Lozan ve hukuk birliği
Türkiye Lozan'da her şeyden önce bağımsız bir ulus devlet olarak doğdu. Bu “hukuk birliği” ile sağlandı. Lozan'da sağlanan “hukuk birliğini” tartışmaya açmak “ulus devleti” tartışmaya açmaktır.
İktidar, “çoklu baro” uygulamasını “baroları daha demokratikleştirmek” söylemiyle savunuyor. Ancak “çoklu baro” uygulaması baroları daha demokratikleştirmekten çok ülkedeki “hukuk birliğini” bozacağa benziyor. Ülkede “hukuk birliğinin bozulması” demek Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesinin yerle bir edilmesi demektir.
Her şeyi en başından anlatayım!
ÇOK HUKUKLU OSMANLI DÜZENİ
Osmanlı düzeni çok hukukluydu. Klasik Osmanlı hukuku, “şeri hukuk” ile zaman içinde oluşan “örfi hukuk”tan oluşuyordu. Şeri hukuk, adı üstünde İslam şeriatına dayalı dinsel hukuktu. Örfi hukuk ise -sanılanın aksine örf ve adetlerin ötesinde- padişahların irade ve fermanlarına dayanan kanun hukukuydu. Osmanlı'da esas yargı kurumu kadıların görev yaptığı şeriye mahkemeleriydi. Ayrıca 1864'te nizamiye mahkemeleri kurulmuştu.
Osmanlı Devleti'nde gayrimüslimler de kendi kilise hukuklarına tabiydiler. Osmanlı “Millet Sistemi”ne göre gayrimüslim azınlıklardan her biri ayrı birer millet olarak adlandırılmış ve “milletbaşı” denilen dini liderlerine hem dini hem de hukuki yetkiler verilmişti. Böylece Osmanlı'da gayrimüslim cemaatler bir tür hukuki özerklik elde etmişti. Osmanlı'da gayrimüslim cemaatlerin davalarına “cemaat mahkemeleri” bakardı.
Osmanlı'da yabancıların da ayrı hukuku vardı. İlk defa 1535'te Fransa'ya verilen kapitülasyonlarla Fransız tüccarların her türlü davalarına Fransız konsoloslar bakacaktı. Daha sonra bu hukuki ayrıcalıklar başka yabancı ülkelere de tanındı. Böylece devletin egemenlik haklarına aykırı biçimde bir “kapitülasyon hukuku” ortaya çıktı. Osmanlı mahkemeleri -yabancı konsoloslardan izinsiz- en adi yabancı suçluları bile tutuklayıp yargılayamazdı. Osmanlı'da yabancıların davalarına “konsolosluk mahkemeleri” bakardı.
Görüldüğü gibi Osmanlı “çok hukuklu” sisteminde ayrı mahkemeler vardı: Bunlar şeriye mahkemeleri, nizamiye mahkemeleri, cemaat mahkemeleri ve konsolosluk mahkemeleriydi. Bu çoklu sistem, Osmanlı'da hukuk karmaşasına neden oluyordu.
Osmanlı, Birinci Dünya Savaşı'nın başlarında 1914'te tek taraflı olarak kapitülasyonları kaldırdı. Böylece kapitülasyon hukuku gereği kurulan konsolosluk mahkemeleri de kaldırıldı. Ancak Batılı devletler bu oldubittiyi kabul etmediler. Mondros Ateşkes Antlaşması'ndan sonraki işgal sırasında bu mahkemeleri yeniden açtılar.
Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı sırasında, 1917'de de Hukuki Aile Kararnamesi ile cemaat mahkemelerine son verdi. Ancak bu kararnameye hem Batılı devletler, hem gayrimüslim cemaat liderleri karşı çıktı. İşgal yıllarında İtilaf devletlerinin baskısıyla 1919'da bu kararname yürürlükten kaldırıldı. Böylece cemaat mahkemeleri de yeniden açıldı.
Görüldüğü gibi Batılı emperyalist ülkeler, yüksek çıkarlarını korumak için Osmanlı'nın dinsel temelli çok hukuklu yapısının devam etmesini istiyorlar; hukuk birliğine izin vermiyorlardı.
Lozan'da İtilaf devletleri çok hukuklu sistemi savundular
LAİK HUKUKA KARŞI ÇIKTILAR
Osmanlı Devleti, dinsel temelli “çok hukuklu” sistem gereği gayrimüslim azınlıkların kendi cemaat mahkemelerini kurmalarına izin vermişti. Osmanlı'daki yabancılar da kapitülasyonlardan kaynaklı olarak kendi konsolosluk mahkemelerine sahipti.
Lozan'da başta İngiltere olmak üzere İtilaf devletleri, “Osmanlı'nın şeri hukukla idare edilen bir din devleti olduğunu” belirterek cemaat mahkemelerinin ve konsolosluk mahkemelerinin devam etmesini istediler. Bunun için “çok hukuklu” sistemi savundular.
Lord Curzon, Venizelos ve diğerleri, hep birlikte azınlıkların “özel hukuk ve aile hukukunda” kilise hukukuna tabi olmasını istediler..
Lozan'da Türk heyeti, Patrikhane'nin yurt dışına çıkarılmasını isterken Yunan delegesi Venizelos, özel hukuk ve aile hukuku alanlarında Türk mahkemelerinin değil, Patrikhane'nin yargılama yetkisini savundu. Venizelos şöyle dedi: “Türkiye'de Müslümanların aile ve şahsın hukuku davalarına şeriye mahkemeleri bakıyor. Hıristiyanların da Hıristiyanlık kanunları uyarınca bu konulara bakacak kendi mahkemelerinin olmaması kabul edilemez” Venizelos, Osmanlı'nın teokratik bir devlet olup İslam hukukunu uyguladığını, bu nedenle Osmanlı'daki Hıristiyanların da eskiden olduğu gibi aile hukuku alanında kendi dinsel hukuklarına tabi olmalarını savundu. Venizelos şöyle dedi: “Hıristiyanlık uyarınca yapılan evlenmeler, özü bakımından dinseldir; bu Hıristiyanlığın kutsal saydığı işlerden biridir. (…) Hıristiyanların evlenmesine Müslüman din makamları karışmamalıdır. Hristiyanları ilgilendiren evlenmelere Hıristiyanlık hukukuna göre karar verilmelidir.”
Görüldüğü gibi Venizelos, Osmanlı'da dinsel temelli çok hukuklu sisteminin devam etmesini ve Hıristiyanların eskisi gibi kendi dinsel hukuklarına tabi olmalarını istiyordu.
Lozan'daki Türk heyeti, Türkiye'nin artık bir din devleti değil, “laik” bir devlet olacağını ve din farkı gözetilmeden herkesin aynı laik, çağdaş hukuka tabi olacağını belirtti. Örneğin Rıza Nur şöyle dedi: “Türkiye büyük bir devrim yapmış, teokratik monarşiye son vermiştir. Türkiye kelimenin tam anlamıyla çağdaş bir laik devlet olmuş, bunun sonucunda da din ve devleti kesin olarak birbirinden ayırmıştır.” Rıza Nur ayrıca “Türk mahkemelerinin laik bir bakanlığa, Adalet Bakanlığı'na bağlandığını” belirtti. Münir Bey de şöyle dedi: “Türk hükümeti yakında çağdaş yasalar hazırlamak niyetindedir. Türk hükümeti bu eski kurallar yerine, ayrım yapmaksızın hem Müslümanlara hem de Müslüman olmayanlara uygulanacak kurallar koymayı düşünmektedir.”
Lozan'da Türk heyeti, “Herkese uygulanacak laik çağdaş hukuk” tezini savunurken İtilaf devletleri bunun mümkün olmadığını söyleyerek ısrarla dinsel temelli “çok hukukluluğu” savundular.
1.Caclamanos, Hıristiyanlıkta evlenme ve boşanmanın medeni hukuk eylemi değil, dinsel bir eylem olduğunu belirterek laik yasaların bunun gibi dinsel konulara uymayacağını söyledi. M. Laroche de dinsel uygulamalara aykırı olacak bazı medeni ve laik yasalardan endişelendiğini dile getirdi. İngiliz temsilci M. Ryan da “Hem Müslümanlara hem de Hıristiyanlara uygulanabilecek bir ilke bilmediğini; hem Müslümanlara hem de Müslüman olmayanlara aynı kanunun uygulanmasında bir yarar görmediğini” söyledi. “Böyle bir tavır, Müslümanlar kadar Hıristiyanları da kendi özel geleneklerini uygulamaktan yoksun bırakır. Bu ise azınlık haklarına aykırıdır” dedi. Bunun üzerine Münir Bey, “Çeşitli topluluklarla çeşitli dinlerin bir arada yaşadıkları Avrupa ülkelerinde yurttaşların, medeni kanunun çeşitli dinsel yasalara uygun düşme kaygısında olmadığını” belirtti. İtalyan temsilci M. Montagna, “Ayrım yapmaksızın bütün Türk uyruklara uygulanacak genel bir kanun çıkarmanın mümkün olmadığını” söyledi. “Herkese aynı ilkeleri uygulamak istemekle Türk hükümeti, ayrım gözetmeksizin herkesi gücendirmek ve herkese haksızlık yapmak tehlikesiyle karşılaşır. Üstelik Müslüman ve Hıristiyan gelenekleri farklıdır.” dedi. Münir Bey “Eski yasalar yerine tamamıyla çağdaş yasalar konulacaktır. Türk heyeti, herkese uygulanabilir bir kanun hazırlamanın imkânsız olmadığını düşünmekten vazgeçmeyecektir” dedi. Bunun üzerine İngiliz Rumbold, “İngiliz hükümetinin ayrım yapmaksızın Hindistan'da yaşayan herkese uygulanacak bir kanun çıkartması imkânsızdır” dedi. Münir Bey, bir sömürge olan Hindistan'ın Türkiye ile karşılaştırılamayacağını söyledi.
Lozan'da İsmet Paşa, kapitülasyonların kaldırılıp konsolosluk mahkemelerinin kapatılmasını şöyle savundu: “Özellikle bu son zamanlarda medeni hukuk alanında çok önemli reform gerçekleştirilmiştir. Bu reformla, hukuk kurumlarımız tümüyle laikleşmiştir. Yargı örgütümüz ve reformumuz tümüyle Avrupa kurumları temel alınarak yapılmış olduğundan kapitülasyonların kaldırılması zorunluluğu doğmuştur.” İsmet Paşa daha sonra konsolosluk mahkemelerinin zararlarından söz etti; bu mahkemelerin uzun sürdüğünü, yabancı suçluları koruduğunu ve ülkenin bağımsızlığına aykırı olduğunu belirterek kaldırılmalarını istedi.
İtilaf devletleri, Osmanlı'nın bir din devleti olduğunu hatırlatarak, çağdaş hukuka sahip olmayan Osmanlı'da yabancılar için konsolosluk mahkemelerine ihtiyaç olduğunu savundular. Örneğin M. Garroni, “Türkiye'nin dinsel kurallardan esinlenen birtakım kanunlarla yönetildiğini” söyledi. Lord Curzon da şöyle dedi: “İsmet Paşa, medeni kanuna alınmış İslam hukuku kurallarının dinsel bir niteliği olmadığını söylemiştir. (…) Türk medeni kanunu din bilginlerince hazırlanmıştır ve kesin olarak şeriat hükümlerine dayanmaktadır.” Bargeton, yabacıların kişisel sorunlarının hangi mahkemede çözüleceğini sorarak şöyle dedi: “Türkiye'de bu sorunlar için ancak dinsel mahkemeler vardır. Yabancıların kişisel sorunlarının bu mahkemelerde çözülmesi olur şey değildir.” Bu soruya Veli Bey “Türkiye'de mahkemeler laik kanunlar uyarınca da hüküm verebilir” diye cevap verdi. M. Ryan, “Medeni kanun İslam'a dayanan bir kanundur. Şeriat yasaları yabancılara uygulanamaz” dedi. M. Galli de “Osmanlı anayasasının bir maddesi kanunların her zaman dinsel hukuka uygun olması zorunluluğunu öngörmektedir” dedi. Buna karşın Tahir Bey, Türk kanunlarının laik niteliğine vurgu yaptı.
Görüldüğü gibi Lozan'da Türkiye'nin “Herkese uygulanacak laik çağdaş hukuk” tezine karşı İngiltere ve müttefikleri, açıkça “dinsel hukuku” ve bundan kaynaklı “çok hukuklu” sistemi savundular. Israrla Türkiye'nin bir “din devleti” olduğunu, bir din devleti olarak kalması gerektiğini belirterek çok hukuklu sistem gereği cemaat ve konsolosluk mahkemelerinin devam etmesini istediler. Çünkü Türkiye'de “Herkesin tabi olacağı laik, çağdaş hukuk”, İtilaf devletleri ve azınlıkların çok hukuklu sisteme dayalı eski ayrıcalıklarının ortadan kalması demekti. İtilaf devletleri, hem azınlıkların hem kendilerinin eski ayrıcalıklarını sürdürmek için Lozan'da dinsel temelli çok hukuklu sistemi savundular. Türkiye ise Lozan'da emperyalist ülkelerin bu “dinsel hukuk” ve “çok hukukluluk” dayatmasını reddetti.
Sonuçta Lozan'da Türkiye Osmanlı'nın çok hukuklu sistemine (dinlere göre hukuk ayrımına) son vererek cemaat mahkemelerini kaldırdı. Devlet içinde devlet görünümündeki Patrikhane'nin siyasal ve yargısal tüm yetkilerini elinden aldı. Kapitülasyonları kaldırıp konsolosluk mahkemelerine de son verdi. 1926'da laik nitelikli bir medeni kanunun kabulüyle Türkiye'de herkes tek bir hukuka tabi oldu. Böylece hukuk birliği sağlandı.
Türkiye Lozan'da her şeyden önce bağımsız bir ulus devlet olarak doğdu. Bu hukuk birliği ile sağlandı. Osmanlı'nın cemaatlere ve yabancılara tanıdığı hukuki ayrıcalıklara son verildi. Parçalanmış ve dış müdahaleye açık dinsel temelli çok hukuklu düzenden yurttaşların eşitliğine dayanan laik, çağdaş tek hukuklu düzene geçildi.
Demem o ki, “çoklu baro” tartışmasının “çok hukukluluk” tartışmasına dönüşmesi (ki uzak bir ihtimal değildir) Lozan'da sağlanan “hukuk birliğinin” tartışmaya açılması demektir. Hukuk birliğini tartışmaya açmak “ulus devleti” tartışmaya açmaktır.
KAYNAKÇA
1) Seha L. Meray, Lausanne Konferansı, (1922-1923), Konferanstaki Görüşmelerin Tutanakları ve Belgeler, (3 cilt), İstanbul, 2013.
2) M. Akif Aydın, “Osmanlı Hukukunun Genel Yapısı”, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti Tarihi, İstanbul, 1994, s. 375-438.
3) Taha Akyol, Bilinmeyen Lozan, İstanbul, 2014.
Sinan MEYDAN, 6 Temmuz 2020
https://twitter.com/smeydan