Kemalizm
Kemalizm, tıpkı liberalizm ve sosyalizm gibi, bir devrim ideolojisi olarak doğmuştur. Ama, liberalizm ve sosyalizmden farklı olarak, geri kalmış bir ülkedeki devrim koşullarının gereksinimlerini yansıtmaktadır. Bu nedenle de, Kemalizmi iyi değerlendirebilmek için, geri kalmış ülke devrimlerinin gelişmiş ülke devrimlerinden farkını anlamak gerekir.
Fransız Devrimi, evrim sürecinde önlerde yer alan bir toplumda rastlanabilen devrimlerin en ünlü örneğini oluşturur. Koşullar ve toplumdaki güç dengesi değişmiş, ama eski koşullara göre oluşan ve eski güç dengesini yansıtan toplumsal ve özellikle de siyasal kurumlar değişmemekte direnmiş, toplumsal-ekonomik gelişmeyi zorlaştırmaya başlamıştır. Kentsoylular (burjuvazi) yeni bir toplumsal sınıf olarak doğmuş, güçlenmiş, ama güçleri ölçüsünde siyasal rejimde etkili olamamışlardır. Bir anlamda toplumun altyapısı değişmiş, ama üstyapı bu değişikliğe uymamıştır. Burada söz konusu olan, eski kurumları yeni koşullara, yani üstyapıyı altyapıya uydurmaktır; değişen koşullarla, koşulların yarattığı gereksinmeleri karşılaması gereken kurumlar arasındaki çelişkileri gidermektir.
Evrim sürecinde geride kalmış toplumlarda görülen devrimler ise, belirli tarihsel koşullardan yararlanarak, bu toplumların evrimini hızlandırmak, bazı evreleri atlamak amacını taşır. Birinci grup ülkelerdeki devrimciler, koşulların gereğini yerine getirmek ve gereksinimlerin doğurduğu devrimci ideolojiyi izlemekle yetinmek durumundadırlar. Toplumun henüz ulaşamadığı bir aşamaya göre kurumlar oluşturmak, böylece gelişmiş ülkelerle aralarındaki açığı bir ölçüde olsun kapatmak zorundadırlar. Kendilerinden çok önce o aşamaya ulaşmış olan toplumların deneyimlerinden ders alabilmek olanağına sahiptirler. Ama o devrimin doğal taşıyıcısı, itici gücü olan toplumsal sınıfın bulunmaması ya da çok güçsüz olması nedeniyle de işleri çok daha zordur. Ancak, eski düzenin savunucusu güçlerin -tarihsel nedenlerle- zayıflamış oldukları bir andan yararlanarak iktidara gelebilirler. Temel devrimci gücün yokluğunu ya da zayıflığını ise, ideolojiye büyük ağırlık vererek ve o ideoloji etrafında iyi örgütlenmiş "bilinçli" bir çekirdek güç oluşturarak telafi etmeye çalışırlar.
Toplumlardaki güçler dengesinin değişmemesine karşın, eski güçler dengesinde ağır basan güçlerin çıkarlarına ve dünya görüşlerine göre biçimlenmiş olan kurumların değişmemekte direnmesi, devrimin nesnel (objektif) koşullarını oluşturur. Var olan bu düzeni eleştiren ve yeni bir düzenin ilkelerini içeren ideoloji ise, devrimin öznel (sübjektif) koşulu sayılabilir. Devrimi, bilinçsiz bir ayaklanmadan, kızgınlık birikimlerinin kırıp-dökmeye dönüşmesinden ayıran ana özellik, sahip olunan "devrimci bilinç", yani "bilinç" öğesidir.
Evrim sonucu doğan devrimlerde, ideoloji evrime koşut olarak doğar, devrimci eylem içinde gelişir. Böyle bir devrimde ideolojinin ağırlığı, nesnel koşulların çok gerisinde kalır. Oysa geri kalmış ülkelerde nesnel koşullar yeterince oluşmamış olduğu için, ideolojinin önemi artar. İdeoloji, devrimi olanaklı kılan ortamdaki, somut koşullardaki eksikliği giderme, boşluğu doldurma işlevini üstlenir. Burada ideoloji, gene devrimci eylem içinde bazı değişikliklere uğramakla birlikte, devrim öncesinde hazır olarak vardır ve çoğunlukla da, ana çizgileriyle gelişmiş ülkelerden aktarılmıştır. Amaç zaten o ülkelerin düzeyine daha hızlı bir biçimde ulaşmak olduğu için, bunu doğal karşılamak gerekir. Devrimci ideoloji, devrimin öncüsü güçlerin toplumsal özelliklerine göre bazı değişimler geçirmekle birlikte, ana doğrultuda aynı kalır.
Her devrim belirli toplumsal güçlere dayanarak gercekleşir. O güçlerin yeterince gelişmediği ortamlarda ise, devrimci ideolojinin kendisi, yarattığı bilinç ve kitleler üzerindeki etkisiyle devrimci bir güç oluşturabilir. Bir ayaklanmanın, bir hükümet darbesinin, bir bağımsızlık savaşının, tarihi hızlandırmak amacındaki bir devrime dönüşmesinde, devrimci ideolojinin etkisi büyüktür. Ama ideolojinin devrimdeki ağırlığının artması ölçüsünde, dogmatikleşmesi olasılığı da artar. Çünkü söz konusu ideoloji, bir anlamda, var olması istenilen, ama henüz var olmayan koşulların ürünüdür.
Mustafa Kemal, tıpkı Lenin gibi, Birinci Dünya Savaşı'nın ülkesindeki eski düzenin temsilcilerini maddi ve manevi açıdan yıpratmasından yararlanarak, evrimin henüz zorunlu kılmadığı yeni bir toplumsal-siyasal düzeni yaratarak süreçleri harekete geçirmiştir. Lenin, Rus ordusunun perişan olması sayesinde, küçük, ama iyi örgütlü ve bilinçli bir güce dayanarak siyasal iktidarı ele geçirirken; Mustafa Kemal, ülkesini düşman işgalinden kurtarmanın kendine kazandırdığı olağanüstü etkiyi kullanarak devrimi gerçekleştirmiştir. Lenin'in Rusya'nın koşullarına uydurmağa çalıştığı Marksist ideoloji -yukarıda değindiğimiz nedenden dolayı- dogmalaşırken; Mustafa Kemal, liberalizm ve sosyalizmden yararlanarak Türkiye'nin koşullarına göre oluşturmaya çalıştığı devrimci ideolojinin dogmalaşma olasılığını önlemeye çalışmıştır, ideolojik kalıplaşmanın hızlı bir değişim süreciyle bağdaşmayacağını vurgulayarak, bir anlamda "sürekli devrimcilik" anlayışının öncülüğünü yapmıştır. Bazılarının ileri sürdüğünün tersine, Kemalizmin ideolojisi vardır, ama "öğreti"si (doktrini) yoktur.
Kemalizmin önünde iki aşamalı bir amaç vardı: Bağımsızlık ve çağdaşlaşma. Bu ereklere ulaşmak için, ideolojinin çerçevesini oluşturan milliyetçilik, cumhuriyetçilik ve laiklik ilkeleri Fransız Devrimi ve dolayısıyla liberalizmden, devletçilik, halkçılık ve devrimcilik ilkeleri de sosyalizmden esinlendi.
Kemalizm içinde "milliyetçilik", bir yandan ulusal bağımsızlığın sağlanması, öte yandan da çağdaşlaşma gereksinimlerini karşılamaya yönelik ideolojik bir öğe oluşturuyordu. Çağdaş bir toplum olmak için önce ulus olmak, uluslaşma aşamasından geçmiş olmak gerekiyordu. Uluslaşma aşaması, çağdaş toplumun temel özelliklerinden olan demokratikliği sağlayabilmek için de (ileride göreceğiz) bir ön koşuldu.
Türk milliyetçiliğinin kökenlerini, genel olarak milliyetçilik ideolojisini incelerken görmüştük. Çeşitli kaynaklardan beslenen bu gecikmiş milliyetçilik akımını bir düşünce sistemi içine oturtan kişi Ziya Gökalp olmuştu. Bu yandan ulusal bağımsızlığı sağlamak, öte yandan çağdaş anlamda bir ulus yaratmak ereğine yönelen Mustafa Kemal elbette ki bu birikimden yararlanmıştır. Ama, aynı zaman da, eylem içinde onu aşmış, kendi damgasını taşıyan bir milliyetçilik anlayışına ulaşmıştır. Bu, sınırlar ötesi hedefler gözetmeyen, ırkçı olmayan, çoğulcu bir milliyetçiliktir.
Atatürk, tüm sömürge durumundaki ülkelerin, kendi deyimiyle "mazlum milletler"in birer birer bağımsızlıklarını kazanacağını çok önceden söylemiş, ulusal kurtuluş savaşının başarısı ile de onlara cesaret vermiştir. Emperyalist devletlere karşı kazanılan bu ilk kurtuluş savaşı, giderek evrensel bir model oluşturmuştur. Kemalist milliyetçilik anlayışının dışa yönelik hedefi, "çağdaş uluslar topluluğunun eşit haklara sahip bir üyesi olmak"tır. Sadece siyasal bağımsızlıkla yetinmeyen, ekonomik bağımsızlığı da içeren bir "tam bağımsızlık", bu hedefin ayrılmaz bir parçasıdır.
Kemalist milliyetçiliğin içe yönelik hedefi ise, çağdaş bir ulus yaratmaktır. Bu ulus, ne "ırkçı" ne de "ümmetçi" bir anlayışı yansıtmaktadır. Atatürk'e göre ulus, ne din ne de ırk temeline dayanır; ulusu yaratan temel öğe, ortak tarih o ortak tarihin ürünü ortak dil ve sonuç olarak ortak kültürdür. Atatürk ilk Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde yaptığı bir konuşmada, Türk, Kürt, Laz, Çerkez birlikte bir bütün oluşturduğunu vurgulamış, Kurtuluş Savaşı sırasında hep "Türkiye Milleti" deyimini kullanmıştır. Daha sonraları karmaşık bir etnik yapıdan kendine güvenen çağdaş bir ulus yaratmak için çaba gösterdiğinde de, örneğin "Ne mutlu Türk olana" dememiş, "Ne mutlu Türk'üm diyene" demiştir. O'nun için "Türk" Anadolu toprakları üzerinde "kederde, kıvançta" dayanışma içinde olan insanların "ortak" adıdır. Orta Asya'daki Türk, o milliyetçilik çevçevesinde yer almazken, Anadolu'nun tüm insanları, etnik kökenine bakılmaksızın ulusun bir parçası sayılmaktadır. Atatürk "Medeni Bilgiler" kitabında şöyle demiştir: "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir." 1935 yılındaki resmi tanımlamaya göre de, "ulus, dil, kültür ve ülkü birliği ile birbirine bağlı yurttaşlardan meydana gelen siyasal ve sosyal bir bütündür."
1924 Anayasası'nın 88. maddesi şu tanımı yapmaktaki "Türkiye halkına, din ve ırk ayırt edilmeksizin, vatandaşlık bakımından Türk denir."
Atatürk, ulus kavramından din öğesinin dışlanmasını, dini ulus dışında ayrı bir olgu olarak değerlendirilmesini ise şöyle savunmuştur: "Türkler İslam dinini kabul etmeden de büyük bir millet idi. Bu dini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine tesin etmedi. Bilakis, Türk milletinin milli bağlarını gevşetti; milli heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü Muhammed'in kurduğu dinin amacı, bütün milliyetlerin üzerinde, hepsini kapsayan bir ümmet siyaseti idi."
Milliyetçilik, aynı topraklar üzerinde benzer koşulları paylaşan insanların, dışa karşı korunma ve dayanışma gereksinmelerini karşılayan bir ideolojidir. Toplum içindeki çıkar çatışmalarına alet edildiğinde tutucu, toplumun dışa karşı ortak yararlarını savunmak için kullanıldığında ilericidir. Başka bir deyişle, toplumdaki bir kesimin başka bir kesimi sömürmesini gözden saklamak amacıyla kullanıldığında tutucudur; ama o toplumun başka toplumlar veya başka toplumların içindeki bir kesim tarafından sömürülmesine karşı başvurulduğunda ilericidir.
İlerici milliyetçilik insancıldır; insanlara acı vermeye değil, onların acılarını dindirmeye yöneliktir, ilerici milliyetçilikte, insafları egemenlik altına almak değil, onları egemenlikten kurtarmak amacı vardır, ilerici milliyetçilik, bütün insanların özgürlüğünü ve tüm toplumların eşitliğini savunur, ilerici milliyetçilik, bölücü değil, birleştiricidir. İlerici milliyetçilik, savaşçı değil barışçıdır; savaşı ancak gerektiğinde, yukarıdaki amaçlar uğruna kabul eder. İşte ilerici milliyetçilik, Kemalist milliyetçiliktir. Bu nitelikleriyle de, çağdaş, evrensel ve kalıcıdır.
Kemalizmin ilkelerinden "cumhuriyetçilik", bir anlamda milliyetçiliğin doğal sonucu gibi görülebilir. Eğer egemenlik ulusa ait ise, ülkenin kimler tarafından hangi kurallara göre yönetileceği de ulus tarafından belirlenecek demektir. Kemalist ideoloji içinde cumhuriyetçilik, giderek "demokrasi" ile bütünleşmekte, eşanlamlı hale gelmektedir. Cumhuriyetçilik aynı zamanda, siyasal iktidarın dinsel kökenli olmaklan çıkması, laikleşmesi, siyasal rejimin çağdaşlaşması demektir. Bu ilke, iktidarın dinsel kökenli olmaktan çıkmasıyla laiklik ilkesiyle, meşruluğun temelini halk desteğinin oluşturmasıyla da, halkçılık ilkesiyle yakından ilgilidir.
Mustafa Kemal'e göre, "Yeni Türkiye Devleti" bir halk devleti idi, halkın devleti idi. Oysa geçmişteki devlet, bir "kişi devleti" idi, kişilerin devleti idi. Cumhuriyet rejiminden ne anladığını ise şöyle açıklıyordu: "Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir. Biz cumhuriyeti kurduk, on yaşını doldururken demokrasinin bütün gereklerini sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır.
... Milli egemenlik esasına dayanan memleketlerde siyasi partilerin var olması tabiidir. Türkiye Cumhuriyetinde de birbirini denetleyen partilerin doğacağına şüphe yoktur." Suna Kili'nin de altını çizdiği gibi, Kemalist cumhuriyetçilik anlayışı ulusçu, demokratik, özgürlükçü ve çoğulcuydu.
Cumhuriyet ile demokrasiyi ayrı düşünmeyen Atamız, 1930'lar Avrupasında neredeyse yaygın olarak görülen baskıcı rejimlerin hepsini de eleştirmiştir. Faşist, komünist ya da mesleklerin temsiline dayalı korporatif sistemlerin Türkiye açısından özenilir olmadıklarını vurgulamıştır. Oysa o dönemde etrafındaki birçok kişi, özellikle faşist-nazist modelden etkilenmişlerdi.
Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın bile, oldukça demokratik bir mecliste tartışılarak, zaman zaman sert biçimde eleştirilerek, denetlenerek yürütülmüş olması son derece önemli ve anlamlıdır. Mustafa Kemal bu tercihi yaparken, elbette ki harekete içte ve dışta belirli bir meşruluk kazandırmak umacıyla da hareket etmişti. Ama Kurtuluş Savaşı sonrasında izlediği yol da, demokrasinin O'nun açısından bir temel tercih sorunu olduğunu ortaya koyuyordu. Devrimin tehlikeye düşmesi nedeniyle, zaman zaman sert önlemlere başvurmak zorunda kaldığı zaman bunu doğal saymıyor, "Onlar ancak başka önlemlerle önüne geçilemeyecek büyük tehlikeler karşısında kalındığı zaman, zorunlu olarak onaylanır" diyordu.
"Hiçbir totaliter rejim tasavvur edemeyiz ki, bir muhalefet yaratmak amacıyla kendiliğinden bir teşebbüste bulunsun" görüşünü savunan Ergun Özbudun'a katılmamak olanaksız. Serbest Fırka'nın kurulması aşamasında Atatürk'ün Fethi Bey'e yazdığı mektuplarda şu satırlar vardı: "Büyük Millet Meclisi'nde ve millet önünde millet işlerinin serbest olarak münakaşası ve iyi niyet sahibi zatların ve fırkaların düşüncelerini ortaya koyarak milletin yüksek menfaatlerini aramaları benim gençliğimden beri aşık ve taraftar olduğum bir sistemdir." Kendi partisi içinde en sert muhalefete bile hoşgörü gösteren Atatürk, özgürlüklerin temel olduğu bir demokrasi anlayışına sahipti. Özgürlük anlayışı ise, sadece başkasına zarar vermemek anlamında bir "negatif özgürlük" anlayışıyla da sınırlı değildi, insanın kendi yeteneklerini geliştirmesi anlamındaki bir çağdaş özgürlük anlayışını daha 1930'larda savunmaktaydı.
Atatürk'ün yaptığı ve yapmaya özen gösterdiği bazı şeyler var ki, günümüzün "katılmacı" demokrasi anlayışını daha o zamanlar, sezgileriyle benimsediğini düşündürmektedir. (Bu açıdan, örneğin 12 Eylül Anayasası'nın demokrasi anlayışından çok daha ilerdedir): Dünya'da ilk kez bir bayram çocuklara armağan edilmiş ve o vesile ile onlara, ülkenin gelecekteki sahipleri oldukları bilinci aşılanmaya çalışılmıştır. 23 Nisan günleri çocukların, kentlerindeki önemli kamu görevlilerinin makamlarına oturmalarının, onların görevlerini geçici olarak devralmış gibi davranmalarının, bir oyun havasının ötesinde anlamı olduğu açıktır. Belki gene ilk kez, bir önder, devrimini gençlere emanet etmiş ve onlardan, gerektiğinde ülkede siyasal iktidara sahip olanlara karşı çıkmalarını istemiş, 1924'te seçmen yaşını 18'e indirmiştir. Daha o yönde hiçbir istek, hiçbir gereksinme yokken, Türk kadınına siyasal hak ve özgürlüklerini -demokrasinin anayurdu sayılan bazı batı ülkelerinden önce- veren, kadının siyasal yaşamda ağırlık kazanmasına çaba gösteren de Atatürk'tür.
Atatürk bununla da yetinmemiş, gerçekleştirdiği büyük "kültür devrimi" açısından önem taşıyan kurumların bağımsız ve demokratik bir yapıya sahip olmalarına özen göstermiştir. Her şeyin devlet içinde ve devlet için olduğu faşizmin yükselme döneminde bile, Türk Dil ve Tarih Kurumları siyasal iktidardan bağımsız birer dernek olarak kurulmuş ve yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Atatürk onların parasal bağımsızlığını sağlayabilmek için, kendi mal varlığını sürekli bir destek olarak kullanmaktan çekinmemiştir. Yurdu bir kültür ağı gibi saran 404 "Halkevi" ile dört bin kadar "Halkodası" da, kâğıt üzerinde tek partiye bağlı olmakla birlikte, büyük ölçüde bağımsız ve demokratik bir yapıya sahip kılınmışlardır. Bunlar, "kitle örgütleri"nin kötü gözle görüldükleri 1980'lerin Türkiye'sinde yarım yüzyıl önceki Kemalist ideolojiyi yansıtan somut örneklerdir.
Mustafa Kemal, demokrasinin her şeyden önce bir özgürlük sorunu olduğuna inanıyor ve şöyle diyordu: "İrade ve egemenlik milletin tümüne aittir ve ait olmalıdır. Demokrasi sosyal yardım veya iktisadi teşkilat sistemi değildir. Demokrasi maddi refah meselesi de değildir. Böyle bir nazariyat vatandaşların siyasi hürriyet ihtiyacını uyutmayı amaçlar. Bizim bildiğimiz demokrasi siyasidir. Onun hedefi, milletin idare edenler üzerindeki muhakemesi sayesinde siyasi hürriyeti sağlamaktır. Türk demokrasisi Fransa ihtilalinin açtığı yolu takip etmiş, ama kendisine özgü niteliği ile gelişmiştir. Zira her millet devrimini toplumsal ortamın baskı ve ihtiyacına göre (...) yapar. Demokrasi prensibi, ulusal egemenlik pekline dönüşmüştür. Bir ulusu oluşturan bireylerin o ulus içinde, her çeşit özgürlüğü, yaşamak özgürlüğü, çalışmak özgürlüğü, düşünce ve vicdan özgürlüğü güven altında bulunmalıdır."
Mustafa Kemal'in demokrasi anlayışı, Kemalizmin en önemli ilkelerinden olan "halkçılık"tan da soyutlanamaz. Atatürk başlangıçta halkçılığı şu şekilde tanımlıyordu: "Bugünkü varlığımızın asıl niteliği milletin genel eğilimlerini ispat etmiştir. O da halkçılıktır, halk hükümetidir, hükümetlerin halkın eline geçmesidir." Ama zamanla bu ilkenin de içeriği gelişti ve Halk Partisi'nin programlarında üç öğeyi içermeye başladı: Siyasal demokrasi, yasalar önünde eşitlik, sınıf çatışmalarının kabul edilmemesi ve toplumun dayanışma içerisinde gelişmesi.
Osmanlı imparatorluğu'nun çöküş döneminde girişilen reformlar, hep devleti kurtarmak amacına dönüktü. Oysa Mustafa Kemal, halka güç kazandırmadan, halka dayanıp onun yaratıcı gücünden yararlanmadan çağdaş bir topluma ulaşılamayacağının bilincindeydi. 1922'de Meclis kürsüsünden şunları söylüyordu: "Türkiye'nin gerçek sahibi ve efendini, gerçek üretici olan köylüdür... Diyebilirim ki, bugünkü yıkım ve yoksulluğun biricik nedeni bu gerçeğin gafili bulunmuş olmamızdır. Gerçekten, yedi yüz yıldan beri dünyanın çeşitli ülkelerine göndererek, kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi yüzyıldan beri emeklerini ellerinden alıp savurduğumuz ve buna karşılık her zaman aşağılama ve alçaltma ile karşılık verdiğimiz ve bunca özveri ve bağışlarına karşı iyilik bilmezlik, küstahlık, zorbalıkla uşak durumuna indirmek istediğimiz bu soylu sahibin önünde büyük bir utanç ve saygıyla gerçek durumumuzu alalım."
Mustafa Kemal, gene Kurtuluş Savaşı yıllarında Meclis önünde yaptığı bir konuşmada, halkçılığın toplumsal-ekonomik içeriğini şöyle açıklıyordu: "Toplumsal uğraş yönünden düşündüğümüz zaman, biz yaşamını, bağımsızlığını kurtarmak için çalışan kimseleriz, zavallı bir halkız! Kendimizi bilelim. Kurtulmak, yaşamak için çalışan ve çalışmaya zorunlu olan bir halkız! Bundan ötürü her birimizin hakkı vardır. Yetkisi vardır. Fakat çalışmakla bir hakkı elde ederiz. Yoksa arka üstü yatmak ve yaşamını çalışmaktan uzak geçirmek isteyen kişilerin bizim toplumumuz içerisinde yeri yoktur. O halde söyleyiniz baylar! Halkçılık toplumsal düzenini emeğine, hukukuna dayatmak isteyen bir toplumsal uğraştır."
Kemalizm, seçkinciliğe karşı bir ideolojidir. Halkçılık ilkesinden hareketle yapılan birçok reform, Osmanlı geleneğinin ürünü olan seçkin-halk ikilemini aşmaya yöneliktir. Bu amaçla girişilen en önemli atılımlardan birisi, "Türk dilini yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmak" amacıyla gerçekleştirilen "dil devrimi", yani dilde arılaştırma çabalarıdır. Sadece seçkinlerin anladığı Arapça-Farsça yüklü Osmanlıca terk edilmiş, türetme ile zenginleştirilmiş Türkçe, yazı ve bilim dili olmaya başlamıştır. Aslında öğrenilmesi güç olan eski yazının yerine Latin alfabesinin kabulü, halkın eğitimini kolaylaştırmak amacını da taşımıştır.
Kemalist halkçılık, "ayrıcalıksız, sınıfsız" bir toplum öngörüyordu. Fakat bu, toplumsal sınıflan kaldırmayı amaçlayan Marksist anlayışı yansıtmıyordu. Kurtuluş Savaşı Türkiyesinde Marksist anlamda bir "egemen sınıf" ve işçi sınıfı bulunmadığı varsayımından hareket etmekteydi. Öyleyse var olmayan bir sınıf çatışması ve ayrıcalıklı toplum kesimleri yaratılmamalıydı. Ekonomik gelişmeyi sağlamak için toplumdaki tüm olanaklar değerlendirilmeye çalışılırken bu beklentiye ters düşen bir durumun doğması, Kemalizmin, Suna Kili'nin vurgulamaya özen gösterdiği bir temel özelliğinin gözden kaçmasına neden olmamalıdır: "Atatürkçülük, herhangi bir sınıfın egemenliğini reddeden, ılımlı toplumculuğu öngören, her türlü sömürüye karşı bir dünya görüşüdür. Atatürkçü halkçılık, yönetimde, siyasada, kalkınmada, gelirlerin dağılımında, devlet ve ulus olanaklarının kullanılmasında halk yararının gözetilmesini amaçlar."
"Peki halk nedir?" sorusunun yanıtını ise biz verelim: Halk, ayrıcalıklara sahip bulunmayan toplum kesimlerinin toplamıdır!
Kemalist "devrimcilik" ilkesi, halkçılıkla ve hatta demokrasi anlayışı ile iç içe bir anlam taşır. Mustafa Kemal'in I923'te Konya'daki bir konuşmasında yer alan şu cümleler, O'nun nasıl bir devrimcilik anlayışından hareket ettiğini, hiçbir yanlış anlamaya yer vermeyecek kadar açık bir biçimde sergilemektedir: "Bozuk zihniyetli milletlerde büyük çoğunluk başka hedefe, aydın denen sınıf başka zihniyete sahiptir. Aydın sınıf telkinle, aydınlatma ile büyük çoğunluğu kendi amacına göre ikna etmeyi başaramayınca, başka yollara başvurur. Halka zorbalık etmeye başlar. Başarıya ulaşmak için, aydın sınıfla halkın zihniyet ve hedefi arasında tabii bir uyum olması gerekir. Yani aydın sınıfın halka telkin edeceği ilkeler, halkın ruh ve vicdanından alınmış olmalı. Bu halk bir defa karşısındakinin samimiyetle kendilerine yardımcı olduklarına inanırsa her türlü hareketi derhal kabule hazırdır. Bunun için gençlerin her şeyden evvel millete güven vermesi gereklidir."
Bu, seçkinciliği açıklıkla yadsıyan, halkla bütünleşmeye ve dolayısıyla demokratik yöntemlere büyük önem veren bir devrimcilik anlayışıdır.
Kemalist devrimcilik anlayışının iki yanı bulunduğunu söyleyebiliriz. Birinci yanı, eski düzenin geçerliğini yitirmiş kurumlarını yıkıp, yerlerine çağın gereksinmelerini karşılayacak kurumları koymakla ilgilidir. Ama Kemalizm bununla yetinmemekte, devrimciliği aynı zamanda sürekli olarak yeniliklere, değişmelere açıklık biçiminde anlamakta ve kalıplaşmaya karşı çıkmaktadır.
Atatürk, devrimcilik ilkesinin birinci öğesini şöyle tanımlıyordu: "Devrim, Türk milletini son yüzyıllarda geri bırakmış olan kurumları yıkarak yerlerine, ulusun en yüksek medeni gereklere göre ilerlemesini temin edecek yeni kurumları koymuş olmaktır." Atatürk, yaptığı devrimin ülkeye kazandırdıklarının korunmasını elbette ki devrimcilik ilkesinin bir gereği sayıyordu. Ama O'nun açısından sorun o noktada bitmiyordu. Koşulların değişeceğinin, değişen koşulların yeni kurumları, yeni atılımları gerektireceğinin bilincindeydi. Bu nedenledir ki, Kemalist ideolojinin kalıplaşmasına, bir anlamda devrimin dondurulmasına karşıydı. Koşullara koşut olarak sadece kurumların değil, düşüncelerin de değişmesinin gerekliliğini biliyordu, işte bu nedenledir ki, Kemalizmin devrimcilik ilkesi, aynı zamanda hır "sürekli devrimcilik" anlayışını da yansıtmaktadır.
En ileri kurumlar bile, koşullar içinde eskir. En ileri bir devrimin "bekçiliği" ile yetinenler, günün birinde değişen koşulların gerisinde kalmaktan, tutuculaşmaktan kurtulamazlar. Kemalizmin bu sürekli devrimcilik anlayışını henimsemeden, sadece Mustafa Kemal'in sağlığında gerçekleştirdiklerinin bekçiliği ile yetinenleri "Kemalist" ya da Atatürkçü saymak olanaksızdır. Suna Kili, "Devrimcilik kalıplaşmayı, durağanlığı, köhneleşmeyi, işlevini kaybetmeyi, çağın, toplumun gerisinde kalmayı önlemek, dinamik bir devrim anlayışını sağlamak ve sürdürmek için konmuştur." derken haklıdır. Emre Kongar da, aynı gerçeği şöyle ifade etmektedir: "İkinci anlamda devrimcilik, Türk Devrimini, temel ilkeleri yönünde ileri götürme görevini içeriyordu. Yalnız mevcudun ve gerçekleştirilenin korunması ile yetinilmeyerek, Türk Devrimi, zamanın gereklerine ve çağdaş gelişmelerine göre, temelinde yatan ilkeler doğrultusunda daha da ileriye götürülecekti."
Kemalizmin "devletçilik" ilkesini de, halkçılık ilkesi ile bağlantılı olarak değerlendirmek gerekir. Yoksul, yüzyıllardır ihmal edilmiş olan halk nasıl kalkınacak ve hak ettiği çağdaş yaşam düzeyine ulaşacaktır? Batı'nın gelişmiş toplumlarının nasıl bir yoldan geçerek o noktaya geldikleri biliniyordu. Bir yandan kendi halklarını, öte yandan geri kalmış ülke halklarını sömürerek bir sermaye birikimi oluşturmuşlardı. Türkiye'nin kendisi geri kalmış bir ülkeydi. Halkın sırtından br sermaye birikimi oluşturulmasına, onun birkaç kuşak daha yoksul tutulması pahasına bir kalkınmaya ise "halkçılık" anlayışı karşıydı.
1923-1930 arasında, kalkınma için gerekli yatırımları yapması özel girişimlerden beklendi. Ama bu işlevi yerine getirmeye özel kişilerin ne yeterli parası, ne yeterli deneyimi, ne de yeterli teknik bilgisi vardı. Dünyayı sarsan 1929 ekonomik bunalımı ise, liberal ekonomi politikalarının tam bir başarısızlığını vurguluyordu. Kemalizm, ülkeyi kalkındırmak, halkı çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak için "devletçilik" ilkesini benimsedi. Böylece hem üretim arttırılacak, sanayi gerçekleştirilecek, hem de hakça bir dağıtım yapılacak ve ekonomik gücü kullanan bir sınıfın halkı ezmesine olanak verilmemiş olacaktı.
Kemalist tek partinin programında 1935 yılında yapılan son düzeltmelerden sonra, devletçilik ilkesi şöyle tanımlanıyordu: "Özel çalışma ve faaliyeti esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde milleti refaha ve memleketi gelişmişliğe eriştirmek için, milletin genel ve yüksek yararlarının gerektirdiği işlerde, özellikle iktisadi alanda devleti fiilen ilgilendirmek önemli esaslarımızdandır. İktisat işlerinde devletin ilgisi fiilen yapıcılık olduğu kadar, özel girişimleri teşvik ve yapılanları düzenleme ve denetlemektir".
Kemalist devletçilik anlayışının, bütün üretim araçlarını devletin elinde toplamayı öngören Marksizm ile kuşkusuz ki hiçbir ilgisi yoktu. Hızlı bir ekonomik büyümeyi sağlamak için devletin lokomotif görevini üstlenmesi anlamına geliyordu. Devlet ekonomiye yön verecek, kıt kaynakların akılcı kullanımını planlayacaktı. Devlet özel girişimcilerin ilgilenmediği, başarılı olamadığı ya da kamu yararı gördüğü alanlarda yatırım ve işletmecilik yapacaktı.
Türkiye başlangıç aşamasında devletçiliğin iki büyük yararını gördü: Bir yanda, özellikle altyapı ve sanayi yatırımları sayesinde oldukça hızlı bir ekonomik büyüme gerçekleştirilirken; öte yanda, sanayileşmenin devlet eliyle oluşumu sayesinde, Türk işçisi Batı'daki örnekleri gibi, insancıl olmayan koşullar içinde birkaç kuşağının feda edildiğini görmedi. 1929-1939 arasındaki on yılda dünya sanayi üretimi yüzde 19 artarken, Türkiye'de sanayi üretimi artışı yüzde 96'yı buldu. Sovyetler Birliği ve Japonya dışında hiçbir ülke, bu alanda Türkiye'den daha hızlı bir büyüme sağlayamadı. Giderek oluşmaya ve büyümeye başlayan sanayi işçisi sınıfı, nasıl hiçbir mücadele vermeden seçme ve seçilme haklarını elde ettiyse; gene kan dökülmesine, kuşaklar boyu süren büyük acılar çekilmesine gerek kalmadan, insancıl çalışma koşullarına kavuştu. Kemalist "sürekli" devrimcilik anlayışını daha sonra sürdürenler, sendikalaşma, grev ve toplu sözleşme gibi hakları vermek için de işçi sınıfının rejimi zorlamasını beklemediler. (Ama uğrunda savaşım vermeden elde edilen hakların yeterince bilincinde olunamadığını daha sonraki deneyimler göstermiştir, işçi sınıfı, ancak elinden alındığı ya da kısıtlandığı zaman, sahip olduğu hakların ve özgürlüklerin önemini yeterince kavrayabilmiştir. Demokrasinin beşiği sayılan ülkelerde bile, işçilerin seçme hakkını elde etmek için nasıl uzun ve kanlı savaşımlar verdiği unutulmamalıdır!)
Altı ok ile simgeleştirilen Kemalist ilkeler içerisinde, Atatürk'ün en önem verdiği ilkelerin başında belki de "laiklik" geliyordu. Mustafa Kemal, ülkenin koşullarının daha hiç hazır olmadığı bir aşamada bile çok partili düzene geçiş için sakınca görmezken, tek bir koşul ileri sürmüştü: laiklikten ödün vermemek! Serbest Fırka'nın önderliğini üstlenecek olan Fethi Okyar'a yazdığı ve daha önce de sözünü ettiğimiz mektubunda şu satırlar dikkati çekiyordu: "Memnuniyetle tekrar görüyorum ki, laiklik esasında beraberiz. Zaten benim siyasi hayatta bir taraflı olarak daima aradığım ve arayacağım temel budur."
Bir çağdaşlaşma ideolojisi olarak Kemalizm açısından laiklik, demokrasi anlamındaki cumhuriyetçiliğin de, milliyetçiliğin de, devrimciliğin de, ve hatta halkçılığın da ön koşulu olduğu için bu ölçüde önem taşımaktadır. Demokrasinin ön koşuludur; çünkü laiklik olmadan gerçek bir düşünce özgürlüğü, gerçek bir özgür seçim olamaz. (Bütün dünyada özgürlük ve demokrasi rüzgârları eserken, baskı rejimleri birbiri peşi sıra yıkılırken, bundan en az etkilenenin -laikliği kabul edememiş- Müslüman ülkeleri oluşu raslantı mıdır?) Milliyetçiliğin ön koşuludur; çünkü laiklik olmayan yerde önem taşıyan öğe ulus değil, inananların oluşturduğu "ümmet"tir. (Bu anlayış içinde örneğin Arap ve İranlı, Müslüman Türk ile aynı toplumun bir parçası sayılırken, Hıristiyan Türk olan Gagauzlar [Gökoğuzlar], Türkçe konuştukları ve çok daha ortak kültürel özellikler taşıdıkları halde "yabancı" sayılacaklardır.) Devrimciliğin ön koşuludur; çünkü laikliği kabul etmemiş bir toplumda bilimin ve çağın gereklerinin gerisinde kalmış kurumları değiştirmenin tartışılması bile genellikle olanaksızdır. Halkçılığın ön koşuludur; çünkü din temeline dayalı bir devlette ağırlığı ve önceliği olan halk değil, dinsel seçkinlerdir.
Tarih boyunca hemen tüm devrimciler, din ile değil, ama bir kısım din adamları ile karşı karşıya gelmişlerdir. Çünkü "eski düzen"le çıkarları bütünleşmiş olan bir din adamları kesimi, köklü değişimlere hep karşı çıkmış, dini bir siyasal amaç için kullanarak kitleleri etkilemeye çalışmışlardır. Kendilerinin etkisini ve ağırlığını azaltacak her girişimi de "dinsizlik" olarak nitelendirmekten çekinmemişlerdir. Sultanın ve düşmanın çıkarları ile bütünleşerek, Kurtuluş Savaşı sırasında Mustafa Kemal'in idam fermanını çıkaranlar gene bu tür din adamları olmuştur.
Fransa'daki Müslümanların manevi önderi Şeyh Abbas, Türk toplumunun dışından bir gözlemci olarak, bu konuda şöyle diyor: "Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşünde din adamları çok olumsuz roller oynadılar. Mustafa Kemal din adamlarının hatalarını ve yarattıkları tehlikeyi anladığı için devrimine önce onlardan başladı. O, din adamlarının cehaletinden korkmakta, onların ülke için tehlike yarattıklarını düşünmekte haklıydı. Onun savaş açtığı din adamlarının tanıttıkları, savundukları İslam ile gerçek İslam arasında dağlar kadar fark vardı. Türklerin babası, dünyaya hakim bir Osmanlı İmparatorluğumu çökmüş, parçalanmış haliyle buldu. Bu koca imparatorluğun çöküşüne de İslam'ın yanlış tanınması, yanlış yorumlanması neden olmuştu. Atatürk cehalete karşı savaştı, İslam'a karşı değil..."
Bir konuşmasında "Biz milliyetçiyiz ve dinimize saygılıyız" diyen Atatürk din ile ilgili görüşlerini aslında açık bir biçimde ortaya koymuştu: "Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur. Yalnız şurası var ki. din Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. Softa sınıfın din simsarlığına müsaade edilmemelidir. Dinden maddi menfaat temin edenler iğrenç kimselerdir, işte biz bu vaziyete karşıyız ve buna izin vermiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan insanlar saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizlerin asıl mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz bu kimselerdir. Hangi şey ki akla, mantığa, halkın menfaatine uygundur; biliniz ki, o bizim dinimize de uygundur. Eğer bizim dinimiz aklın mantığın uyduğu bir din olmasaydı, mükemmel olmazdı, son din olamazdı."
Mustafa Kemal, İslam dininin zamanla özünden uzaklaştığını, birçok yabancı öğenin -yorumlar ve boş inançlar olarak- işin içine girdiğini düşünüyordu. Çağdaş olmanın inançsızlıkla hiçbir ilgisi bulunmadığı kanısındaydı, ama bilerek, mantığını kullanarak inanmalıydı. Şöyle diyordu: "Türkler dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar. Bunun için Kuran Türkçe olmalıdır. Türk Kuran'ın arkasından koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor. Benim maksadım, arkasından koştuğu kitapta ne olduğunu Türk anlasın."
"Laiklik" ile ilgili bölümde anlattığımız gibi, Müslüman Türk halkı, Kuran'ı kendi dilinden okuyup anlama olanağına ancak laik cumhuriyet rejimi sayesinde kavuştu. Türkçe Ezan gene aynı ortamda gerçekleşti; ama çok partili siyasal sisteme geçildikten sonra, tutucu, Kemalizme karşı güçlere verilen bir ödün olarak ortadan kalktı.
Kemalizm, sırasıyla siyasal sistemi, hukuk sistemini, eğitim sistemini ve kültürü laikleştirdi. Bir İslam ülkesindeki ilk laik devlet böylece doğdu. Çok sayıdaki Müslüman ülke içinde tek çağdaş demokratik bir hukuk devletine sahip ülke Türkiye ise, bunun laiklikle bağlantısı olmadığını öne sürmek elbette ki olanaksızdır. Petrol gibi büyük ve kolay gelir kaynaklarına sahip olmadığı halde, Türkiye'nin Müslüman ülkeler içinde en sanayileşmişi, en ileri teknolojiye ve çağdaş ekonomiye sahip bulunanı oluşu da ayrıca düşündürücüdür!
Geri kalmış ülkelerin genellikle kıt olan kaynakları içinde en bol malzeme insandır. Üstelik diğer kaynakları harekete geçirebilecek güç de gene o insan öğesidir. Bu nedenle, geri kalmış ülke devrimleri, her şeyden önce insanı değiştirmeye, daha etkili daha bilinçli bir "yeni insan" yaratmaya yönelik, insanın düşünüş ve davranış biçimlerini değiştirmeye yönelik bir "kültür devrimi" olmak zorundadır. Geri kalmış ülke devrimcileri, bu yeni insanı yaratabildikleri ölçüde başarıya ulaşırlar.
Hiç kuşku yok ki, Mustafa Kemal, tarihin tanıdığı en cüretli, en büyük ve kapsamlı kültür devriminin baş mimarıdır. Dilde, dinde, hukukta, yazıda, giyside, eğitimde, tarihte yaptığı reformlar; bazıları bugün biçimsel görünse bile, inanılmaz boyuttaki bir kültür devriminin, bir bütün içinde çok anlamlı olan parçalarıdır. Osmanlı imparatorluğu içinde dili ve tarihi unutturulmuş, kendine güvenini yitirmiş bir halktan, çağdaş, başı dik, kendisiyle gurur duyan bir ulus yaratabilmiş olmanın ne büyük ve zor bir sonuç olduğunu bugün takdir edebilmek zordur.
Napolyon, "Süngülerle her şey yapılabilir, ama üzerine oturulamaz." diyor. Bunun sosyolojik anlamı açıktır. Hiçbir toplumsal hareket, dayandığı toplum kesimlerinin olanaklarını aşamaz. Her önder, ne kadar büyük olursa olsun belirli bir toplusal tabana dayanmak zorundadır ve dayandığı, dayanmak zorunda kaldığı o toplumsal tabanın gücünü ne ölçüde harekete geçirebilirse, o ölçüde başarılı sayılır.
Mustafa Kemal'in, birinci hedef olarak ulusal bağımsızlığı sağlayabilmek için dayanabileceği güçler belliydi: Asker-sivil bürokratlar, ulusal nitelikli, ama oldukça zayıf hu kentsoylu kesimi ve büyük toprak sahipleri. Bunun dışında güç alabileceği, örneğin bir işçi sınıfı yoktu, Ulusal bağımsızlık hareketini örgütleyip sonu gelmeyen savaşlardan yorgun düşmüş Anadolu köylüsünü harekete geçirirken bu sacayağına dayanmak zorundaydı. Topluma, yirminci yüzyılın sonlarında bile hiçbir İslam ülkesinin ele almaya cesaret edemediği dönüşümleri kabul ettirebildi. Ama örneğin sıra "toprak reformu"na geldiğinde, başaramadı. Çünkü geçmişte dayanmak zorunda kaldığı, hareketinin tabanında yer alan güçlerden biri de "toprak ağaları" idi. Kemalizmin başardıklarını ve başaramadıklarını, 1920'lerin Türkiyesinin toplumsal-ekonomik koşullarını ve içinde bulunduğu dünyanın özelliklerini göz önüne almadan yapılan bir değerlendirme bilimsel olamaz.
Fransız araştırmacı François Georgeon şunları yazıyor: "Kemalizm, Avrupa dışında güçlü yankılar uyandırdı. Bugün Üçüncü Dünya adını verdiğimiz, Latin Amerika'dan Uzakdoğu'ya kadar uzanan alanda, Türkiye'nin 1919'dan sonraki atılımı ve uygulanan reformlar çoğunlukla tutku dolu hir dikkatle izlendi. Bağımsızlığı kazanmak, ekonomik-sosyal kalkınmayı sağlamak için uygulanacak reçetelerle ilgili olarak Kemalizmden alınacak dersler araştırıldı."
İranlı muhaliflerden, Halkın Mücahitleri örgütünün önderi Mesut Racavi ise bir Türk gazetecisine şöyle diyor. "Ben istemez miyim İran da Türkiye gibi laik bir Müslümanlar ülkesi olsun? Ama benim ülkem sizinkinden yüzyıllarca geri kaldı. Bize Atatürk gibi bir önder lazımdı, Şah geldi. Siz çok şanslı bir ülkenin çocuğusunuz..."
***
Kemalizmin bir ideoloji olarak çerçevesini çizdik" ve Kemalist Devrim'in temel özelliklerine değindikten sonra, bazı soruları teker teker yanıtlamakta yarar var.
İlk soru, kavram ve o kavramların anlatılmasında kullanılan sözcüklerle ilgili: "Atatürkçülük" demek mi daha doğru, yoksa "Kemalizm" demek mi?
İdeolojiler, toplumsal gereksinmeleri karşılayan, o gereksinmeleri duyan kesimlerce benimsenmiş, kendi içlerinde tutarlı inanç sistemleridir. Sağcı ideolojiler daha çok duygulara, solcu ideolojiler ise akla seslenirler. Kemalizm de, akla ve insancıl değerlere dayalı, "çağdaş" bir toplum özlemine yanıt veren, geri kalmışlıktan kurtulma istencini yansıtan bir ideolojidir.
Oysa, Atatürkçülük dendiğinde -böyle bir ideolojik kavramdan çok- bir kişiye yönelik hayranlık çağrışımı öne çıkıyor. Adeta bir "putlaştırma" eğilimi yansıyor. Hele "Atatürkçülük" adına, Atatürk'ün isminin arkasına saklanılarak yapılanlar düşünülünce, "yıpratılmış" olan bu sözcükten vazgeçmek daha doğru gözüküyor.
Atatürkçülüğü, Atatürk'ün sağlığında -o günün koşularının gereği olarak- yaptıklarının "bekçiliği" biçiminde anlayanlar var. Bu Kemalizmin "tutucu" yorumudur ve "sürekli devrimci" özüne aykırıdır... Bir de -özellikle çok partili döneme geçtikten sonra- ülke yönetimine gelen ve Atatürk'e saygı duydukları halde Kemalizme "kısmen" karşı olanlar söz konusudur, işte "Atatürkçülük" sözcüğünün, bu iki kesimle ilgili olarak kullanılmasının daha doğru olduğunu söyleyebiliriz.
Kemalizm ise "ilerici" bir ideolojidir. Ne geçmişin bekçiliği ne de kalıplaşmış bir inanç sistemidir. Değişen koşullar içinde, sürekli ve akılcı bir yenilenmeyi ve o yenilenmenin ilkelerini içerir.
Yanıtlanması gereken ikinci soru da şu: Kemalizm için amaç "insan" mıdır, yoksa "devlet" mi? Kemalist devlet anlayışı "sivil toplum" özlemi ile çatışır mı, çatışmaz mı?
Faşizmin ve hatta komünizmin tersine, Kemalizm için "devlet" sadece bir "araç"tı. Kemalist devletçilik, bir ideolojik tercihin değil, toplumsal bir zorunluluğun ürünü idi. Ne burjuva sınıfı ne de sömürgeleri olan bir toplumda, altyapıyı da temel sanayii de devlet kurdu. Bunu yaparken de, birkaç kuşağın emekçilerini, -Batı'daki gibi- ezmedi. Tersine, Batı'da "kan"la elde edilen hakları, kitlelere "ciddi bir istem" bile olmadan verdi.
Anadolu Ajansı bir "devlet dairesi" olarak değil de bir anonim ortaklık olarak kurulduğunda, yıl 1925'ti. Anaparanın tümünü devlet koyduğu halde, payların yarısı çalışanlara verilmişti. Daha sonra Türkiye'de ilk radyoyu da kuracak olan Telgraf Telefon Anonim Şirketi 1927 yılında oluşturulduğunda, tüm payları özel kişilerindi, İş Bankası bir "özel girişim" örneği olarak kuruldu ve Atatürk de paydaşları arasında yer aldı.
Mustafa Kemal, çok önem verdiği Türk Dil ve Tarih Kurumları için önerilen devletçi modelleri geri çevirmişti. Hatta Fransız Akademisi modelini bile uygun bulmamıştı. Birer dernek olarak yapılanmalarını sağlamakla yetinmedi; parasal açıdan da, devletten ve geleceğin siyasal iktidarlarından bağımsız kılmak için, onları kendi "mirasçıları" olarak belirledi.
Bütün dünyada katılımcı demokrasinin, özerk kurumların moda olduğu bir dönemde mi yapıldı bunlar?
Tam tersine... Her şeyin devletin içinde olduğu, aile dahil hiçbir kurumun devlet denetimi dışında kalamadığı, faşizmin ve komünizmin yükselme döneminde ve bu yöndeki telkinlere karşın yapıldı! Atatürk'ten 27 Mayıs Anayasasına, Türkiye'ye bağımsız ve demokratik kurum anlayışını Kemalistler getirdiler. Daha dünyada "sivil toplum" anlayışının bulunmadığı bir dönemde, son derece yoksul ve eğitimsiz bir toplumda, baskıcı geleneklere karşın, geleceğin "sivil toplum"unun tohumları birer birer atıldı.
Oysa aynı dönemde, Max Weber bile demokrasiyi şöyle tanımlıyordu: "Demokraside, halk güvendiği bir önder seçer. Seçilen önder 'Şimdi sesinizi kesin ve bana itaat edin' der. Artık halk ve parti onun işine karışamazlar."
Tüm yurdu bir ağ gibi saran halkevleri ve halkodaları, oldukça bağımsız ve demokratik bir yapıya sahiptiler. Köy Enstitüleri, bugünün yükseköğretim kurumlarında bile olmayan "katılımcı" ve demokratik bir ortam yaratmıştı. TRT'den üniversiteye kadar özerkliğin savunuculuğunu, hep Kemalizm geleneğini sürdürenler yaptılar. Eli sopalı devlet özlemi ile askersel yönetim dönemlerini değerlendirmeye çalışanlar ise hep Kemalizm karşıtlarıydı.
Bir başka önemli soru da, Kemalizm ve demokrasi ile ilgili: Bazılarının öne sürdüğü gibi, gerçekten de Kemalizmin içinde "demokrasi" yok mu? Atatürk gerçek bir diktatör müydü?
Ünlü siyaset bilimci Maurice Duverger'nin Kemalist "tek parti" yönetimini özenle incelediğini biliyoruz. Duverger, bu yönetim biçiminin, mutlak baskı rejiminden ulus egemenliğine geçişi sağlamak, demokratik rejimin gerektirdiği ortam ve koşulları hazırlamak ve sonunda tam bir demokrasiyi gerçekleştirmek amacına yöneldiği görüşündedir. Kemalizmin, demokrasi geleneği bulunmayan gelişmekte olan ülkeler için, demokrasiye hazırlanma ve geçiş yolunda "en uygun ideoloji" olduğunu savunmaktadır.
Aslında, tarihsel olgular ve olaylar, ancak dönemlerinin koşulları içinde değerlendirildiğinde bir anlam taşırlar. Belirli bir anda belirli bir toplumdaki yönetim biçimi de ancak iki türlü değerlendirilebilir: Ya aynı toplumda daha önce var olan yönetim biçimi ile karşılaştırarak, ya da aynı dönemde benzer koşullara sahip olan başka toplumların yönetim biçimleriyle karşılaştırarak... Her iki yaklaşımda da, Kemalist Türkiye'nin "oldukça demokratik" sayılması gerektiği açıktır. Atatürk yönetiminin, kendisinden önceki Osmanlı rejiminden de, aynı dönemde ya da daha sonraları var olan -benzer koşullardaki- geri kalmış ülke rejimlerinden de "çok daha demokratik" olduğu tartışma bile götürmez.
Tarihçi Sina Akşin -alışılmışın dışına çıkarak- bir başka yaklaşım deniyor. Kemalist "tek parti" yönetimini, aynı dönemin Avrupa ülkelerinin yönetimleriyle karşılaştırıyor. Vardığı sonuç şudur:
"Bugün demokrasimiz, Atatürk döneminin attığı, İnönü döneminin pekiştirdiği sağlam temeller sayesinde, Atatürk döneminden çok daha ilerdedir. Atatürk dönemine göre bugün daha demokratız; ama Atatürk döneminde Avrupa ortalamasından daha ileriyken, 1945'ten beri o ortalamanın gerisindeyiz. Mutlak olarak ilerledik, ama Avrupa'ya göre geriledik." (1945'lerden sonra Türkiye'de siyasal iktidara gelenler, çoğunlukla Atatürk'e saygılı, ama Kemalizme "kısmen" karşı olanlardı!)
Mustafa Kemal, halk tarafından seçilmeyi ve "başkanlık sistemi"ni niçin istemedi? TBMM Genel Kurulu, cumhurbaşkanlığı süresinin 7 yıl olmasını, Mustafa Kemal'in Meclisi dağıtma yetkisine sahip kılınmasını ve başkomutanlık yetkisi taşımasını acaba nasıl reddetti?
Hitler döneminin Almanya ve Avusturyasını terk eden 142 bilim adamı, niçin Batı'nın gelişmiş ve varlıklı ülkeleri dururken, Türkiye'ye gelmeyi tercih etti? Birçoğu dünya çapında olan bu solcu ya da Yahudi bilim adamlarını, güç koşullar içindeki bir geri kalmış ülkede on yılı aşkın süre hizmet etmeye iten gerekçe acaba neydi?
Atatürk -resmi ya da özel- hiçbir dış geziye çıkmadığı halde, dünyanın birçok önde gelen devlel adamları, yoksul bir ülkenin devlet başkanını ziyaret etmek için sanki sıraya girmişlerdi, İngiliz kralından İsveç veliahtına, Fransız başbakanına kadar, Atatürk'e ve Kemalist Türkiye'ye gösterilen bu ilgi anlamlıydı.
1920'lerde "eski dünya"da Avrupalı olmayan ve bağımsız kalabilmiş dört ülke bulunuyordu. Ama Türkiye dışında kalan Çin, Habeşistan ve İran zaman içinde istilaya uğradılar. Mussolini'nin bir demeci, bu ortamda Türkiye'de tedirginlik yaratmıştı. Bunun üzerine Mussolini, Türk büyükelçisine hemen şu mesajı verdi: "Türkiye bu kapsamın dışındadır. Zira bir Avrupa ülkesidir."
60 yıl öncesinin Türkiyesi, İtalyan diktatörünün bu düzeltmeyi yapmak gereğini duyduğu koşullarda, acaba niçin bugünkünden daha Avrupalı sayılıyordu?
Atatürk'ün sağlığında yaptıkları, yapabildikleriydi. Yani o günkü Türkiye ve dünya koşullarının elvermesi ölçüsünde, düşündüklerini gerçekleştirme olanağı bulabilmişti. Kemalizmi tüm boyutlarıyla kavrayabilmek için, sadece Atatürk'ün yapmış olduklarını değerlendirmekle yetinemeyiz; neler yapmak istediğini, toplumu nereye götürmeyi amaçladığını da incelememiz gerekir.
Mustafa Kemal'in demokrasi konusundaki düşünceleri açısından en zengin kaynak, kendi yazdığı ve 1930'lardan başlayarak yeni kuşaklara da okutulan "Yurttaşlık Bilgileri" kitabıdır. Bu kitapta, nasıl bir demokrasi hedeflendiği açıkça belirtiliyor: "Türkiye Cumhuriyeti, demokrasi temeline dayalı bir devlettir. Demokrasi ise, temelde siyasal içeriklidir, düşünseldir, bireycidir, eşitlikçidir."
Atatürk bu kitapta, bütün yurttaşların "eşit siyasal haklar"a sahip olmaları gerektiğini ve "katılma hakkı"nı özellikle vurguluyor. Bunları sağlamayı devletin görevi sayıyor. İnsanların düşüncelerini serbestçe söyleyebilmek ve yayınlamak haklarını savunuyor. "Toplantı yapma" ve "basın özgürlüğü" üzerinde özellikle duruyor. Ve şöyle diyor:
"Ulusal egemenlik temeline dayalı temsili bir hükümette kamuoyu büyük rol oynar. Basın yayın ve toplantı özgürlükleri olmadan ve kamuya ilişkin işler hakkında geniş bir eleştiri ortamı bırakılmadan kamuoyu görevini yerine getiremez. Bu ortam sürekli açık tutulmalı ve sürekli, çeşitli ve değişik düşüncelerle beslenmelidir. Bu ise basın yayının çalışması ve kamu yararının her gün yeniden yeniye tartışılmasıyla olur... Basın yayının tam ve geniş bir özgürlüğe sahip olması ve bunun doğru yolda kullanılması konusunun ne denli ince ve hassas bir konu olduğu açıktır... Basın yayın özgürlüğünden ortaya çıkabilecek olumsuzlukları ortadan kaldıracak etkin yol, kesinlikle geçmişte olduğu gibi basın yayın özgürlüğünü kısıtlama yolu değildir. Basın yayın özgürlüğünden doğacak olan sakıncaların ortadan kaldırılması yolu, yine doğrudan doğruya basın yayınn özgürlüğüdür."
Atatürk, "vicdan özgürlüğü"nü de, "düşünce özgürlüğü"nün bir parçası olarak görüyor ve sınırlarını şöyle çiziyordu: "Her bir birey, istediğini düşünme, istediğine inanma, kendine göre bir siyasal düşünceye sahip olma, inandığı dinin gereklerini yerine getirme ya da getirmeme hak ve özgürlüğüne sahiptir. Hiç kimsenin düşünce ve vicdanına baskı yapılamaz. Vicdan özgürlüğü, kişinin mutlak ve karışılmaz haklarının en önemlilerinden biri olarak tanınmalıdır."
Tarih boyunca bütün devrimler "kanlı" olmuştur. Ama insanlık tarihinin rastladığı en "köklü" en "cüretli" devrimlerden birisi olan Kemalist Devrim, inanılmayacak ölçüde az kan dökülerek gerçekleştirilmiştir. Bunun iki nedeni olduğunu söyleyebiliriz: Birinci neden, Mustafa Kemal'in -hemen tüm umutların tükenmiş olduğu bir noktada- ulusal bağımsızlığı sağlarken kazandığı "büyük" saygınlıktır. İkinci neden ise; demokratik, iyimser, doğruların anlatılarak insanların kazanılabileceğine inanan bir düşünce yapısına sahip olmasıdır.
"Saltanat" kaldırılırken, bazı dirençleri kırabilmek için "tehdit" edici konuşmalar yapmıştır. Devrime yönelik bazı hareketleri "şiddet"e başvurarak bastırmıştır. Ama bu yöntemleri hiçbir zaman "doğal" ve "geçerli" sayma kolaycılığına kapılmamıştır. Ancak "çok zorunluluk" olduğunda başvurmuş ve bunu da açıktan söylemek gereğini duymuştur. Doğruluğuna inandığı yöntemin ne olduğu ise, şu tümcelerde dile gelmiştir:
"Düşünce akımlarına karşı düşünceye dayanmayan güçle karşılık vermek, o akımı yok etmedikten başka; herhangi bir kişiyle, herhangi bir insanla konuşulduğu zaman, onun herhangi bir düşüncesini güç zoruyla reddederseniz o direnir. Direndihçe kendi kendini aldatmakta daha çok ileri gidebilir. Bu nedenle düşünce akımları, baskıyla, şiddetle, kuvvetle reddedilemez. Tam tersine güçlendirilir. Buna karşı en etkin çözüm, gelen düşünce akımına, karşı bir düşünce akımı vermektir."
"Atatürk diktatör müydü?" sorusunun yanıtını, kendisi ölümünden üç yıl önce vermişti: "Ben diktatör değilim! Benim gücüm olduğunu söylüyorlar. Evet, bu doğrudur. Benim isteyip de yapamayacağım hiçbir şey yoktur. Çünkü ben zoraki ve insafsızca davranmak bilmem. Bence diktatör ötekilerin iradesini ezen kimsedir. Ben, gönülleri kırarak değil, gönülleri kazanarak hükmetmek isterim."
Kemalizmi gereği gibi değerlendirebilmek için, oluştuğu ortamı iyi bilmek ve gözden uzak tutmamak gerekir. O ortamı Şevket Süreyya Aydemir güzel özetliyor:
"Toplum hayatı, bir ilkçağ ilkelliği içindeydi. Türk milleti perişanlığın, fakirliğin, çaresizliğin en ilkel düzeylerinde yaşıyordu. Halk cahildi, bakımsızdı, sefildi. Memleket yolsuz, işsiz, asayişsiz bir düzensizlik içinde bunalıyordu. Sonu gelmez savaşlar, İstiklal Savaşı'nda olduğu gibi millet için, millet yararına da yapılmamıştı. Yüzyıllarca Anadolu ve Rumeli halkı, bizden olmayan, bizim olmayan yabancı ve uzak ülkelerde boş yere eritilmiş, gitmişti. Tarım en ilkel bir sürünüş gibiydi. Sanayi yoktu. Derebeylik, ayan, eşraf, mütegallibe nizamı alabildiğine köklüydü. Şeyhlik, müritlik, hacılık, hocalık, efsunculuk yaygındı. Tekkeler, zaviyeler çöküntü halinde, fakat ayaktaydı. Dağları eşkıya sarmıştı. Bu bel vermiş yapının ve ilkel hayatın yeni bir düzene yönelişi için, Gazi Mustafa Kemalin şahsiyetinden başka bir ümit yoktu."
Toplum, Batı'da çağdaşlaşmanın itici gücünü oluşturan iki temel sınıftan da yoksundu: Ne gerçek anlamıyla bir kentsoylu (burjuvazi) sınıfı vardı, ne de örgütlü bir işçi sınıfı. Dışarı ile ilişki içerisinde ticaret yaşamında etkili olan kesim ise, daha çok Müslüman olmayan azınlıklardandı. Ve işgalci güçlerle işbirliği yaptıkları için, Kurtuluş Savaşı'nın sonunda çoğunluğu ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştı.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Mustafa Kemal'in önce bağımsızlığı sağlamak, sonra da çağdaş bir toplum yaratmak için dayanabileceği güçler belliydi: Öncelikle sivil ve asker bürokrasi (yani subaylar ve memurlar), bir ölçüde de, ulusal nitelikli küçük tüccar ile büyük toprak sahipleri. Ordu'nun zaten varoluş nedeni bağımsızlıktır. Osmanlı'nın "çöküş" döneminde çağa ilk açılan kurum olmak zorunda kaldığı ve neredeyse "örgütlü" tek gücü oluşturduğu için, "başlangıçta" Kemalist Devrim'in en büyük desteği olması kaçınılmazdı. Ama Atatürk "askeri" bir sistem kurmak niyetinde değildi. Daha gencecik bir subay iken, İttihat ve Terakki'nin ünlü Selanik Kongresi'nde, "ya üniformamzı bırakın ya da siyaseti" diye haykırmıştı. Kurduğu devlette orduyu siyaset dışında tutmak için bilinçli bir tutum izledi. Kralların ve sivil cumhurbaşkanlarının bile törenlerde üniforma giydikleri bir dönemde, iki istisna dışında, savaş meydanlarında kazanmış olduğu mareşal üniformasını bile taşımadı. Halkın karşısına hep Sivil çıkmaya özen gösterdi.
Bir toplumsal hareketin ya da o hareketi yönlendirenin başarısını, hareketin "toplumsal tabanı"nın özelliklerine bakarak ölçmek gerektiğini daha önce de vurgulamıştık. Kemalizmin, dayanmak zorunda kaldığı toplumsal tabanın olanaklarını çok aşan noktalara kadar ulaşabildiğini kabul etmek, tarihsel gerçeklere saygının bir gereğidir. Ama 1990'larda Kemalist olabilmek, 1920'lerde var olmayan, ama Kemalist Devrim sayesinde ortaya çıkan yeni "ilerici" güçleri harekete geçirebilmekle olanaklıdır. Kemalizmin "sürekli devrimcilik" özü budur.
Kemalist Devrim'in karşısına, tutucu güçlerin çıkması kaçınılmazdı. Birinci TBMM'de bile, sayıları 120'ye varan bir "muhalefet" grubu vardı. Örneğin, sıtma ve frengi ile savaş yasası çıkarılırken, "hastalığın mikroplar yüzünden değil Allah'ın takdiriyle oluştuğu"nu savunuyorlardı. Genç Cumhuriyet daha sonra Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka deneyimlerini yaşadı. Çoğulcu demokrasi için koşulların "en alt" düzeyde bile hazır olmadığı açıktı.
Gerçi "tek parti"nin içinde ideolojik bir çoğulculuğa izin veriliyordu. (Bu diğer tek parti örneklerinde "düşünülmesi" bile olanaksız bir durumdu.) Altı Ok'un bir ilkesi de "devletçilik" olduğu halde, Celal Bayar ve arkadaşları parti içinde açıktan "liberalizm" yanlısı tutum takınıyor ve önemli görevlere gelebiliyorlardı. Ama Atatürk bunu da yeterli görmeyerek, TBMM'ye "bağımsız" milletvekillerinin de girebilmesini ve grup oluşturmasını sağladı. Yasal "muhalefet" in yararına ve hatta zorunluğuna kesinlikle inanıyordu.
Atatürk'ün başlattığı, toplumu ve siyasal yaşamı demokratikleştirme sürecinin önemli bir aşamasını tamamlayarak "tek parti"li döneme son veren İsmet İnönü, daha ileriki yıllarda şöyle diyecekti: "Atatürk'ü devlet idaresinde, istiklalci, cumhuriyetçi ve demokratik rejimci olarak tarif etmek lazımdır... Eğer sağlığı müsaade etseydi, belki de İkinci Dünya Savası'ndan önce bile, gene bizzat Atatürk, eserini tamamlayacaktı."
Sonsöz olarak şunu söyleyebiliriz: Kemalizm, akla ve bilime, gerçekçiliğe, insancıllığa, özgürlüğe ve sürekli devrimciliğe dayalı bir "çağdaşlaşma ideolojisi"dir.
Prof. Dr. Ahmet Taner KIŞLALI