Köy Enstitüleri Yeniden Açılmalı!
Annem ilkokul öğeretmeni.
Ben de üniversitede öğretmenim. Ve yaptığım işler içinde en çok öğretmenliğimden kıvanç duyuyorum.
Ama 24 Kasım geldi geçti... Bu konuda iki satır yazamadan...
Şimdi bazı okurlarım "İyi güzel de Köy Enstitüleri'nin yeniden açılması da nereden çıktı?" dediklerini duyar gibi oluyorum. Bazı "numaracı cumhuriyetçiler"in ise "Bu Kemalistler de iyice dinazorlaştı" diyerek keh keh güldüklerini...
* * *
Yıl 1943. Yani yarım yüzyıl öncesi.
Köy Enstitüleri'nin babası Tonguç, yavrularını görmeye gider. Yurt Bilgisi dersinin o günkü konusu. "Devletin yurttaşlara karşı görevleri"dir. ( "Yurttaşların devlete karşı görevleri" değil!.. )
Tonguç, öğrencilerinden Mahmut Makal'ı kaldırır ve anlatmasını ister. İleriki yıllarda "Bizim Köy" ile uluslararası bir boyut kazanacak olan bu küçük köylü çocuğunun dili tutulur. Onca büyüğünün önünde heyecandan konuşamaz.
Ama onun yerine Tonguç öğretmene dönerek konuşur:
" - Bunlar yüzyıllardır susturuldukları için konuşmaları kolay olmaz. Derslerinizde ve derslerin dışında üstünde duracağınız ilk şey, bunların dilinin çözülmesini, konuşmalarını sağlamak olmalıdır..."
Köy Enstitüleri'nde - her cumartesi öğleden sonra - toplantılar yapılır. Okulun, çevrenin ve ülkenin sorunları tartışılır.
Müdürlerin, öğretmenlerin ve öğrencilerin katıldığı bu toplantıları kim yönetir biliyor musunuz?
Bir öğrenci.
Müdür dahil, konuşmak isteyen herkes o öğrenciden söz ister...
Ve Fakir Baykurt'tan Mahmut Makal'a, Emin Özdemir'den Adnan Binyazar'a, Talip Apaydın'dan Feyzullah Ertuğrul'a, binlerce pırıl pırıl, yaratıcı kafa topluma kazandırılır...
* * *
Aradan tam 50 yıl geçti.
Ankara'nın göbeğinde, bırakın ortaöğretimi, yüksek öğretimde öğrencilerin soru sormalarının bile yasak olduğu dönemler daha dün değil miydi?
Bacak kadar çocukların - okul ödevlerinde dile getirdikleri - düşüncelerinden dolayı "ağır" biçimde cezalandırılmalarının üzerinden ne kadar geçti?
Üniversite öğrencilerine bile "ikinci sınıf insan" muamelesi yapan bir kişi, bugün YÖK'ün başında otur muyor mu?
Ve daha geçen gün, Eskişehir'in ilçelerinden birinde görevli gencecik bir bayan öğretmenin bana ilettiği şu gerçeği, Türkiye'deki onbinlerce öğretmen yaşamıyor mu?
"- Okulda bırakın öğrencileri, ben bile düşündüklerimi söyleyemiyorum. 'Kemalistim' demeye korkuyorum! Atatürk ve laiklik düşmanı bir yöneticimiz var çünkü..."
Bir yarım yüzyıl önceye bakın, bir de bugüne.
Hadi bakalım "Atatürk'ü yıkmadan çağdaş olunmaz, sivil toplum kurulmaz" deyin!.. Eğer kişiliğinizi ve utanma duygunuzu tümden yitirmemişseniz elbette...
* * *
Türkiye 1920'lerin Türkiyesi değil... Doğru!
Kırsal kesimin yapısının ve toplam nüfustaki oranının çok değiştiği de doğru!
Ama geri kalmışlık kısır döngüsünün kırılmasında neredeyse "mucize" bir çözüm oluşturduğu UNESCO tarafından da kabul edilen, Köy Enstitüleri'ne artık gereksinmemiz kalmadığı doğru değil!.
Doğu ve Güneydoğu'dan İç Anadolu'ya, ağın çok gerilerinde bir yaşam biçimini sürdüren binlerce köyün varlığını kim yadsıyabilir? O köylerde yaşayan onbinlerce çocuğun, yeteneklerini yeterince geliştiremeden yitip gitmeyeceklerini kim öne sürebilir?
Eğer Köy Enstitüleri olmasaydı, yazınımızdan eğitimimize bu topluma çok şey kazandıran bir Köy Enstitüler kuşağı yitip gitmeyecek miydi?
* * *
Köy Enstitüleri'ni kapatıp imam-hatip okullarını tüm yurda yayan "kafa"nın Türkiye'yi getirdiği nokta önümüzde...
Atatürk, "Ortaöğretimdeki eğitim ve öğretim yönteminin işe ve uygulamaya dayanması ilkesine uymak kesin olarak gereklidir" diyordu. "Düşüncesi özgür, anlayışı özgür, vicdanı özgür" kuşaklar yetiştirmek istiyordu.
Gerisini Makal'dan dinleyelim:
"Köy Enstitüleri'ndeki özgür düşünme ve tartışma ortamı, öğrencilerin toplum sorunları üstünde düşünmelerine ve kafalarında soruların yığılmasına yol açıyordu. Yeri geldiğinde, çekinmeden düşüncelerini açıklıyorlardı, yazıyorlardı... Köy Enstitüleri gitti, Atatürk devrimleri de neredeyse bitti..."
Hayır bitmedi!.. Ve bitmeyecek!..
Çünkü yaşadığımız tarih onu haklı çıkardı ve çıkarıyor; "gaflet, dalalet ve hatta hıyanet" içinde olanları değil!..
Prof. Dr. Ahmet Taner KIŞLALI, 1 Aralık 1993, Cumhuriyet