Kendi Yurdunda Yabancı Olmak veya Sıkıysa At Taşı
Siz hiç gurbet elde yaşadınız mı? Bırakın yabancı bir ülkede yaşamayı, kendi memleketinizden uzağa, çalışmak için gurbete gittiniz mi?
Siz hiç vatandan uzak olma nedir bilir misiniz? El memleketinde ikinci sınıf insan olma. El memleketinin diliyle konuşma, onların kilise çanlarının sesi altında Pazar gününü geçirme…
Seni bir böcek gibi inceleyen, küçümseyen bakışların karşısında şurada olacağıma ölseydim daha iyi dediniz mi hiç? Renginiz, saçınız, gözünüz başka diye ayrım yapıldı mı size?
Sabah ezanlarına hasret kaldınız mı? Sular çağlar gibi konuştuğunuz anadilinizden ayrı düştünüz mü? Kafanıza tokmak gibi vuran, ağzınızı gönlünüzü başka türlü yapan, dinlerken kulaklarınızı tırmalayan, size bir diken gibi batan ellerin dilini dinlemeye mecbur edildiniz mi? O dili öğrenmeye, o dilden okumaya, yazmaya?..
Ben edildim. Ben bütün bu dediklerimi yaşadım.
Benim dilimi konuşan bir insanın sesine, benim gözümle bakan memleketli gözüne hasret kaldım yıllarca… Mustafa Kemal’in bağımsızlık ruhunu içinde taşıyan, yedi düveli dize getiren, sömürgecilere dur diyebilen, Türklük bilincinin, Türk milletinden olma güzelliğinin ayırdında olan, yüreği Yunus gibi atan, dili Karacoğlan gibi şakıyan, Mevlâna gibi hoşgörülü olan, Pîr Sultan Abdal gibi hakkını arayan, direnişi gönlünde olan, elleri nasırlı, cefakâr, sabırlı, çalışkan, gözlerinin içi gülen insanımızın özlemini duydum el memleketlerinde, kendi insanlarımızı aradım… Tanıdıklarımı, akrabalarımı, anamı babamı, kardeşimi…
Kendi dilimden bir kelime olsun duymak için başıboş sokaklarda dolaştım. Kendi vatandaşımın bir selâm sözünü, günaydın sözünü, hoşcakalın, Allahaısmarladık sözünü duymayı, n’aber demeyi, hal hatır sormayı, ayak üstü lâfa dalmayı özledim. Çocuğunu yavrum diye çağıran Türk anasının, binlerce yıl öteden gelen acılı, dertli sesini, çocuğunu terbiyeli olsun diye severken azarlayan, paylayan, severken döven, çoğu kez de severken onu iyice bir şımartan analarımızın sesini duymaya yıllarca hasret kaldım…
Çocuklarıma sabahları evde radyodan bir türkü dinletemedim. “Yurttan Sesler”in güzelliğini gösteremedim…Bir memleket havasıyla ağlatamadım…
Sabahları and içiremedim memleketimin evlâtlarına. “Türküm doğruyum dedirtemedim. Bu andı ders gibi öğrettim yalnızca. Ders gibi sözlerini ezberlettim. İstiklâl Marşını okul kapısında söyletemedim. Kapısında bayrağımız dalgalanan okullarda çalışamadım.
Suç işlermiş gibi gizli gizli öğrettim Atatürk’ümü…İngiliz’in, Fransız’ın, Rus’un ve de Yunan’ın Kurtuluş Savaşında ve öncesinde yaptığı inanılmaz katliamları, bunların vatanımızdaki cinayetlerini…O dönemdeki Alman’ın gizli emellerini…
Bizim öğretmenlerimiz bile ayıplarlardı, burada çalışan, buraya adapte olan, buraları benimseyen, buranın kültürüne hizmet etmeyi amaç edinenler…
“Ne o? Durup dinlenmeden hep Atatürk öğretilir mi elin memleketinde?” diye kınarlardı bizi. Geri kafalı kalmışız, çağdışı metotlarla öğretim yapıyormuşuz diye…
Öğrettiğimi çoğu kez sınıf defterlerine yazamadım.Sömürgeci ülkelerin çıkarlarına ters düşen vatan sevgisini, Türkçe sevgisini çoğu kez saklı saklı, çekinerek verdim öğrencilerime, onların yabancı kültürde erimeleri istendiği halde... Belli etmeden savaşım verdim, kurtarmaya çalıştım çocuklarımızı eriyip yokolmaktan…
Vatanıma bağlamaya uğraştım.
Bölücü ırkçı tuzaklara düşenlere bile acıyarak yaklaştım. Sabırla doğruları anlattım…
En zoru da, şuydu: İşverenin yabancı olması.
Türkiye’de doğup büyüyenler, Türkiye’nin okullarında okuyanlar, Atatürk’ün okullarında adam olanlar, sözüm size. Gençliğe değil, kendi kuşağımın insanlarına soruyorum:
Bir yabancı işvereniniz oldu mu sizin çalışırken? Bir yabancının dediklerini yaptınız mı? Bir yabancı ülkenin yasalarına uydunuz mu? Polisinden askerinden korktunuz mu? El kapılarında kazandınız mı ekmek paranızı?
Yabancı hayatların içinde kaldınız mı? Yabancı bakışlar yaraladı mı sizi?
Şimdi diyeceksiniz,“Oho…memleketimizde bizden bir yer kaldı mı ki? Şimdi hepimiz el olduk kendi yurdumuzda…Türkiyemiz’de…Yaban ellere gitmeye ne hacet?”
Tarlalar tapanlar gâvura geçti çoktan…Fabrika onların, işçisi biz.
Para musluğunu tutan onlar…Taşeronluk yapan biz.
Hamal biz, sırtına yük vurulan, horlanan biz…
Üreten onlar, tüketen biz…
Yaşayan onlar bizim memleketimizde, sürünen, hizmet eden biz…
Biz de artık Atatürk’ten söz edemiyoruz okullarda korkmadan. Türküm diyemiyoruz göğsümüzü gere gere…
Sabahları çocuklarımıza okuttuğumuz “Andımız’dan” rahatsız olan kansızlar var aramızda. Bu Cumhuriyeti kuran güce, atalarımıza ihanet edenler var…İşbirlikçiler var…
Okullarda ders yaptığımız dil İngiliz dili. Bizim dilimiz değil, elin çirkin dili… Hayata bakışımız elin bakışı, âdetlerimiz gâvurun âdetleri gibi son sekiz- dokuz yıldır…
Gülen, oynaşan, gününü gün eden onlar, bir lokmaya muhtaç bırakılan biz…
Özyurdunda yabancı gibi hırpalanan, parya muamelesi gören, vatan için öldüğünde bile hiçbir değeri olmayan yine biz…
Aslında bu günler en iyi günlerimiz…Yarın bu günleri de arayacağız…Kendi ülkemizde, kendimiz, yabancı olacağız!
Basın yayınımız çoktan oldu yabancı.
Amerika’da yedi kişiyi öldüren Amerikan canisinin haberi gazetelerimizde, haberlerimizde baş sırayı alıyor da, PKK’lı gözü dönmüş katillerin şehid ettiği Mehmetçik görmezden geliniyor…
Askerim izinle evine üç beş günlüğüne gidecek. Cebinde yol parası yok. Otostop yapmaya, yani bulduğu vasıtayı durdurarak gitmeye kalkıyor, gece yarısı yol kenarında beklerken, bir motosikletli alıyor garibimi altına. Gazeteler önceki gün, yazdılar:
“Askerin trajik sonu. Cesedi yolda kaldı.”
Adresini bulup evine telefon ediyor Jandarma:
“Gelin oğlunuzun cenazesini alın götürün!”
Baba çaresiz. Baba fıkara, üç kuruşa muhtaç edilmiş bu devirde. Bu dinci geçinen dinsizlerin döneminde.
Demek ki tarikatların kucağına da oturmamış bu gururlu insanlar. Hür kalabilmişler en azından başları dik, sesleri sert. Baba, acılı sesiyle kükrüyor:
“Gelemem, cenazeyi de alamam, ya Askeriye alsın getirsin, ya da bulduğunuz yere gömün. Paramız yok, onu gidip alıp getirmeye gücümüz yok! Oğlum zaten askere de böyle gitmişti. Yoldan geçen arabaları durdurarak İzmir’e gitmiş, birliğine teslim olmuştu.”
Askerimizin bazısı böyle yokluktan, yoksulluktan, bazısı da eli kanlı hainlerin yola koyduğu mayınından, pusu kurup arkadan vurmasından can veriyor…
Kimsesiz kuşlar gibi göçüyorlar öz vatanlarından sonsuzluğa…
Meclisi dolduracak, hainler, aymazlar, bilmezler, bilip de susan, dilsiz şeytanlar…
CHP, engelli bir kadını vekil yapmış, duyarlılığını gösterecek ya…Ne insancıl diyecekler ya bu Habur avukatlarını, İmralı canisini övenleri bile yönetimine yerleştiren, Türk Milleti düşmanlarının diliyle konuşan Binnazları, Tanrıkullarını kucaklayan, konuşturan, onları içine alabilen muhalefetin büyük partisine…
Bu hanımın ilk icraatı, ilk teklifi ne olmuş biliyor musunuz? Bir şehidin, üç ağır yaralı askerimizin haberinin geldiği gün, bir gün önce iki sivil askerimizin sırtından sokakta vurulduğu gün…Piyade uzman Onbaşı Hüseyin Gözübüyük’ün şehit olduğu haberinin gazetelerde yer bulamadığı, tek satırla geçiştirildiği, bir iki saat içinde de yayından kaldırıldığı gün…Yani dün.
Şunu istemiş:
“Meclis bahçesine kablumbağa ve tavuskuşları getirilsin, salınsın. Bunu Meclis Başkanlığına bildirdim. Olumlu baktılar…”
Diğerleri de yemin krizleriyle uğraşıyorlar. Milliyetçi partimiz ( MHP) iktidar partisinin anayasa değiştirmelerine yardımcı olacakmış, çağrılarını olumlu bulmuşlarmış…
Menemen’de ayaklanan yobazlarca Kubilây’ın başının kesilmesi, gazeteci Hasan Tahsin’in İzmir’de İzmir’i işgale gelen Yunan tarafından kurşunlanarak öldürülmesi tarihimizin dönüm taşlarıdır…
Bu haftaki şehitlerimiz de, özellikle “sokakta iki şehit,” eminim, böyle bir dönüm noktasını simgeleyecektir tarihimizde.
Mayın patlatılarak parçalanmak çok çok acı...İki askerimiz geçen hafta böyle havaya uçuruldular. Vücut parçaları 200 metrekarelik bir alandan toplatılmış. Bir diğer askerimiz daha mayınla öldü. Yine dün bir askerimizin ayak parmakları koptu mayından. Yürüyemeyecek genç adam, koltuk değnekleriyle sürecek yaşamı bundan böyle…
Ölümlerin en korkuncu ise, bilirsiniz, arkadan kahpece vurulmaktır… Yola yerleştirilen bombayla, evine, işine, kışlana giderken canını vermektir...
Bu kahpelerle vuruşurken, onları inlerinde kıstırdığında, hiç olmazsa elinde vatanını koruma ve onu savunma silâhın varken, saldıran hainle vuruşurken, bir hain kurşunla şehit olmak belki en teselli vereni...Haine haddini bildirirken hayatını kaybetmek...En azından arkadaşların senin kanını yerde koymazlar o zaman...Kudurmuş vatansızlara, satılmış düşman uşaklarına hadlerini bildirirler...
Peki böyle sırtından vurulmaya ne diyeceksiniz?
Sivil giyinmiş iki genç asker vurulmuş sırtından yerde yatıyordu.
Destanını yazdım iki gözüm iki çeşme. Üç gün kendime gelemedim…Bu destanımı pek çok kişi paylaşmış, öyle diyorlar, demek ki duygulara tercüman olmuşum. Yüreklerden kopup gelen çığlıkların sesi olabilmişim bir kırıntıcıkta olsa…
(Şehidimin Destanı: http://www.guncelmeydan.com/pano/sokakta-iki-sehit-sehidimin-destani-t28797.html)
Siz duydunuz mu bilmem ama ben hiçbir siyasetçiden bu konuda söz duymadım.
Ortaya çıkıp bangır bangır bağırarak bu olayı kınama, lânetleme duymadım.
Sanki o genç bedenlerde ülkem yerde yatıyordu. Sırtımızdan hançerlenmiştik hepimiz... İmralı canisinin yandaşları bunlardan bile utanmadılar. Seslerini bir parça olsun kısmadılar...
Ahmet Türk, “Kürdistan Meclisini halkımızla birlikte kuracağız.” demiş. Başcani, bebek katili teröristbaşı, “Barış Konseyi kurulsun, Anayasa yapılsın, önce gidin şu yemini bir edin”, demiş…
Yattığı yerden konuşturulan bu bebek katili bölücübaşı, savaş kazanan bir ordu komutanı edasıyla buyurmuş!
Biliyor gün onların günü. Arkalarında Mustafa Kemal’in ve silah arkadaşlarının Türk Milletiyle birlikte yere serdiği ama emellerinden bir an bile vazgeçmeyen, eli ve gözü kanlı, parası kanlı küresel güçler var…
Siirt seçimleri mucidi, kasetli Baykal’da aynen böyle, yemin edin demiş partisine…
Bunları gazetelerimiz şıkır şıkır göbek atarak veriyorlar. Cani, emirlerini bildiriyor. Sayfa sayfa yazıyorlar.
Milli Eğitime, Cumhuriyet dönemi bitti diyen getiriliyor da, sadece karından konuşularak, eveleme geveleme şeklinde itiraz edilebiliyor.
Sokakta vurulan şehidimizin cenazesine katılan koskoca General ağlamış.
Bu sabah itibariyle de, dün Balyoz tertibi ile önce gözaltına alınıp sonra mahkemeye sevkedilen altı generalden beşi tutuklanmış…
Sözün bittiği yerdeyiz…
Can Yücel’in bir çevirisini buldum dün, beşinci yüzyılda yazılmış bir şiirmiş.
Aslında dünyada o günlerden bu yana pek bir şey değişmemiş.
Türk Milleti’nin yüz yıl önce başlattığı varoluş mücadelesiyle kazandığı bağımsızlığı, Cumhuriyeti, kimliği, kültürü, dili, dini, geleceği işte yine tehlikede.
Şairin dediği gibi:
DİLEM
Köpek var taş yok
Taş var köpek yok
Taş var köpek var
Ama kralın köpek
Sıkıysa at taşı
Feza Tiryaki, 9 Temmuz 2011