‘LAİKLİK’İN L’Sİ (III)
Salamank Okulu ve laiklik
İspanya’da 16. Yüzyılda, Franscisco Vitoria (1483-1546) tarafından sadece teolojik değil ama tüm ‘düşünce alanları’nı kapsayan bir atılımına tanık oluyoruz.
Özde ‘yeni ekonomik düzen’le birlikte jusnaturalistes de denilen yeni bir ‘ekonomi’, ‘doğal hukuk’ ve ‘ahlâk’ kuramı değişik düşünürlerce kendi köşelerinden geliştirilmeye çalışılacak ama belli bir ‘okul’ oluşturabilecek bir bütünlük gösterecektir.
Başta Francisco Vitoria olmak üzere, Domingo Soto (1495-1560), Martin Azpilcueta ve Tomas Marcedo gibi kimi düşünürler 13.yüzyıldan buyana egemen olan ve Tomizm diye adlandırılan Thomas d’Aquin (1225-1274)’in görüşlerine yeni bir açılım getireceklerdir.
Tomizm’e göre, Tanrı pürü paktır ve İnsan ancak ‘görünür şeylerden’ hareketle kavrayabilir ama İnsan’ın Tanrı’ya ulaşması (saisir) olanaksızdır.
Öyle gittim, gördüm, geldim ya da ‘söylenildiğine göre ben de değil ama o gidip, görmüş, gelmiş türü söylenceler ‘boş’tur. İnanıyorsan inanacaksın, ama ötesiyle uğraşmayacaksın demek istemiş olmalı Thomas d’Aquin.
Doğrusu güzel söylemiş katolik papaz.
Eğer aklını kullanacaksan, bak dünya değişiyor, gittikçe karmaşıklaşan ekonomik, hukuksal ve ahlâksal konulara eğil ve bulabileceksen bu ‘dünyevî sorunlar’a uygulanabilir (pratik) çözümler bul..
İşte Salamank okulu, bu bakış açısıyla, hümanizm denilen ‘insan merkezli’ bir dünya görüşü geliştirmeye çalışmıştır.
Günümüze kadar gelen ‘yaşam hakkı’, ‘mülkiyet hakkı’, ‘düşünce özgürlüğü’, ‘saygınlık’ gibi insana özgü ‘haklar’ işte bu dönemin düşünürlerince ilk kez ileri sürülmüş olmaktadır.
Ne var ki, tam da bu görüşler dolayısıyla, Thomas d’Aquin döneminin ‘Orta Çağ’ engizisyon mahkemeleri (1231) yerine Orta Çağ sonu İspanyol engizisyon mahkemeleri (1478-1834) de kurulmayacak değildir.
Egemenlik ve laiklik
Henüz Büyük Fransız Devrimi’nin ‘egemenlik’ görüşüne ulaşılmasa da temellerinin Salamank Okulu tarafından atıldığı ve değinildiği üzere Rousseau tarafından da ‘geliştirilmiş’ olduğu söylenebilir.
Ve yine İngiliz’lerin Magna Carta (1215)’sına karşın hâlâ İngiliz Sarayı’nın ‘Ulvî’ denilebilecek bir dokunulmazlığı vardır. İngiliz Sarayı, geliştirilmekte olan egemenlik (souvérenaité) kavramına karşılık, “İktidarın meşru kaynağı Tanrı ve onun gerçek temsilcisi Kraldır” diye bir karşıt-görüş geliştirecektir.
Önce Allah sonra kral.
Oysa Salamank okulu yandaşları, ‘Egemenliğin kaynağı halk’tır ama halk bu ‘hak’kını belirli koşullar altında krala devretmiştir görüşünü ileri sürmektedirler.
İşte üçyüz yıl kadar sürecek bu ‘tartışma’lar sonunda, 1789’da ‘Egemenlik ulusundur’ denilecek ve ondan 230 yıl sonra da, egemenliğin tartışmaya yer bırakmayacak biçimde, yani ‘kayıtsız koşulsuz’ ulusta olduğu ileri sürülecektir.
Böylece ‘ulusun egemenliği’ne Tanrı karıştırılmayacak, o daha çok yurttaşların günah ve sevaplarıyla ilgilenecektir.
Demek ki laiklik, din ya da ‘günah ve sevap’ işleme özgürlüğüyle ilgili olmayıp, insanların yönetim biçimlerine kendilerinin karar vereceklerinin kabul edilmesinden başka bir şey olmayacaktır.
Luis de Molina (1535-1600)’nın görüşlerinden kaynaklandığı için Mollinizm diye adlandırılan anlayışa göreyse, egemenlik yine ‘halk’ta (ulus) olmasına karşın ülkeyi yönetenler dönemin yükselen sınıfı tüccarlar olmalıdırlar. Özellikle denizaşırı ticaretin olağanüstü zenginlikler kazandırdığı bir toplumda, Devlet de bir ‘şirket’ gibi yönetilmeli ve tüccarlar da ‘hükûmet’ (gouvernant) olmalıdırlar.
O arada, toplumun birey üzerindeki gücünün, bireyin kendi üzerindeki gücünden çok daha büyük olduğu belirtilmeldir. Çünkü yöneticilerin gücü ‘Yüce Tanrı’dan gelmektedir.
Bu görüşün 80 sonrası Türkiye’sinde ‘yeniden ortaya çıkmasına (nüksetme de denilebilir) neden ‘Yeni Merkantilizm’ denildiği de böylece anlaşılabilir.
Egemenlik milletindir ama ‘Allahın yardım ettiği’ yönetici elit ülkeyi ‘tüccar kafası’yla yönetmelidir. Böylece hem Allaha ve hem kula hizmet edilmiş olunacaktır.
İşte ‘laikliğin bu olmadığını’ anlayamayan bu ‘tüccar kafası’dır.
Onların ‘yüce milletimiz’ dedikleri, Allahın kendilerine yönetmek için verdiği ‘halk’ kitlesi olup, ‘egemenlik’ de bu sonunculardan ‘sandık’ aracılığıyla kendilerine aktardıkları ‘Devlet gücü’ olmaktadır.
Böylece laiklik’in sadece siyasal, kültürel ve hukuksal yönü değil ve belki daha çok ‘ekonomik’ yönünün ağır bastığı konusuna gelmiş oluyoruz.
Nitekim az ileride ‘ekonomi politik’ yönüyle laikliği ele alacağız ama, bu arada sözkonusu dönemde ‘Kral’ların ve özellikle de İngiliz krallarının, nasıl tüccarların peşinde koştuklarını ve paralarını kimi bürokrat ve özel aracılarla değerlendirmeye çalıştıklarını belirtelim.
Sir Thomas Gresham (1519-1579)’dan Lord John Maynard Keynes (1883-1946)’e; Goddard Rockefeller (1590- 1684)’den günümüzdeki Rockefeller’e değin çok şeyin değiştiği söylenemez.
Ekonomi Politik ve Laiklik
Ekonomi politiği tarihsel olarak inceleyen ünlü ekonomist Avusturyalı Joseph Schumpeter (1883-1950)dir.
Schumpeter skolastik düşünceyi ve özellikle de İspanya’daki Salmanak Okulu’nun görüşlerine öylesine önem vermiştir ki, ‘Ekonomi bilimi’nin kurucuları olarak görülmesini istemiştir.
O’na göre, modern ekonomi kuramı’nın temellerini bu Salmanak Okulu atmıştır. Zaten Ekonomik Düşünce’de ‘Avusturya Okulu’ da Salmanak Okulu’nun yenilemesinden başkası değildir: özel mülkiyet temeli üzerinde, kişilerin, malların ve düşüncenin ‘serbest dolanımı’.
İşte bu ‘serbest ticaret’ ve ‘serbest dolanım’ içinde, kişilerin etnik, dilsel ve dinsel ayırımına yer yoktur ve bu yönüyle de ister istemez ‘laiklik’, bu ‘sistem’in önemli bir dayanağı olarak görülebilir.
Bu yaklaşımın ‘laiklik’in siyasal, hukuksal ve kültürel yönleriyle ne denli bağdaştığını da bundan sonraki bölümde ele alalım.
(Sürecek)
Habip Hamza Erdem