MARX’TA ‘ULUS’ (2)
Anımsanacağı üzere, ulus ve yurttaşlık konusu, Avrupa Birliği’ne yeni katılımlar ve bir anlamda ‘somut enternasyonalizm’ bağlamında alevlenmiş ve Türkiye’de de oldukça tartışılmıştı.
Bu somut enternasyonalizm, kapitalizmin uluslararasılaşmasında gelinen aşamayla ilgili olup, ekonomik sistem ya da daha genel olarak ‘üretim biçimi’yle onun sosyal örgütlenmesi olarak ‘halk’, ‘ulus’ ve ‘yurttaş’ tanımında da yeni bir ‘denge’ veya yeni bir ‘regülasyon’ arayışını gerektirmekteydi.
Dikkat edilirse, kapitalizm ve onun yeni biçimlenişlerini, sadece ‘ekonomik sistem’ bağlamında değil ama ‘üretim biçimi’ kategorisi bağlamında ele almak demek, toplumsal yapıyı ‘hukuk’, ‘ideoloji’, ‘politika’ gibi ‘üst-yapı’sıyla birlikte ele almak demektir.
Buna toplumsal ‘yeniden-üretim’ diyoruz, ki bu kavram bir başına incelenecek geniş ve o denli ‘derin’ çözümlemeleri gerektirmektedir.
O nedenle, ‘ulus’ konusunu, genel olarak ‘marksizm’ bağlamında değil ama salt ‘Marx’ın, denildiği üzere, ‘yeniden-okunması’ bağlamında ele almaya çalışacağız.
Bu konuda, başlangıçta İsabelle Garo’nun, proletarya ve ulus arasında ‘Marx’ta halk’ başlıklı makalesine göndermeler yapacağız (1).
Öyleyse öncelikle, Marx’ın ve giderek Marksizmin temel kavramlarından olan ‘proleter’in tanımlanmasından başlanacaktır.
Marx, klasik yaklaşımın ‘halk’ (peuple) anlayışının, tüm toplumu genel olarak türdeşleştirdiğini (homogénéisation), böylece sınıflar arası ilişkileri gizlemeye yol açtığını düşünmekte idi.
Nitekim, tüm ‘halk’ ya da ‘ulus’ tanımlamaları, bugün bile ‘toplam nüfus’u aynı potaya koyarak yapılmak istenmektedir.
Oysa bu tanımlama, özellikle ‘politik konumlanış’ alanında, herkesin ‘aynı gemide’ olması gibi bir ‘yanılsama’ya (illusion) yol açmaktadır.
Gerçekte ise, Roma hukuku’ndan beri, halk sözcüğü (populace, peuplade, peuple), ‘proles’ sözcüğünden türetilmektedir, ki bu sonuncusu soy, kuşak ve ecdad anlamına gelmekte idi (lignée).
Proleter sözcüğü, ilk kez, 1831 yılında Fransa’nın Lyon kentindeki dokuma işçilerinin ayaklanmasının ardından, 1832’de Antoine Vidal adlı gazeteci tarafından tüm ‘yoksul işçiler’ için kullanılmıştır.
Oysa, Fransız Devrimi sırasında işçi olup olmamasına bakılmaksızın toplumun alt tabakaları ‘Tiers-Etat’ terimiyle adlandırılmaktaydı.
Böylece proleter sözcüğü Tiers-Etat’nın sosyal ve hukuksal sınırlarının dışında bulunan kesimler için kullanılmaya başlandı.
On yıl sonra, bu kez 1842’de Almanya’da Lorenz von Stein adlı ekonomistçe kullanılan proleter sözcüğü, 1843 yılında Karl Marx tarafından Hegel’in hukuk felsefesini eleştiri yazılarında yer almaya başladı.
Henüz ‘ekonomik’ bir anlam yüklenmeyen proleter sözcüğü, hukuksal olarak ‘haksızlığa uğramış’ları betimlemek için kullanılıyordu.
Engels’in, İngiltere’deki emekçi kesimlerin ‘working class-classe laborieux’ durumunu anlatan makalelerinde yer alan proleter sözcüğü, 1848 ‘Manifesto’sunda ‘emekçi kesimleri’ dillendirmek için kullanılmıştı.
Ancak Marx Kapital’de, artık sadece haksızlığa uğramış ve ya da sadece emeğiyle geçinenler için değil ama, ürettiği ‘artı-değer’e el konulan ve bu nedenle zenginlikten ‘yoksun bırakılan’ (dépossédé) kesimler için kullanılır oldu.
Böylece proleter, ‘yoksul’ bırakılıyor olmasına karşın, üretilen toplumsal zenginliğin ‘asıl sahibi’ olarak, tüm insanlığın kurtuluşu için de öncü olan kesimler anlamında kullanılacaktı.
Proleter sözcüğüne, hukuksal, ekonomik ve sosyal niteliklerinin yanısıra, artık Marx’ta politik ve felsefî boyutuyla, insanlığın geleceğini ‘kurucu’ bir rol yüklenmiş olacaktı.
Böylece, ‘halk’ ve ‘ulus’u da aşan, evrensel bir nitelik kazandırılmış olmaktadır. O zaman, bu üç ‘terim’ arasındaki ilişkilere daha yakından bakmamız gerekecek demektir.
(Sürecek)
(1) Isabelle Garo, “Le peuple chez Marx, entre prolétariat et nation”, Théorie, 17 mai 2016