Kıbrıs ve Avrupa Birliği (1-2) / Metin AYDOĞAN

Kıbrıs ve Avrupa Birliği (1-2) / Metin AYDOĞAN

İletigönderen Oğuz Kağan » Prş Şub 12, 2015 15:42

Kıbrıs ve Avrupa Birliği -1

Kıbrıs konusunun geldiği noktayı anlamak ve gideceği yönü görmek için konuyu geçmişiyle ele almak, günümüz koşullarını görmek ve bu bütünlük içinde yorumlamak gerekir. Türklerin, Balkanlardan ve Ege adalarından Anadolu’ya çekilmesi, Kurtuluş Savaşı’yla kurulan Cumhuriyet’in temel yaklaşımları, İkinci Dünya Savaşı sonrası politikaları, AB süreci ve ekonomik çöküntü göz önüne getirildiğinde karşımıza ürkütücü bir tablo çıkmaktadır. “Tarih tekerrür eder” özdeyişi tarihten ders alanlar için doğru değildir. Ancak, tarihten ders almayanlar ve ulusal bilincini yitirenler için “tarih tekerrür” eder. Girit’i bilmeyen Kıbrıs’ı kavrayamaz, Kurtuluş Savaşı’nı anlamayan bağımsızlığın önemini bilemez; bu nedenle de her zaman yitiren yan olur. Batının çözümlerini kurtuluş gibi görmek, ulusal hakları yitirmeyi peşin olarak kabul etmekten başka bir anlama gelmez.

Girit’i Anımsamak

Türkler, Kıbrıs’tan 98 yıl sonra 1669’da Girit’i ele geçirdi. O güne dek Girit’i elinde bulunduran Venedikliler Kıbrıs’ta olduğu gibi Hıristiyan halka o denli baskı uygulamışlardı ki Osmanlı yönetimi, tarihin her döneminde istilaya uğrayan Giritliler için adeta bir kurtuluş olmuştu. Girit halkı, kendilerine geniş haklar tanıyan Türk yönetimi altında tam 152 yıl boyunca, tarihlerinin en verimli dönemini yaşadı.

1821 yılında Yunanistan’da (Mora) başlayan ve Batılı büyük devletlerin desteklediği milliyetçi ayaklanmalar etkisini Girit’te de göstermekte gecikmedi ve Girit yeniden karışıklıklar ve acılarla dolu yeni bir çatışma dönemine girdi.

Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa 1822 ayaklanmasını bastırdı. Ancak Giritli Rumlar adanın, Osmanlı İmparatorluğu’ndan o yıl kopmuş olan Yunanistan Krallığı’na bağlanması için 1830 yılında yeniden ayaklandı. Bu ayaklanma ve 11 yıl sonraki 1841 ayaklanması, Osmanlı Devleti tarafından bastırıldı.

Rumlar 1866 yılında yeniden ayaklandılar ve Girit’in Yunanistan’a katıldığını ilan ettiler. Ayaklanma bir süre bastırılamadı. Ancak yüksek yetkilerle adaya gönderilen Serdarı Ekrem Ömer Paşa başarılı oldu ve isyanı denetim altına almaya başladı. Tam isyan bastırılmak üzereyken Batılı büyük devletler devreye girdiler ve Osmanlı İmparatorluğu’na bir nota vererek Girit’te uluslararası bir komisyonun kurulmasını istediler. İstek kabul edilmedi ve adaya olağanüstü yetkilerle Sadrazam Ali Paşa gönderildi.

Girit Nizamnamesi

Batılıların notası kabul edilmemişti ancak Sadrazam Ali Paşa’nın Girit’in yeni yönetim yapısını belirleyen ve adına Girit Nizamnamesi (1868) adı verilen kararlarıyla, ada Rumlarına Batılıların vereceği haklardan belki de daha çoğu verilmişti. Girit, aynı bugünkü Kıbrıs gibi “görüşmeler”, “tartışmalar” ve “ödünlerle” dolu ve sonuçta adadaki Türk varlığını ortadan kaldıracak bir sürece girmişti.

Girit Nizamnamesi, Girit’in yönetim yapısında yaptığı değişikliklerle ada Rumlarını görünüşte eşit, ancak eylemsel olarak üstün duruma getiriyordu. Nizamname, adayı beş sancağa bölüyor ve sancaklardan ikisinde Türkler, üçünde Rumlar mutasarrıf (Osmanlılarda il ve ilçe arasındaki yönetim birimi olan sancakları yöneten devlet görevlisi) oluyordu. Kaza (ilçe) kaymakamları ise kaza halkının çoğunluğuna göre belirleniyor, Hıristiyan kaymakamın yardımcısı Müslüman, Müslüman kaymakamın yardımcısı Hıristiyan oluyordu.

Kaza ve sancaklarda oluşturulacak idare meclislerine ek olarak kazalarda üçü Hıristiyan üçü Müslüman altı seçilmiş üye öngörülüyor, halkın tümünün Hıristiyan olduğu yerlerde altı üyenin tümü Hıristiyanlardan oluşuyordu.

Kaza meclislerinden ayrı olarak 84 üyeli bir Girit Meclisi oluşturuluyor ve bu meclis yılda bir kez toplanarak Girit’in genel sorunlarının karara bağlamasını öngörüyordu. Adada yazışmaların Türkçe ve Rumca yapılması kabul ediliyor ve Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki davalara bakacak olan Karma Mahkemeler kuruluyordu. 1 

1878 Ayaklanması ve Halepa Anlaşması

Giritli Rumlar, kısa bir süre sonra Girit Nizamnamesi’nin koşullarını yeterli görmeyerek Yunanistan’a bağlanmanın yollarını açacak yeni haklar peşinde koşmaya başladılar ve Osmanlı İmparatorluğu’nun dış borç faizlerini bile ödeyemeyecek duruma düştüğü 1878 yılında yeniden ayaklandılar. 1878 ayaklanmasının sonucu, Girit Rumlarının amaçları yönünde daha geniş haklar kazandıkları Halepa Anlaşması oldu.

Halepa Anlaşması, Hanya’nın anlaşmaya adını veren bölgesinde ve Batılı ülke konsoloslarının önünde imzalandı. Anlaşmaya göre Girit’e beş yıl süreli bir genel vali atanıyor ve genel vali Hıristiyan ya da Müslüman olabiliyordu. Genel vali Hıristiyan olduğunda yardımcısı Müslüman, Müslüman olduğunda ise Hıristiyan oluyordu. Girit Genel Meclisi 80 üyeden oluşuyor, bu üyelerin 49’u Rum, 31’i Müslüman oluyordu. Rumca Türkçe gibi resmi dil sayılıyor, Osmanlı kağıt parası kullanımdan kaldırılıyor ve basın üzerindeki tüm kısıtlamalar kaldırılıyordu. 2 

1897 Ayaklanması ve Yunan Çıkarması

Rumlar Halepa Anlaşması’nın koşullarını da yeterli görmedi ve sürekli duruma getirdikleri yeni hak istemlerini ve bu istemlere uyan eylemlerini sürdürdü. 1897 yılında çatışmalar yeniden alevlendi ve Yunanistan’ın kışkırtmasıyla adada Türklere yönelik çete eylemleri arttı. Yunanistan, önceki anlaşmaları hiçe sayarak Girit’e 1500 kişilik askeri güç çıkardı ve asker çıkarmakla kalmadı, Teselya’da Osmanlı sınırına yönelik çete eylemlerine girişti.

Bunun üzerine Osmanlı İmparatorluğu Yunanistan’a savaş açtı ve kısa bir süre içinde kesin bir askeri zafer kazandı. Osmanlı Ordusu Atina’ya doğru ilerlerken Batılı devletler devreye girdiler ve ateşkes imzalattılar.

Girit’de İngiltere, Fransa, İtalya ve Rusya himayesinde özerk bir yönetim kuruldu. Girit’in Osmanlı İmparatorluğu’nun eyaleti olduğu söylendi (eyalet-i mümtaziye) ancak bu yalnızca görünüşte böyleydi. Yunanistan Kralı’nın oğlu Georgios, “Olağanüstü Komser” sıfatıyla Girit’deki “özerk” yönetimin başına getirildi, dört büyük devlet Girit’i işgal altına aldı.

Askeri Yengi Yetmiyor

Osmanlı İmparatorluğu, kesin galip geldiği bir savaşın sonunda Batılı ülkelerin politik manevra ve dayatmalarıyla Girit’i fiilen yitirmiş oldu; savaş alanlarında kazanılan yengi, masa başında yenilgiye dönüştürülmüştü.

Yenilginin adı 11 yıl sonra kondu ve 1908 Meşrutiyeti’nin ilanından sonra “Girit Meclisi” adanın Yunanistan’a katıldığını ilan etti. Osmanlı devlet yetkilileri, bugün Kıbrıs konusunda “sert” ve “kararlı” açıklamalar yapan kimi politikacılar gibi, olayı “şiddetle” protesto etti. Ancak bu protestolar sonuca yönelik hiçbir etki yaratmadı; “Protestocular”, Balkan savaşlarından sonra Londra ve Bükreş Anlaşmaları ile Girit’in Yunanistan’a ilhakını kabul etti.

Doksan yıl süren ve Batıya verilen ödünlerle dolu bir süreçten sonra Girit yitirildi. Onbinlerce Giritli Müslüman Türk, servetlerini orada bırakarak Türkiye’ye göçtü ve yoksulluk içinde yaşamlarını sürdürmeye çalıştı.

Kıbrıs’ın Önemi

Batının Kıbrıs’a verdiği önem ve bu öneme uygun düşen politik–askeri davranışlar çok eski bir öyküdür. Kıbrıs’ın Doğu Akdeniz’deki stratejik konumu, bu adanın tarihin her döneminde saldırılar ve ele geçirme girişimleriyle karşılaşmasına neden olmuştur. Suriye, Filistin, Anadolu, Yunanistan ve Mısır arasındaki ticaret yollarının kavşak noktasında olan Kıbrıs, Doğu Akdeniz’e egemen olmak isteyen devletlerin, Antikçağdan beri ele geçirmeyi amaçladıkları bir yer olmuştur. Bu nedenle Kıbrıs’ın tarihi, yoğun ve sürekli çatışmalarla dolu bir tarihtir.

Türkler, Kıbrıs’ı 1571 yılında ele geçirdi. Türklerin Ada’yı elinden aldığı Venedikliler, Girit gibi Kıbrıs halkı üzerine o denli ezici bir baskı kurmuştu ki yerli Rum halkı, değişik dönemlerde Osmanlı padişahlarına gönderdiği gizli elçilerle kendilerinin “Venedik zulmünden” kurtarılmasını istemişti. 1777 yılında adada yaşayan 88 bin kişinin 47 binini Türkler oluşturuyordu. Kıbrıs’daki Türk egemenliği, 1878’e dek tam 307 yıl sürdü.

İngilizler ve Kıbrıs

Kıbrıs’ı Türklerin elinden almaya yönelen ilk Batılı devlet, o dönemin en güçlü devleti olan İngiltere oldu. İngiltere Doğu Akdeniz, Süveyş ve Hindistan ticaret yolunun güvenliğini sağlamak için Kıbrıs’a kesin bir biçimde gereksinim duyuyordu. Amacını gerçekleştirmek için Osmanlı İmparatorluğu’nun en güçsüz anını bekledi.

1838’den sonra, Tanzimat uygulamalarıyla Türkiye pazarını ele geçirmiş, ticari ayrıcalıklar elde etmiş ve borçlandırma yoluyla Osmanlı Devleti’ni akçalı (mali) açıdan çökertmişti. 1874–1875 yılı Osmanlı bütçesinin yüzde 76.5’i dış borç ödemelerine ayrılmış durumdaydı. 3  Osmanlı devleti, içine düştüğü akçalı bağımlılık nedeniyle herhangi bir siyasi direnç gösteremiyordu.

“Geçici” İşgal

İngiltere, 1875 yılında ortaya çıkan Hersek ayaklanmasını izleyen uluslararası gelişmelerden de yararlanarak, önce Osmanlı devletini Rusya’ya karşı korumak ve “Doğu Akdeniz’de güvenliği sağlamak” savlarıyla İstanbul’u zorlamaya başladı. Abdülhamit’in zorlamalara karşıçıkması üzerine bu kez Kıbrıs’a zorla gireceğini Babıâli’ye bildirdi ve 12 Temmuz 1878 günü, “geçici olmak koşuluyla” Kıbrıs’ı işgal etti. Bu “geçici işgal” değişik biçimlere bürünerek 1960 yılına dek 82 yıl sürdü.

İngiliz işgalinin ilk 50 yılı sonrasında adadaki Türk nüfus beşte bire dek düştü. Kıbrıslı Rumlar, tarihsel düşleri olan Yunanistan’la birleşme (ENOSİS) isteklerini İngilizlere ilettiler. Özellikle, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batılı Devletlerin hazırladığı “Atlantik Beyannamesi” nde, “self determinasyon”un (kendi kaderini tayin hakkı) yer almış olması Rumları ümitlendirmişti. Ancak İngiltere 1947 yılında Kıbrıs’la ilgili hiçbir statü değişikliğini kabul etmeyeceğini açıkladı.

Kilise Öncülüğünde Ayaklanma

Kıbrıs Rumları, İngiltere’nin olumsuz tavrına karşın 1948 Mayısında, kilisenin öncülük ettiği bir “halk oylaması” düzenledi ve yapılan “oylama” sonucu doğal olarak “ezici bir çoğunlukla” “ENOSİS” çıktı. İngiltere bu oylamayı dikkate almadığı gibi kendi yönetimine karşı girişilen her eylemi sert biçimde bastırdı.

Yunanistan 1951 yılında NATO’ya katıldı. Bu gelişme Kıbrıs Rumlarını umutlandırmıştı. Kıbrıs’ın egemenliğinin Yunanistan’a verilmesi, yani “ENOSİS” in gerçekleşmesi durumunda; Yunanistan’ın bir bölgesi durumuna gelecek olan Kıbrıs’ın doğal olarak NATO’ya gireceğini, İngilizlerin üslerini koruyacakları için bu gelişmeye onay vereceğini düşünüyorlardı. Ancak İngiltere bu tür yaklaşımları kabul etmedi ve Kıbrıs’tan vazgeçmeyeceğini 1953 yılında Yunanistan’a bildirdi.

Grivas ve Gizli Örgütler

Yunan tezinin kabul görmemesi Kıbrıs’ta kitlesel gösterilerin yapılmasına neden oldu ve gizli silahlı örgütler kurulmaya başlandı. Yunan subayı olarak Yunanistan’ın Anadolu’yu işgalinde görev alan ve Türk düşmanlığıyla tanınan Albay Gherghios Grivas, Başpiskopos Makarios’a danıştıktan sonra 3 yeraltı gerilla örgütü EOKA’yı (Kıbrıs Savaşçıları Ulusal Örgütü) harekete geçirdi. 31 Mart 1955 gecesi Kıbrıs’ın değişik bölgelerinde polis karakolları ve resmi daireler bombalandı.

Terör eylemleri yayılırken, Kıbrıs halkı bir bütün olarak İngiltere’nin sömürgeci egemenliğine karşı direniyor ve İngiliz hükümeti bu toplu direncin sıkıntısını yaşıyordu. Ancak her şeye karşın Kıbrıs’tan da vazgeçemiyordu; Kıbrıs’a gereksinimi vardı. Bu gerçeği Başbakan Anthony Eden Avam Kamarasında yaptığı konuşmada çok açık olarak şöyle dile getirmişti; “İngiltere ve Batı Avrupa’nın Ortadoğu’daki petrol kaynaklarını koruyabilmesi için İngiltere’nin Kıbrıs’a ihtiyacı vardır.” 4 

İngiltere’nin Çözümü

İngiltere’nin girdiği açmaza bulduğu çözüm, dört yüz yıllık sömürgeci imparatorluğunun bilinen yöntemi oldu. Ada halkı etnik ayırımlar üzerinden bölünerek birbiriyle çatıştırılacaktı. Düşünülen çatışma için Türk–Rum ayrılığının kullanılması, bunun için de Türkiye’nin anlaşmazlığın tarafı durumuna getirilmesi gerekiyordu. Oysa Türkiye’nin o güne dek, Kıbrıs’la ilgili herhangi bir isteği ve bu isteğe bağlı bir politikası yoktu.

Adnan Menderes hükümeti, politik seçeneklerini Batılı ülkelerin önceliklerine göre belirlemeyi yerleşik bir tutum durumuna getirmişti. Bu tutumun doğal sonucu olarak hükümet, İngiltere’nin Türkiye’yi Kıbrıs sorununa katmak için gösterdiği aşırı isteğin ne anlama geldiğini göremedi. İngiltere’nin etkinlik kurmak istediği alanlarda ve sömürgelerde etnik ayrılıklar temelinde çatışma çıkarmaya dayanan politikası şimdi Kıbrıs’ta uygulanacak ve Türk–Rum çatışması sağlanacaktı. Bu çatışmanın özdeksel (maddi) temeli Kıbrıs’ta fazlasıyla vardı.

Rumlar Ada’nın tümünde silahlanmış ve ENOSİS için savaşıma (mücadeleye) kendilerini hazırlamıştı. İngilizlere karşı yürütecekleri savaşımda Türkleri dikkate bile almıyorlardı. Türk nüfus onlar için, ENOSİS’ten sonra baskı altına alınarak Ada’dan uzaklaştırılacak bir azınlıktı.

ENOSİS

ENOSİS’in Türkler açısından kabul edilmezliği açık bir gerçekti. Bu açık gerçeğe karşın Türkiye, 1955’e dek herhangi bir önlem almamış bu konuyu gündemine bile getirmemiş ve hemen hiç irdelememişti. Kısa ya da uzun dönemli, Kıbrıs Türklerinin ve Türkiye’nin çıkarlarını savunan bir politikaya ve bu politikaya uygun hazırlıklara sahip değildi. Bu nedenle Kıbrıs sorununa, kendi belirlediği ulusal bir politika ile değil, İngiltere’nin çıkarlarına uygun düşen zaman ve biçimde, bir oldu bittiyle katılmak zorunda kalmıştı.

Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT)

Türkiye, Kıbrıs’ta eylemlerini sürdüren EOKA’ya karşı 1958 yılında, Türk Mukavemet Teşkilatı’nı (TMT) oluşturdu. TMT’nin kurulma düşüncesinin, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’ya, bağlı olarak da İngiltere’ye ait olduğu yönünde kanı ve savlar vardır (Fatin Rüştü Zorlu 27 Mayıs İhtilali’nden sonra idam edilmiştir). TMT’nin kuruluşu ve Kıbrıs’a silah sokulması çok dar bir kadronun bilgi ve kararı ile yapıldı.

1955’den sonra Türkiye’de Kıbrıs ve Yunanistan, Yunanistan ve Kıbrıs’ta ise Türkiye karşıtı kitle gösterileri yapıldı. Hükümet destekli bu yapay gösteriler, özellikle adada yaşayan Türk ve Rum halkı arasında ağır bir etnik gerilimin oluşmasına yol açtı ve yüzyıllar boyu birlikte yaşayan iki halk hızla, uzlaşması olanaksız düşmanlar durumuna gelmeye başladı.

Türkiye’de “taksim” düşüncesi oluşurken, Yunanistan’da ENOSİS düşüncesi pekişti. 1955 yılında 6–7 Eylül olayları ortaya çıktı ve İstanbul’daki Rum kökenli Türk yurttaşlarının işyerleri yağmalandı. 27 Mayıs Devrimi’nden sonra kurulan mahkemelerde Menderes ve Zorlu, Kıbrıs’a gönderilmek için ordudan temin edilen silahlar ve 6–7 Eylül olayları için suçlandılar. 5 

Londra ve Zürih Anlaşmaları

İngiltere, 1959 yılında Türkiye ve Yunanistan’ı Kıbrıs sorununu görüşmek üzere toplantıya çağırdı. Kıbrıs’tan herhangi bir temsilci çağrılmamıştı. İngiltere, Kıbrıslıları Kıbrıs’la ilgili hiçbir toplantıya çağırmamayı her zaman temel ilke durumuna getirmişti.

Üçlü görüşmeler 1959 Zürih ve Londra anlaşmalarının imzalanmasıyla sonuçlandı. Anlaşmalara göre Kıbrıs, 16 Ağustos 1960’dan başlamak üzere bağımsız bir cumhuriyet olacak, İngiltere’ye Ada’nın belli bölgelerinde egemenlik hakları tanınacak, Türkiye ve Yunanistan Kıbrıs’ta küçük de olsa askeri kuvvet bulunduracaktı.

16 Ağustos 1960’da kurulan bağımsız Kıbrıs Cumhuriyetinin ilk Cumhurbaşkanı Makarios, Cumhurbaşkanı yardımcısı Fazıl Küçük oldu. Kabul edilen anayasaya göre, Türklere Kıbrıs’ın yönetim ve yürütme organlarında yüzde 30 oranında katılma hakkı tanınmıştı. 1959 Zürih ve Londra görüşmelerinin bir diğer önemli sonucu, “Kıbrıs’ın bağımsızlığının korunması” ve “Kabul edilen anayasanın uygulanmasını sağlamak üzere”; Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’yi garantör ülke durumuna getiren Garanti Anlaşması’ydı.

İngiltere’nin yalnız kalması ve Ada’da gördüğü toplumsal tepkinin şiddeti nedeniyle imzalamak durumunda kaldığı Zürih ve Londra anlaşmalarının Kıbrıs’ta kalıcı bir barışı sağlayamayacağı çok açıktı. Kıbrıs’ta çatışmalar ve kanlı olaylar gecikmedi. İngiltere sömürgeci geçmişine uygun düşen bir politik manevrayla, hem üslerini korumuş hem de kendisini çatışmaların hedefi olmaktan çıkarmıştı. Şimdi çatışacak olan Rumlarla Türkler, çatışmaları “izleyecek” olan da kendisiydi.

Rum Saldırıları

İlk çatışmalar her zaman olduğu gibi, Rumların anlaşmalara, uluslararası hukuka ve insanlığa uymayan saldırgan davranışlarıyla ortaya çıktı. Rumlar Anayasa’nın Türklere verdiği hakları tanımak istemiyor ve yok sayıyordu. Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasa Mahkemesi’nin Türkler’den yana verdiği kararlar uygulanmıyor ve Rumlar EOKA aracılığıyla sürekli olarak saldırgan bir tavır içinde oluyorlardı. Rumların gerçek hedefleri bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yaşatmak değil, Yunanistan’la birleşmekti.

1963 yılında Makarios, Anayasa’yı değiştirmek istediklerini resmen açıkladı. Bu açıklama sanki Türklere karşı girişilecek genel bir saldırının işareti gibiydi. Açıklamadan hemen sonra Aralık 1963’de, üç gün içinde 24 Türk öldürüldü.

Saldırıları durdurmak için Türk jetleri Ada üzerinde uyarı uçuşları yaptı. Bir ay sonra (Ocak 1964) Londra’da bir toplantı yapıldı ve burada Rumlar gerçek niyetlerini açıkça ortaya koydular. Daha üç yıl önce imzalanmış olan ve bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşuna temel oluşturan Garanti Anlaşması’nın kaldırılmasını istediler, Londra toplantısından bir sonuç çıkmadı.

Rum saldırıları artarak sürdü. Türk donanması 1964 yılında Kıbrıs’a doğru yola çıktı, ancak üç gün sonra geri döndü. Nisan 1964’de Makarios, tek yanlı olarak Zurich ve Londra anlaşmalarını tanımadığını açıkladı. Türk Dışişleri Bakanı’nın gerekirse Kıbrıs’a çıkartma yapabileceğini açıklaması üzerine, ABD Başbakanı Johnson Başbakan İnönü’ye “Bizden aldığınız silahları Kıbrıs ’ta kullanamazsınız” biçimindeki ünlü mektubunu yazdı.

Darbeler

1967’de Yunanistan’da faşist bir darbe oldu ve “Albaylar Cuntası” adı verilen bir yönetim kuruldu. EOKA örgütü cuntadan aldığı destekle Türklere karşı saldırılarını yoğunlaştırdı. Boğazköy ve Geçitkale köylerine saldırdılar. Türk çıkarma birlikleri yine Akdeniz’e açıldı, ancak yine geri döndü. Türk jetleri yine uyarı uçuşları yaptı. 1967 yılında “Kıbrıs Geçici Türk Yönetimi” kuruldu.

EOKA’nın lideri Albay Gherghios Grivas 1974 başında öldü. EOKA’nın yerine kurulan EOKA-B, Türklere karşı saldırılarını sürdürdü. EOKA-B tarafından 15 Temmuz 1974 tarihinde, Yunan subaylarının yönetimindeki Ulusal Muhafız Birlikleri aracılığıyla bir faşist darbe de Kıbrıs’da yapıldı. Agrotur İngiliz üssüne sığınan Makarios, ABD’ye kaçtı. EOKA-B lideri Nikos Sampson Cumhurbaşkanı ilan edildi.

Türkiye, darbeye karşı Ada’da üsleri bulunan ve Garantör devlet konumundaki İngiltere’ye duruma karışması için başvurdu ve doğal olarak reddedildi. İngiltere dilediğini elde etmişti. Çatışmayı üzerinden atmış, üslerini korumuş ve Rumlarla Türkleri birbirini kıran düşmanlar durumuna getirmişti.

1974 Çıkartması

Türk Ordusu’nun Kıbrıs’a çıkartma yapması, hem Nikos Sampson cuntasının, hem de Yunanistan’daki “Gizikis Cuntası” nın devrilmesine yol açtı. Yunanistan’da General Gizikis’in yerine Konstantin Karamanlis, Kıbrıs’ta Sampson’un yerine Makarios Cumhurbaşkanı oldular. Sorunu çözmek için yapılan görüşmelerde Rumlar, askeri üstünlük kendilerindeymişçesine, 1959 Zurich ve Londra anlaşmalarına hiç uymayan yeni öneriler getirdiler.

Makarios, Türklere nüfusları oranında (yüzde 18) toprak verilmesini, bu toprakların Kıbrıs’ın değişik yerlerinde kantonlardan (yasama yetkisi olmayan küçük yönetim birimleri) oluşmasını, bu kantonların merkezi yönetime bağlanmasını istiyordu. Türkler ise coğrafi esaslara göre iki kümede toplanan bölgesel yönetim birimlerinin oluşturulmasını istiyordu.

Rumların istekleri, önceki anlaşmaları yok sayıyor ve üstelik Türkleri Rum toplumu içinde küçük birimler durumunda hapsetmiş oluyordu. Böyle bir oluşumda Türklerin kendilerini koruması tam olarak ortadan kalkıyordu.

Görüşmelerden doğal olarak bir sonuç çıkmadı ve eylemsel olarak Türklerin elinde olan topraklarda, 13 Şubat 1975’de Kıbrıs Türk Federe Devleti (KTFD) kuruldu, Rauf Denktaş bu devletin ilk cumhurbaşkanı oldu.

Türkiye’nin Durumu

Türkiye’de, Avrupa Birliği’ne aşırı “istekli” politikacıların yönetimde olması, Kıbrıs’ın Türkiye ve Türklerden koparılması için Batılılara değer biçilmez olanaklar sunmaktadır. Türkiye’de halk içinde ulusal direnme gücünün örgütsüz duruma getirilmiş olması, AB politikalarına ve bu politikaları uygulamayı görev sayan “Türk” politikacılarına geniş bir serbest alan yaratmıştır.

Halkın karar süreçlerine katılması kesin ve saltık (mutlak) biçimde önlenmiştir; ulusal tepkiler yavaş da olsa oluşmasına karşın halk henüz örgütlü değildir. Kamuoyu deliksiz bir tekel durumuna gelen Batı yanlısı medyanın etkisi altındadır. Bu durum, küresel egemenlik peşindeki güçleri, Kıbrıs “sorununun” artık kesin olarak çözülme zamanının geldiğine inandırmaktadır. Gelinen noktanın herkesin anlayacağı açık anlamı, Türkiye’nin Kıbrıs’tan uzaklaştırılmasıdır. G8’lerden, Birleşmiş Milletlere, Davos’tan AB’ye, Pentagon’dan NATO’ya dek hemen tüm uluslararası örgütlerde konuşulan budur.


 1  Büyük Larousse Gelişim Yayınları sf.4584
 2  a.g.e. sf.4955
 3  “Kıbrıs Sorunu” Davit Philips, 20.Yüzyıl Tarihi, Arkın Kitapevi, sf.964
 4  a.g.e. sf.965
 5  “Aslında Hiç Kimse Uyumuyordu” Albay (E) İsmail Tansu, ak. Tufan Türenç “Neler Yapmadık Şu Kıbrıs İçin” Hürriyet 17.11.2001


Metin AYDOĞAN, 8 Şubat 2015
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!

Re: Kıbrıs ve Avrupa Birliği (1-2) / Metin AYDOĞAN

İletigönderen Oğuz Kağan » Prş Şub 12, 2015 15:46

Kıbrıs ve Avrupa Birliği -2

Batının Kıbrıs’a verdiği önem ve bu öneme uygun düşen politik–askeri davranışlar eski bir öyküdür. Kıbrıs’ın Doğu Akdeniz’deki stratejik konumu, bu adanın tarihin her döneminde saldırılar ve ele geçirme girişimleriyle karşılaşmasına neden olmuştur. Suriye, Filistin, Anadolu, Yunanistan ve Mısır arasındaki ticaret yollarının kavşak noktasında olan Kıbrıs, Doğu Akdeniz’e egemen olmak isteyen devletlerin, Antik Çağ’dan beri ele geçirmeyi amaçladıkları bir yer olmuştur. Bu nedenle Kıbrıs’ın tarihi, yoğun ve sürekli çatışmalarla dolu bir tarihtir.

Türkiye, Kıbrıs ve Avrupa Birliği

AB’nin Kıbrıs konusunu ele alıp kararlar üretmesi, sanıldığı gibi yeni bir olgu değildir. Kıbrıs, AB’nin kuruluşundan özellikle de 1974’den beri önem verdiği ve Avrupalıların Ortadoğu politikalarında sürekli ilk sırada yer alan bir konudur. AB’nin Kıbrıs’a gösterdiği “ilgi”, her zaman “çok yakın” olmuş, ancak bu ilgi, 1995’te kabul edilen Gümrük Birliği Protokolü’nden sonra doğrudan Türkiye karşıtı bir politikaya dönüşerek yoğunlaşmıştır.

Sonu Gelmeyen İstem

Avrupa Parlamentosu, Türkiye’nin üyelik başvurusunun reddedilmesinden bir yıl sonra, 20 Mayıs 1988 tarihinde, Kıbrıs konusunda bir karar aldı. Türkiye’yi suçlayan ve “Kıbrıs’daki Durum” başlığıyla alınan bu kararda şunlar söyleniyordu: “Avrupa Topluluğuna ortak üye olan bir ülkenin topraklarının (Kıbrıs y.n.), yine Toplulukla ortaklık ilişkileri içindeki başka bir ülkenin (Türkiye y.n.) askerleri tarafından yasalara aykırı bir biçimde işgali, Türkiye ile Topluluk arasındaki ilişkilerin düzeltilmesi önündeki en önemli engellerden biridir.” 1 

Avrupa Parlamentosu, 13 Aralık 1995 tarihinde, Türkiye’nin Gümrük Birliği Protokolünü onayladı ve Kıbrıs konusunda oybirliğiyle şu kararı aldı: “Türk Hükümeti ve TBMM Kıbrıs’ın bölünmüşlüğüne son vermek için somut adımlar atmalı ve işgal altında tuttuğu Kıbrıs topraklarından çekilmelidir.” 2 

Avrupa Parlamentosu, bu kararı aldığı günlerde Türkiye’de hemen tüm politikacılar, iş çevreleri ve medya Gümrük Birliği’ne girmenin bayramını yapıyor ve “coşkulu” açıklamalarda bulunuyorlardı. AP, onayladığı Gümrük Birliği Protokolü’nü, AB Komisyonu’nun 9 Kasım 1995 tarihinde hazırlamış olduğu bu yazanağa (rapora) dayandırıyor ve bu yazanakta şu söyleniyordu: “GB ’ye sokulmuş bir Türkiye ile Kıbrıs Sorunu daha kolay çözülür.” 3 

Avrupa Parlamentosu, 19 Eylül 1996 tarihinde Kıbrıs’la ilgili şu kararı aldı: “Avrupa Parlamentosu, Türk hükümetinden özellikle işgalci askeri güçlerini geri çekmesini ve Kıbrıs sorununa adil ve uygulanabilir bir çözüm çağrısında bulunan Birleşmiş Milletler kararlarını kabul etmesini ve uygulamasını ister.” 4 

AP’nun 17 Eylül 1998 tarihinde aldığı karar, yine Türk Ordusu’nun Kıbrıs’tan çekilmesini istiyordu. Karar şöyleydi: “Avrupa Parlamentosu Türkiye’ye Ada’nın askersizleştirilmesini sağlamak amacıyla, Kıbrıs’tan askeri güçlerini çekmesi için somut adımlar atma çağrısında bulunur.” 5 

AB, Türkiye’den “Ada’nın askersizleştirilmesini” isterken, Kıbrıs Rum kesimi sürekli silahlanıyor, Yunanistan adalara yasa dışı üsler kuruyordu.

Helsinki Doruğu ve Sonrası

Kıbrıs’ın Türkiye karşıtı uluslararası bir sorun durumuna getirilmesinin dönüm noktası, 1999’daki Helsinki Doruğu kararlarıdır. Türk hükümetinin, bu Doruk’da Kıbrıs konusunun AB gündemine taşınmasını kabul etmesi, Kıbrıs konusunun Ada’daki Türk halkı ve Türkiye’nin çıkarlarına uygun düşmeyen bir yola girmesine neden olmuştur.

Türkiye’nin AB’ye özellikle 1980’lerden sonra gösterdiği “aşırı bağlanma isteği” doğal ve kaçınılmaz olarak, Avrupalılara, Kıbrıs konusunu istedikleri yönde “çözme” olanağını vermişti. 1974’den sonra Türkiye’ye karşı uygulanan engelleyimler (ambargolar), 1980 öncesinde iç savaş durumuna gelen dış kaynaklı politik terör ve ekonomik–mali yetmezlikler, Asala Terörü, PKK’nın kurulması; hep 1974 yılından sonra yoğunlaşmıştır. 1980’den sonra Turgut Özal’ın tam üyelik başvurusu ile Türkiye’nin AB üyeliği için her türlü ödünü verebilecek yöneticilere sahip olduğunun ortaya çıkması üzerine Kıbrıs, AB belgelerinde daha çok dile getirilmeye başlanmıştır.

Helsinki’de Kıbrıs’ı ele alan 9.başlam (madde) şöyleydi: “AB Konseyi, politik bir çözümün Kıbrıs’ın (AB’nin Kıbrıs ’tan anladığı yalnızca Rum kesimidir) AB’ye katılımını kolaylaştıracağının altını çizer. Üyelik müzakerelerinin tamamlanmasına kadar kapsamlı bir çözüme ulaşılamamış olursa Konsey, üyelik konusundaki kararını, yukarıda belirtilen husus çerçevesinde bir ön şart olmaksızın verecektir.” 6 

Söylenenlerin açık anlamı şuydu: Biz Kıbrıs Cumhuriyeti’nin meşru temsilcisi olarak kabul ettiğimiz Kıbrıs Rum kesimini AB’ye tam üye yapacağız. Türkiye olarak işgal ettiğiniz Kıbrıs topraklarından çekilirseniz istediğimiz bu katılım kolaylaşacaktır. Kıbrıs’tan çekiliniz...

“Kıbrıs’ı Rumlar Temsil Eder”

Türk halkının kafasını karıştıran bu tür söylem ve eylemler yoğun bir biçimde aralıksız sürerken Avrupa Parlamentosu, Helsinki Zirvesi’nden iki ay sonra 10 Şubat 2000 tarihinde Kıbrıs’la ilgili şu kararı aldı: “Türkiye Kıbrıs Cumhuriyeti topraklarının yüzde 37’sini yasadışı bir biçimde işgal etmektedir. AB’nin genişleme süreci 31 Mart 1998 tarihinde başlatılmış ve 10 Kasım 1998’de aralarında Kıbrıs’ın da bulunduğu ilk ülke grubu ile katılma görüşmeleri başlatılmıştır. Üyelik Ada’nın tümünü kapsamalı ve Ada’yı bölen anlaşmazlığa barışçıl bir çözümün bulunması için süreç hızlandırılmalıdır.” 7 

Avrupa Parlamentosu, 5 Ekim 2000 tarihinde Kıbrıs konusunda bir başka karar daha aldı. Türkiye’nin AB’ye tam üye olabilmesi için Kıbrıs sorununu bir an önce çözmesini isteyen ve Türk Ordusu’nun işgal gücü olduğunu ileri süren bu kararda şunlar söyleniyordu: “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin (Rum kesimi) Ada’yı bir bütün olarak temsil etme hakkına sahip tek devlet olduğu kabul edilmiştir. Kıbrıs’ın en önemli toprakları 26 yıldır Türkiye tarafından işgal edilmiştir. Kıbrıs (Rum kesimi) Kopenhag Kriterlerini tam olarak yerine getirdiği için AB üyeliğine alınacaktır. Bu konuda Türkiye’nin yapacağı her türlü itiraz, politik ve manevi açıdan geçersizdir.” 8 

Bu karar, AB’nin Türkiye’ye yönelttiği açık bir gözkorkutmaydı (tehditti). “Anlamı” şuydu: AB, Kıbrıs’ı Rum adası olarak görmektedir. Ve bu adayı AB’ye katacaktır. Türk Ordusu işgal ettiği topraklardan çekilip Türkiye’ye dönmelidir. Dönmezse, yakında AB üyesi olacak olan Kıbrıs’ı değil, AB’yi işgal etmiş duruma gelecektir. Sonrasını siz düşünün...

Suçlamalar

AB parlamentosu, 6 Eylül 2001 tarihinde Kıbrıs’ın AB üyeliğiyle ilgili “İlerleme Raporu”’nu görüşmek üzere toplandı ve Luxemburg’lu sosyalist parlamenter Jacques Poos’un hazırladığı yazanağı görüştü. Türkiye hakkında son derece ağır suçlamalar bulunan yazanakta, Türk Ordusu Kıbrıs’ta “işgalci güç” olarak tanımlanıyor ve orduyu Ada’da kilise ve manastır gibi dini alanları tahrip etmekle suçluyordu.

Yazanakta ayrıca, Kıbrıs’ın AB’ye tam üyeliği için Ada’daki sorunların çözümünün bir ön koşul olmadığı (sorun çözülmezse de biz Kıbrıs’ı AB’ye alacağız diyor), Türkiye’nin “Ulusal Programı”’nda Kıbrıs’la ilgili sözlerin kabul edilemez olduğu, Kıbrıs’ın AB üyeliğine karşın Ankara’nın Kuzey Kıbrıs’ı ilhak etmesi durumunda Türkiye’nin AB şansının kalmayacağı açıklanıyor ve bu yazanak 31’e karşı 504 oyla kabul ediliyordu. 9 

Silahla Korkutma

Türkiye’yi Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne birincil tehlike olarak koyan Yunanistan’da, 10 Ekim 2001 tarihinde Savunma Bakanı aracılığıyla, “stratejisine” uygun düşen bir açıklama daha yapıldı. Yunanistan Savunma Bakanı Yannus Papandoniu, Ta Nea Gazetesi’ne verdiği demeçte şunları söyledi: “Kıbrıs’ın AB’ye giriş saati geldiğinde Türkiye’nin tehditleri karşısında Yunan Silahlı Kuvvetleri hazır olacaktır. Kıbrıs’la Yunanistan arasındaki Birleşik Savunma Doktrini çerçevesinde Kıbrıs’ın bağımsızlığı dahil, ulusal çıkarlarımızın korunması için Yunan Silahlı Kuvvetleri gereğini yapacaktır.” 10 

Yunan Silahlı Kuvvetlerinin Türkiye’ye karşı hazır olduğunu ve günü geldiğinde gereğini yapacağını söyleyen Yannos Papandoniu, 17 Nisan 2002’de “Türkiye’nin Yunanistan için bir numaralı tehdit olduğunu” ileri sürdü. Papandoniu, Amerikan Savunma çevrelerinin dergisi olarak bilinen Defense New’a verdiği demeçte de şunları söyledi: “Yeni savunma stratejimiz, oluşan yeni ortamdaki tehditlere yanıt verecek niteliktedir. Yunanistan için tehditler açık. İlk sırada Türk tehdidi geliyor. Ulusal topraklarımız üzerinde spesifik iddiaları vardır.” 11 

Kıbrıs’ı temel alarak Türkiye’yi tehdit edenler yalnızca Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan değildi. Brüksel’de ya da Avrupa başkentlerinde alınan kararlar, hazırlıklar ve açıklamaların birleştikleri ortak nokta; Türkiye’nin Kıbrıs’ı terk etmesi ve Kıbrıs’ın AB ile bütünleşmiş olan Yunanistan’a ya da bir başka deyişle, Yunanistan’ı içine alan AB’ye verilmesiydi.

Bu yöndeki açıklamalar artık gözkorkutma aşamasına getirilmişti; bunu en açık bir biçimde dile getirenlerden biri de AB-Türkiye Karma Parlamento Komisyonu Başkanı Daniel Cohn Bendit’di. Bendit TÜSİAD’ın 26 Kasım 2001 tarihinde kendisine verdiği öğle yemeğinde şunları söylüyordu: “Kıbrıs’ın üyeliği AB genişlemesinin önceliklerinden biridir. Kıbrıs bir bütün halinde AB’ye üye olmalıdır. Türkiye, Kıbrıs’ı ilhak etmesi durumunda Avrupa toprağının bir parçasını ilhak etmiş olacaktır.” 12  Avrupa Parlamentosu üyesi Fransız Parlamenter Jean Charles daha açık konuştu ve “Türkiye’nin Kıbrıs’ı ilhakı savaş nedenidir.” 13 

Daniel Cohn Bendit ve Jean Charles’in Kıbrıs üzerinden Türkiye’ye yönelttikleri gözkorkutmanın kapsamı, içerik ve sonuç olarak silahlı çatışmayı da içeren bir niteliğe sahipti ve bu gözkorkutma İstanbul’da “Türk” işadamlarının önünde yapılıyordu.

Avrupalılar özellikle AGSP (Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası) adıyla Avrupa Ordusu’nu kurmaya giriştikten sonra bu tür söylemleri daha sık dile getirir olmuşlardı; bu konuda görüş açıklayan yalnızca Cohn Bendit ve Jean Charles değildi. Avrupa Birliği Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Günther Verheugen aynı günlerde şunları söylemişti: “Eğer Kıbrıs sorununa siyasi bir çözüm gelmezse, eğer AB üyeleri buna rağmen Kıbrıs’ın tam üyeliğini kararlaştırırsa Türkiye ile Avrupa Birliği arasında büyük bir kriz yaşanır.” 14 

Milliyetçi Yunanistan, Avrupacı Türkiye

Yunanistan Başbakanı Kostas Simitis kendi deyimiyle, “Ülke için büyük önem taşıyan milli konuların çözümü için” 24 Mayıs 2002’de Yunan halkına milli birlik çağrısında bulundu. Aynı gün tüm parti başkanlarıyla bir araya gelerek Kıbrıs ve AGSP konularında “ulusal bütünlüğü” sağlayacak görüşmeler yaptı. Görüşmelerden sonra yaptığı açıklamada, Kıbrıs sorununun çözümü, Kıbrıs Rum kesiminin Avrupa üyeliği ve AB-NATO ilişkilerinin düzenlenmesi konularında “gerçek saatin” geldiğini söyledi ve şu açıklamayı yaptı: “Bu noktada, seferberlik, konsantre olma, mücadele ruhu ve her şeyin üzerinde milli birliğe gereksinim var. Buradan güçlü bir Yunanistan isteyen tüm Yunanlılara sesleniyorum. Güvenli, barış ve refah içinde bir Yunanistan için bu üç büyük konunun ülkemiz yararına çözülebilmesi çabalarında dayanışma içinde olunması gerekiyor.” 15 

Kostas Simitis Yunan halkını “Güçlü Yunanistan” için “milli birliğe” çağırırken aynı gün yani 24 Mayıs’ta Türkiye Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de bir “milli” çağrı yapıyor, ancak bu çağrıda, “AB’nin Partiler üstü ulusal bir konu olarak ele alınması” 16  gerektiğini belirterek “Avrupa treninin kaçmaması için” 17  parti liderleriyle bir zirve yapacağını açıklıyordu. Sezer şunları söylüyordu: “Avrupa Birliği tam üyelik yönelimimiz, toplumumuzun geniş bir kesimince desteklenen bir çağdaşlaşma tasarımıdır. Ulusal nitelikteki bu konuya partilerüstü bir anlayışla yaklaşmak ve 2002 yılının kritik niteliğine uygun adımları atmamızı sağlayacak bir ortak görüş oluşturmakta zorunluluk vardır.” 18 

Tarihten Ders Almak

Kıbrıs konusunun geldiği noktayı anlamak ve gideceği yönü görmek için konuyu geçmişiyle ele almak, günümüz koşullarını görmek ve bu bütünlük içinde yorumlamak gerekir. Türklerin, Balkanlardan ve Ege adalarından Anadolu’ya çekilmesi, Kurtuluş Savaşı’yla kurulan Cumhuriyet’in temel yaklaşımları, İkinci Dünya Savaşı sonrası politikaları, AB süreci ve ekonomik çöküntü göz önüne getirildiğinde karşımıza ürkütücü bir tablo çıkmaktadır.

Türkiye’nin Tanzimat’dan beri (1923–1938 arası dışında) Batıyla kurduğu ilişkiler süreci; yerine getirilmeyen sözler, uyulmayan anlaşmalar, kandırma ve oyalamaya dönük davranışlar ve bunlara bağlı olarak yitiklerle dolu uzun ve acılı bir dönemi oluşturur.

“Tarih tekerrür eder” özdeyişi tarihten ders alanlar için doğru değildir. Ancak tarihten ders almayanlar ve ulusal bilincini yitirenler için “tarih tekerrür” eder. Girit’i bilmeyen Kıbrıs’ı kavrayamaz, Kurtuluş Savaşı’nı anlamayan bağımsızlığın önemini bilemez; bu nedenle de herzaman yitiren yan olur. Batının çözümlerini kurtuluş gibi görmek, ulusal hakları yitirmeyi peşin olarak kabul etmekten başka bir anlama gelemez.

Gelinen noktayı belki de en iyi gören ve en özlü biçimde ifade eden Alithia Gazetesi Başyazarı Alakos Konstantinides’dir. Konstantinides, Kıbrıs’ın iki devletli olarak AB’ne girmesini kabul etmek istemeyen Rumları kastederek; “Gevşek federasyon fikrine karşı çıkılmasını hiç anlamıyorum Kıbrıs AB sürecindedir. Oysa AB de gevşek bir federasyon değil midir” derken Rumlar açısından çok yararlı bir saptama yapmaktadır.

AB, içine aldığı ikinci sınıf ülkelerin devlet varlıklarını törpüleyen, onları başta Almanya olmak üzere büyüklerin eyaletleri durumuna getiren ve Avrupa Birleşik Devletleri oluşumunu amaçlayan bir yapılanmadır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne devlet adı verilerek Güneyle birlikte AB’ye üye yapılmasının, Kıbrıs’ın Türkiye’nin elinden çıkmasından başka bir sonucu kuşkusuz olmayacaktır. Kıbrıs Rumları, halk oylamasında verdiği olumsuz kararla, süreci kendi açısından şimdilik kitlemiş oldu.


 1  “Düngen Bugüne Avrupa Birliği ilişkileri”, Dr.Esra Çayhan İst.,1997, ak. H. Yalçınsoy-A.Aşırım “Türkiye’deki Siyasi Partilerin Avrupa Birliğine Bakışı”, Sude Ajans,2000, sf.169
 2  “Yeni Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye” Metin Aydoğan Umay Yayınları, 12.Baskı 2004, sf.874-875
 3  “AB’nin Türkiye Politikası Nedir?(2)” Prof.Dr.E.Manisalı Cumhuriyet, 31.10.1997
 4  Europeean Parliament, Resalution on the political situation in Turkey (B4–0986, 0987,0988,0989,0990/90 and B-4–0991/96) 19.09.1996, ak. Türk–İş Yayını “Avrupa Birliği Türkiye’den Ne İstiyor” sf.3
 5  Europeean Parliament, Resalution on the Commission Reports on developments in relations with Turkey since the entry into force of the Customs Union (COM (96) 0491–C4 0605/96 and COM (98) o147–C4- 0217/98–17.09.1998; ak. Türk–İş Yayını “Avrupa Türkiye’den Ne İstiyor” sf.4
 6  Aydınlık Dergisi, 26.11.2000
 7  European Parliament Secretariat Working Party Task–Force “Enlargement”, Turken and Relations with the Europen Union, Briefing No.7, PE.407/rev. 3, Lüxenburg, 10.02.2000; ak.Türk–İş Yay., “Avrupa Birliği Türkiye’den Ne İstiyor” sf.4
 8  Aydınlık, 08.10.2000
 9  “Üyeliğe Karşılık Kıbrıs” Cumhuriyet, 01.09.2001 ve “Avrupa’dan Sert Kıbrıs Raporu” Hürriyet, 07.09.2001
 10  “Ordumuz Türk Tehditine Hazır” Hürriyet, 11.11.2001
 11  “Papondoniu : Türkiye Bir Numaralı Tehdit” Cumhuriyet, 25.04.2002
 12  “Ya Kıbrıs, ya Üyelik” Eylem Türk–Şükrü Andaç, Milliyet, 27.11.2001
 13  “AGSP’de, Kıbrıs’ta Çatışma Korkusu” Cumhuriyet, 09.11.2001
 14  “Savsaklamanın Ceremesi” Orhan Erinç, Cumhuriyet 03.12.2001
 15  “Büyük Yunanistan Rüyası” Cumhuriyet 25.05.2002
 16  a.g.g.
 17  “Sezer: AB Partiler Üstü”, Cumhuriyet 25.05.2002
 18  a.g.g.


Metin AYDOĞAN, 11 Şubat 2015
Namık KEMAL:
"Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini,
Yok mudur kurtaracak bahtı kara maderini?"


Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK:
"Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini."



http://www.guncelmeydan.com/pano/tayyip-erdogan-a-gonderilen-cfr-muhtirasi-kuresel-ihale-t18169.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/abd-disisleri-abdullah-gul-u-biz-yetistirdik-t23656.html
http://www.guncelmeydan.com/pano/dun-malta-surgunleri-vahdettin-bugun-ergenekon-tayyip-t18151.html

KAÇAMAYACAKSINIZ!
Kullanıcı küçük betizi
Oğuz Kağan
Genel Yetkili
Genel Yetkili
 
İletiler: 12355
Kayıt: Sal Oca 27, 2009 23:04
Konum: Ya İstiklâl, Ya Ölüm!


Şu dizine dön: Metin AYDOĞAN

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 7 konuk

x