‘MİLLÎ İRADE’NİN ÖZÜ
Millî irade’nin ‘mil’i, yani onun ‘işleyiş’ine olanak sağlayan şeyin, ‘eylem’ olduğunu söyledik.
Gerçekten de, politik iradenin eyleme geçmesi, us ve doğal hak ilkesi gereği, iktidarı onamak değil ama onu ele geçirmektir.
Değil mi ki, ‘millî irade’ felsefî bir kavram olmak kadar ‘politik’ bir kavramdır.
Zaten, biz burada, ‘millî irade’nin hem ‘felsefî’ ve hem de ‘poltitik’ yönlerini birarada değerlendirme çabasındayız.
Kaldı ki, felsefe, olgu ve olayları ‘yorumlamak’tan çok, onları ‘değiştirme’yi, ‘dönüştürme’yi gözetmediği sürece, haydi ‘gevezelik’ demeyelim ama ‘skolastik’ olmanın ötesine gidemez.
Lukacs’a göre, “sadece proletaryanın sınıf bilinci bu dönüştürücü işlevi barındıran bir pratik bilinç” olmaktadır.
Bu bilincin, politik iradeye dönüştürülmesi de belki ‘işçi partileri’nden beklenmektedir.
Kaldı ki burjuva partilerinin hemen hemen çoğu ‘muhafazakâr’lığın şu ya da bu biçimi olduklarıyla övünegelmektedirler.
‘Dönüşüm’ onların varlık nedenlerine aykırıdır.
Ya da, onların istedikleri ‘dönüşüm’ ileriye doğru olmaktan çok, geriye doğrudur.
Nitekim, AKP’nin son dönemde gerçekleştirdiği tüm ‘dönüşüm’lerin, ‘orta-çağ’a doğru olduğu apaçık ortadadır.
Turgut Özal’ın, o peltek ağzıyla ‘transformasyon’ dediği, işte bugünkü AKP tabanını oluşturan bilmem nerenin kılları olmuştur.
Oysa “ezilenler, diyor Freire, bir ‘şey’ olarak girdikleri mücadeleden ‘insan’ olarak çıkarlar”.
Türkiye’de bunun tersinin olması üzerinde yeniden düşünülmelidir derim.
Burada bir ‘usdışılık’ vardır !
O sıradan, gerçekte düşünce aczinin yansıması olan ve onları da ‘hoşgörme’yi öneren yaklaşımlar üzerinde durmak istemem. Onlara sadece acırım.
Herşeyden önce, tüm özgür ve iradi eylem biçimlerinde olduğu gibi, halk iradesi (millî?) de, kendi pratik yeterliliğiyle tanımlanabilir.
Çünkü ‘irade’ bir ‘töz’ (subtance), bir ‘nesne’ (objet) olmadığı için ancak onun ‘öz’üne bakılabilir: eylem/pratik.
Ve yine Kant, Fichte ve Sartre’a dayanarak denilebilir ki; ‘temel özgürlük’ ya da ‘aklın pratik uygulayımı’, kedisinin ‘ne’ olduğundan çok, onun yaptığı veya yarattığı şeyler aracılığıyla ortaya çıkar ya da anlaşılabilir.
Kendisi ‘ne’ yapmış ya da orataya ‘ne’ çıkarmışsa ‘o’dur.
Yukarıdaki örneğe dönülecek olursa, o, sadece orasının ‘kıl’ıdır.
Eh bunu hoşgörmek ya da onun dümensuyunda yürümek, ve hele saygı duyulacak bir şey olarak değerlendirmek, haydi ‘kıl olmak’ demeyecek olsak bile, ‘insan’ olmakla nasıl bağtaştırılabilir?
Ulus örneğinde olduğu gibi, herhangi bir ‘politik birlik’in ‘beka’sı onun sistematik olarak ‘denetimli’ (discipline) ve bölünmez (indivisible) olmasına bağlıdır.
“Böyle olduğu için, diyor Rousseau, egemenlik devredilemez ve bölünemez; çünkü irade ya genel (millî)’dir, ya da ortada yoktur”.
Ancak ve ne var ki, bu politik birliğin içindeki ‘farklılıklar’ ve ‘iç tartışmalar’ başka, fitne ve fesat (divisions des factions) ile kökten ayrılıklar (schiisme) başka şeylerdir.
Bu ikincilerin olduğu ‘politik birlik’te ‘millî irade’den sözedilemez.
Birinin çıkıp, ben bu toplumun yarısının CB’siyim dediği bir ülkede, diğer yarısının ‘yahu bizim de CB’miz sayılırsın’ demesinin bir anlamı yoktur.
‘Millî irade’, en azından Rousseau’nun dediği gibi, ya vardır ya da yok.
Türkiye’de bugün, kim ne derse desin, ‘millî irade’ yoktur.
‘İrade’nin ‘genel’ ya da ‘millî’ olmamasına yol açan taraf ise, yine kim ne diyecek olursa olsun diyelim, ‘iktidar’ı hile ve desise ile, gaspedenlerdir.
Ve bu ‘hile ve desise’ye boyun eğmek şöyle dursun, hile ve desiseyi yapanların ‘iktidar’ı aldıktan sonra yaptıkları onların ‘ne’ olduğunu hâlâ ortaya çıkarmamışa...
‘Millî Irade’nin ‘ne’ olduğu konusunda ne söylenip yazılsa boştur.
Yine de, suya yazılacak olsa da, konuyu biraz daha açmak gerekecek.
(Sürecek)
Habip Hamza Erdem