bilmemneyim’ diye saygı duyuyorsan, boşuna sağda-solda ‘anahtar’ aramana gerek yok, çünkü sen kendi ‘ayar’ını kaçırmışsın demektir.
Fabrika iflas etmiş ve senin elinde ‘ayar-mayar’ kalmamış demektir.
Dünya aleme ‘ulusal ayar’ vermenin öncüsü olmaktan, ayarı kaçıp yığma topluluk üyesi konumuna düşmüş birine kavramı anlatmak, deveye hendek atlatmak gibi geliyor bana.
Çünkü, ne diyorduk; ‘dil, düşünce ve kültür’ bir bütünün birbirlerini devindirip geliştiren ayrılmaz parçalarıdır.
Dil’ine egemen olmayanın ne düşünce geliştirmesi ve ne de bir kültürünün olduğundan söz etmek olanaksızdır; bu sonuncusu olsa olsa yinelenen bir alışkanlık ve dolayısıyla ‘öğretilmiş çaresizlik’ olabilecektir.