Küreselleşmeye Yaklaşımlar
Bir üniversitenin Sosyoloji dersi notlarının 93-96. sayfalarında, Küreselleşme olgusunu değişik biçimlerde yorumlayan üç farklı okuldan bahsedilmekte. Bunlar, Kuşkucular, Aşırı Küreselleşmeciler ve Dönüşümcüler olarak tanımlanıyor.
Kuşkucular, öz itibariyle, Küreselleşme’nin fazla büyütüldüğünü, tamamıyla küreselleşmiş bir ekonomi oluşturmanın bugünün ekonomisinde mümkün olmadığını; zaten ekonomik blokların var olduğunu, dolayısıyla Küreselleşme’nin iddia edildiği kadar büyük bir değişim ve dönüşüm getirmediğini ileri sürmektedir.
Aşırı Küreselleşmeciler; Küreselleşme’nin, sonuçları her yerde hissedilen somut bir olgu olduğunu, ulus ve sınırötesi, piyasa güçlerinin ulusal hükümetlerden daha güçlü olduğu bir düzen oluşturduğunu söylemektedirler. Bu görüşe göre, ulusal ekonomiler ve daha önemlisi ulus devletler önem ve etki olarak gerilemektedirler.
Sonuncu okul olan Dönüşümcüler ise daha ortada bir görüş sergiliyor ve Küreselleşme olgusunun niteliğini genişletiyorlar: Dünya düzeninin dönüştüğü doğrudur ve Küreselleşme de bunun arkasındaki merkezi güçtür; ancak eski kalıplar ileri sürüldüğü derecede yok olmuş değildir. Küreselleşme yalnızca ekonomik olarak ele alınamaz, siyasi ve kültürel olarak da dünyada bir bütünleşmeyi getirmektedir. Göç, basın ve iletişimden güç almaktadır. Bir çok kültürlülük taşımaktadır ve bu denli karmaşık bir düzen dünyanın tek bir merkezinden idare ediliyor kabul edilemez.
Bu okulların hangisi en isabetli görüşü ortaya koymaktadır?
Farklı Yaklaşımlar Nasıl Değerlendirilmeli?
Bize kalırsa hiçbiri. Küreselleşen, hatta hangi dili konuştuğu belli olmayan, kerameti kendinden menkul birtakım aydınların tabiriyle Globalleşen dünyada, bütün dünyayı etkileyen bir olgunun evrensel bir yorumu yapılamaz.
Söz konusu olgunun tanım ve niteliği, değerlendirildiği düzlemlere göre değişim gösterecektir. Örneğin Washington Think-Tank’lerinden biri, Küreselleşme’yi bambaşka bir açı ve bambaşka kelimelerle anlatırken, Lübnan’da bir düşünce kuruluşu, Küreselleşme’yi tanımlamak için bambaşka bir ifade kullanacaktır.
Dünyaya New York’taki Rockefeller Plaza’nın camından bakan biri bambaşka; Ankara’daki iki odalı bir gecekondusunun camından bakan biri bambaşka anlatacaktır, Küreselleşme addedilen bugünkü dünya düzenini.
Bu durumda, Küreselleşme’nin tarihsel köklerine inerek, niteliğinin ortaya koyulması gerekmektedir.
Uygarlığın ulaşabileceği mükemmeliyetin son noktası olarak gösterilen Küreselleşme, aslında bir ideoloji, bir düşünce dizgesidir. Bununla aynı çıkış noktası ve niteliklere sahip bir de siyasal dizge vardır ki, buna Yeni Dünya Düzeni deniyor.
Bizce, Küreselleşme’nin tarihsel süreçte iki ana dayanağı olmuştur; birincisi Yeni Dünya Düzeni’nin ortaya çıkışı; ikincisi de Demokrasinin küreselleşmesiyle başlayıp Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle sonuçlanan on yıla yaklaşık süreç.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında; çarpışan çıkarlar birbiri üstünde galibiyet kuramamış; gerçekte I. Dünya Savaşı’nın patlak veriş sebeplerinden hiçbiri yerine gelmemiştir.
Bununla birlikte; Türkiye, Hindistan, Mısır, Endonezya, Çin gibi ülkelerde Emperyalizme(ve o zamanın tabiriyle Mazlum Milletler, Soğuk Savaş dönemi tabiriyle Üçüncü Dünya ülkeleri için bunun kaçınılmaz sonucu olarak Kapitalizme) karşı hareketler güç kazanmış, ulusal kurtuluş hareketleri çağı açılmıştı.
Hal böyleyken; büyük devletlerin kendi kendine çatışmasıyla hem sermayenin, hem dünyanın zarar görmesi; bunun yanısıra ulusal bağımsızlık hareketlerinin önünün açılması, büyük devletler için büyük tehlike idi. Bunu özellikle, kapanmayan hesapların yeniden çatıştığı ve Kapitalist yolu izleyen tek devletten başka herkesin zararlı çıktığı 2. Dünya Savaşı sonunda görmek mümkün olmuştu.
2. Dünya Savaşı sonunda kurulan yeni dizge; NATO, BM, IMF gibi çokuluslu düzlemler kullanılarak oturtuldu. Klasik tabiriyle sömürgecilikten vazgeçildi. Bağımlıların yarı bağımlı ama bağımsızların da mutlaka ve mutlaka yarı bağımsız olacağı yeni bir dizge geliştirildi. Çokuluslu şirketlerin dünya düzeninde rolü artarken; ortakpazarlar aracılığıyla az gelişmiş kabul edilen topraklarda baskı kurmak hedeflendi.
Çokuluslu askeri, siyasi ve ekonomik oluşumlarla örülen devlet-şirket ilişkilerinin tavan yaptığı bu dizge; Kapitalizmin en yeni evresi idi. Doğası gereği ulus devlete ve ulusal hareketlere karşı idi; çünkü devletlerin tekil halde çıkarlarını savunmalarını değil; sermayenin birleşmesini öngören bir dizge idi.
Beklenen bir sonuç olarak, ulus devletlere kavram olarak savaş açıldı. Yeni çağın imparatorlukları ve derebeylikleri, mülkiyet hakkı derebeyinde bulunan çiftçilerin tırpanı ve güvenlik için inşa edilen kale ve şatolarla değil; senet, banka hesabı ve gökdelenlerle kuruldu.
Ulus devlet yöneticileri, şirket patronları ve onlarla kader ortaklığı eden büyük devlet dizgelerine karşı; çürümekte olan eski bir anlayışın savunucuları olarak horlanmakta, ulus devletler yok olmaya mahkûm olarak nitelenmekteydi. Bu neresinden bakılsa bir bunalım idi.
İki Amerikalı ekonomist, bunu şöyle ifade edecekti: “Şirketler, yerel, ulusal ve uluslarüstü düzeyde politik kurumların sınırlarını aştıklarından, ulusal liderler ekonomik konular üzerindeki denetimlerini giderek yitirmektedirler. Sonuçta dünya, uygar çağda eşi benzeri görülmemiş bir yetki bunalımıyla karşı karşıya gelmektedir.”
Şirketlerin dünya üzerinde kurdukları egemenliğin açık bir örneğini vermek adına, ABD’nin büyük kapitalistlerinden Nelson A. Rockefeller’ın 1956 yılında, ders ve talimat verir bir dille ABD Başkanı Dwight Eisenhower’a yazdığı mektuptan parçalar sunarız:
Mektup, “Sevgili Başkanım” diye başlamakta ve azgelişmiş ülkelere ilişkin görüşlerden askeri paktlarla ilgili önerilere dek bir dizi dersle devam etmekteydi. “Bizim politikamız hem global hem de total olmalıdır.” diyerek küreselleşen sermayenin çok boyutlu egemenliğini öngörürken; global politikalar ve ticaretin sonucunu da itiraf edebilmiş oluyordu: “Bayrağın ticareti takip etmesi bir Amerikan geleneğidir.”
Herhalde bu coğrafya için en ilginç ifade ise şuydu: “Oltaya yakalanmış balığın yeme ihtiyacı yoktur. Genişletilmiş iktisadi yardım, örneğin Türkiye’ye, bazı hallerde düşünülenin tersi sonuç verebilir.”
Şirket ve büyük devlet tekelinde hayatını sürdürmesi kurgulanan yeni dünyada Türkiye’ye biçilen rol, oltada balık olmaktı.
Yeni Dünya Düzeni ve bunun doğal getirisi olan Küreselleşme düşüncesinin ikinci evresi, 1982-1983’te başladı. Yeni Dünya Düzeni’nin öncüsü ABD, düzeni yaymak ve Sosyalizmle mücadele için yeni bir uygulama başlattı. Büyük çaplı Küresel oluşumların yanısıra, her ülkede vakıflar, dernekler ve oda örgütlenmeleriyle ülkelerin Kapitalist odak olan ABD’ye bağlanması sağlanacaktı.
Böylece Çokuluslu Şirketler, büyük devletlerle koyun koyuna; büyük devletler de tüm dünyada faaliyet gösteren dernek, vakıf ve sivil örgütlenmelerle el ele olacaktı. Şirketler ve dernekler arasındaki ilişkilerse modern dünyanın gereği süsüyle bezenecekti. Kâr ve çıkar her zaman için büyük devlet ve büyük şirkette kalacaktı!
Hayat akışı gelip 21. Yüzyıla dayandığında; manzaraya şöyle bir göz atanlar, şu gerçeklerle burun buruna gelecekti:
Yıl: 1970; dünya nüfusunun %20’sini oluşturan gelişmiş ülkelerin dünyadaki toplam gelirde payı %73,9.
Yıl: 1970; dünya nüfusunun en yoksul %20’sinin toplam gelirden payı %2,3.
Yıl: 1989, en zengin %20’nin payı, %82,7!
Yıl: 1989, en yoksul %20’nin payı, %1,4!
Yıl: 1999. İtiraf… Dünya Bankası yetkilisi diyor ki, “Gelecek 20 yılda yeni dünya ekonomisinde(Küreselleşen Ekonomi diye okuyunuz), zenginler daha zengin, fakirler daha fakir olacaktır.”
Küreselleşme’nin ekonomik sonucu trajikomik görüntüler getirdi. 1998 yılı İnsani Kalkınma Raporu’na göre; dünyanın en zengin üç kişisinin geliri; 48 ülkenin ulusal gelirine eşit.
En büyük 300 çokuluslu şirketin malvarlığı, üç milyar insanın maddi gücüne eşit.
Son olarak, 1992 yılında spor giyim firması Nike’ın; sporcu Michael Jordan’a ödediği reklam parası; Endonezya’daki bütün işçilerine ödediği paradan daha fazlaydı.
Gücünü sermayeden ve şirketlerin egemenliğinden alan; merkezi yönetimi zarar, küçük birimlerle işlemeyi kâr olarak algılayan Küreselleşme’nin Ulus Devletlere doğal karşıtlığı, bugün hantal ve eski kafalı ulus devletlerin artık ortadan kalkması gerektiğini tartıştıracak düzeydedir.
Ulusal bağımsızlık hareketlerinin önderliğini yapmış(ve bunun üzerine kurulmuş) olan Türkiye, ulusçu değil bireyci, merkezî değil küçük parçalı olmayı öngören Küreselleşme/Yeni Dünya Düzeni’nde nasıl bir yere sahiptir?
1939’da Batı’yla anlaşma yaparak ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Yeni Dünya Düzeni’nin aktörü olma niyetiyle Batı’ya eklemlenerek Karşıdevrim’i başlatan Türkiye’nin; NATO’yla, BM’yle, AB tutkusuyla geçirdiği 65-70 yıllık sürecin sonunda Küreselleşen Kapitalizmden gördüğü zararları Tevfik Çavdar sıralıyor:
-Ülkenin tüm ekonomik kuruluşları çökertilmiştir.
-Ülkenin varlığı olan KİT’ler özelleştirme adı altında haraç mezat satılmıştır.
-Ülkenin iç ve dış borcu; ulusal katma değeri katlamaktadır.
-Yolsuzluklar, kara para ve kayıt dışı ekonominin yaygınlığının önünün kesilememesi ekonomiyi tehdit etmektedir.
-Sağlık, sosyal güvenlik, milli eğitim gibi, sosyal devletin temel unsurları, bütünüyle piyasanın acımasız yönetimine bırakılmıştır.
-Dış politikada ABD ve AB dominant rol oynamaktadır.
Bu koşullar altında, siyaset ve ekonomisini; toplum hayatını, tarihle ilgili söz söyleme yetkisini, kendisini oltada balık gören Küresel Sermaye’ye bırakmış bulunan Türkiye’nin harcında; gerçekte bunların tümüne karşıtlık yatmaktadır.
Emperyalizmi Anadolu yaylasına taze gömmüş olan Gazi Mustafa Kemal, 1923’ün başlarında şunları söylüyordu:
“Geçmişte, Tanzimat devrinden sonra yabancı sermaye, üstün hakları olan bir yere sahipti. Ve bilimsel anlamda denebilir ki, devlet ve hükümet, dış sermaye jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır. Her uygar devlet gibi, millet gibi, yeni Türkiye de bunu uygun bulamaz. Burasını esir ülkesi yaptıramaz!”
Can Güçlü
16.01.2013
Dipçe: Bu metin, bir ödev olarak hazırlanmıştır.
YARARLANILAN KAYNAKLAR
AVAR, Banu: ‘Gün’ ‘O Gün’dür!, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2012
AVAR, Banu: Kaçın! ‘Demokrasi’ Geliyor!, Remzi Kitabevi, İstanbul, 2012
AYDOĞAN, Metin: ‘Antik Çağdan Küreselleşmeye Yönetim Gelenekleri ve Türkler’ Küreselleşme ve Siyasi Partiler, Umay Yayınları, İzmir, 2006
AYDOĞAN, Metin: ‘Antik Çağdan Küreselleşmeye Yönetim Gelenekleri ve Türkler’ Batı ve Doğu Uygarlıkları, Umay Yayınları, İzmir, 2006
AYDOĞAN, Metin: ‘Antik Çağdan Küreselleşmeye Yönetim Gelenekleri ve Türkler’
Türk Uygarlığı, Umay Yayınları, İzmir, 2006
AYDOĞAN, Metin: Bitmeyen Oyun ‘Türkiye’yi Bekleyen Tehlikeler’, Umay Yayınları, İzmir, 2010
AYDOĞAN, Metin: Yeni Dünya Düzeni Kemalizm ve Türkiye, Umay Yayınları, İzmir, 2007
DEĞER, Emin: ‘Emperyalizmin Tuzaklarındaki Ülke’ Oltadaki Balık Türkiye, Kilit Yayınları, 2010
DİKBAŞ, Yılmaz: İğfal ‘Avrupa Birliği’nin İğfal Ettikleri’, Asya Şafak Yayınları, İstanbul, 2012
GÜLLER, Mehmet Ali: ABD’nin Neo-Osmanlı Projesi ‘Büyük Kürdistan’, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2012
İLERİ, Selim: Nam-ı Diğer Kaptan ‘Attila İlhan’ı Dinledim’, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2005
İLHAN, Attila(Yön.): Bir Millet Uyanıyor!, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2006
ÖZAKMAN, Turgut: Cumhuriyet ‘Türk Mucizesi’ c.1, Bilgi Yayınevi, Ankara, 2009
SORAL, Bartu: Kurt Kapanı, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2010
YILDIRIM, Mustafa: Savaşmadan Yenilmek, Ulus Dağı Yayınları, Ankara, 2007