MARX’TA ‘ULUS’ (6)
Devrim kavramı konusunda, ‘Manifesto’da, burjuvazinin feodalizmi ortadan kaldırması gibi proletaryanın da burjuvaziyi ortadan kaldıracağına dayanan sav, kimilerince en kaba biçimiyle toplumsal yaşama uygulanmak istenmiştir.
Oysa, her ne kadar birincisi ikincisinin ‘önsözü’ (prélude) olarak formüle edilmişse de, özellikle XIXncu yüzyılın ikinci yarısındaki hızlı ve köklü toplumsal gelişmeler içinde bu ‘seneryo’da da derin değişiklikler yapılmasını gerektirmiştir.
Ne var ki, bütün bu kısmî değişiklikler, ana ‘strateji’den bir sapma olmaksızın ‘taktik’ değişiklikler olarak değerlendirilebilir.
Yani ‘Tarihin sonu’ gibi, günümüzde artık ne burjuva ne de proletarya kaldı ve artık sağ/sol çatışması da ‘anlamsızlaştı’ türü yaklaşımlar, olsa olsa Pax Romana türü Orta-Çağ özlemcilerinin yaklaşımı olabilir diyeceğiz.
Konumuz açısından, ‘ulusal boyut’un ayrı bir önemi olduğunun altını çizelim.
Gerçekten Marx ve Engels de, başlangıçta kapitalizmin dünyasal ölçekte genişlemesinin bir anlamda toplumları ‘uyumlaştırıp/aynılaştıracağı’nı (homogénéisation) düşünüyorlardı.
Ve işte ‘işçilerin vatanı yoktur’ sözü de bu bağlamda söylenmişti.
Kaldı ki, günümüzde bile, yeni ‘kavimler göçü’ gerçekliği karşısında bu söze hak vermemek mümkün müdür?
Her yıl, ülkeler değil ama anakaralar arasında milyonlarca işçi (veya her türden emekçi) hareketliliği yaşanmakta değil midir?
Tam da burada, ‘Halk’ ile ‘Proletarya’ arasındaki ayırım üzerinde yeniden düşünmek gerekmektedir.
Kendi ‘vatan’larını terk edip başka ‘vatan’lara yerleşen ‘halk kesimleri’ yeni vatanlarında ‘sosyal ve siyasî’ olarak bir ‘kimlik ve birlik’ (unité et identité) oluşturabilmekte midirler?
Yoksa kapitalizmin ‘yeni proleter’leri mi olmaktadırlar?
Ancak bu ‘yeni proleter’lerin ‘ulusal bağımsızlık’ değil ama Marksist strateji açısından burjuvaziyle mücadelede ‘politik’ bir güç oluşturdukları da söylenebilecektir.
Nitekim Marx, kendi dönemindeki gelişmelere göre, her ülke bağlamında değişik yorumlar yapmasına karşın, sınıfsız topluma ulaşmak için illa ‘ulusal proleterya’ aşamasından geçip geçmemenin değil ama, onun, Türkçe’ye genel olarak ‘özgürleşme’ olarak çevrilen ‘émancipation’ terimiyle dillendirdiği ‘politik rüşt’ünü ispatlamasını temel önerme olarak koyduğu anımsatılabilir.
Yani, ‘émancipation’ terimi, ‘libération’ terimi gibi salt engellerinden kurtulmak, ‘özgürleşmek’ veya ‘bağımsızlık’ kazanmak değil ama, özde kişisel (yani egoist) ve aynı zamanda yurttaşlık (yani tüzel) olmak üzere ‘rüştünü ispat etmek’ anlamında kullanılmaktadır.
Bu bakımdan, ‘liberal’ olmakla övünenlerin aynı zamanda ‘başı boş’ olmayı yücelttiklerini anımsatmak gerekebilir.
Öyle ki, liberalizmin ‘bireysellik’le salt ‘egoizm’i anladığını ama yurttaşlık gibi bir ‘tüzel kişilik’in ‘öge’si olmayı kavrayamadığı söylenebilir.
Ve Marx’ın ‘proletarya’nın ‘emencipation’unu kendi kuramının temel taşı ‘sine qua non’ olarak koyduğu, ama sanıldığı gibi ‘liberal’ olmadığı unutulmamalıdır.
Böylece ‘proleter’ tanımının da, sadece tarım ya da sanayi işçisi olmanın ötesinde, kafa emeği dahil olmak üzere tüm emekçileri kapsayan bir ‘tüzel kişilik’ olduğu söylenebilecektir.
Yani, salt kişisel egoizm serbestisi değil ama evrensel boyutta, ‘ulusal bilinç’ gibi bir ‘proleter bilinç’le hareket etmek ‘emansipasyon’u ya da olgunluğuna erişmek demektir.
Örneğin bir aydın ya da entelektüelin ‘işçinin yanında’ olması değil ama ‘emekçi dünyası’nın bir parçası olduğunun ayırdında olması demektir.
Şu da var ki, proleter bilinç ile ulusal bilinç kavramlarını iki ayrı ‘kategori’ olarak almak yerine, ülkelerin tarihsel, coğrafî, kültürel ve dinsel özgüllüklerine göre ‘biçimilenen’ ve birinden diğerine dönüşümü de kapsayan ‘diyalektik’ bir devinim olarak görmek gerektiği söylenebilir.
Nitekim ‘Halk’ terimi, Marx’ın yazılarında her zaman ‘ulusal sınırlar’ içindeki bir yapıyı karakterize etmek amacıyla yer almış ve onun ‘emansipasyon’u yani ‘politik rüşt’ünü ispatlamasına öncelik verilmiştir.
Bununla birlikte, liberal bir tutumla ‘halkların özgürlüğü’nü istemek ya da ‘bağımsızlık mücadelesi’ vermekle, evrensel ‘proleter mücadele’nin parçası olmak bir tutulmamıştır.
Bir kez daha yineleyecek olursak, Marksist açıdan, Fransız, Türk ya da Ekim Devrimleri, ‘ulusal rüştünü ispatlama’ devrimleri olduğu kadar, insanlığın gelişmesine katkıda bulundukları ölçüde ‘evrensel’ bir değer taşımaktaydılar.
Ancak bu, her ‘çok halklı’ toplumun her birinin ayrı bir ‘liberasyon’ mücadelesinin ‘evrensellik’ adına destekleneceği anlamına gelmez.
Çarpıcı bir örnek olarak, Suriye’de IŞİD’in ‘Irak-Şam İslam Devleti’ kurma mücadelesinin neresi ‘ulusal’ ve ne neresi ‘evrensel’ olarak değerlendirilebilir diye sorulabilir.
Ki, dünya genelinde geçen yüzyılın başında belli başlı 20 Devlet varken bugün bu sayı 200’ü bulmuş olmasına karşın, bir yandan sömürünün arttığı ve öte yandan evrensel insan haklarının her geçen azaldığına tanıklık edilmektedir.
Öyleyse Marx’ta ‘Devlet’ kavramına da değinmek gerekmektedir diyebiliriz.
(Sürecek)