6 Ekim 1967 tarihli Kim dergisinde çıkan yazısında Uğur Mumcu, devrim ve demokrasi savaşında neden başarısız olduğumuzu anlatıyor. Acı olan, neredeyse yarım yüzyıl sonra bugün hâlâ aynı sorunlarla karşı karşıya olmamız. “Milli Merkez Kurultayı”na gönül veren, bel bağlayanlara bir hatırlatma, Mumcu’nun can alıcı sözleri:
“Önemli olan bugünkü adaletsiz düzenin, adaletsiz olduğunun halka bıkmadan usanmadan anlatılmasıdır. Bunun hangi örgüt içerisinde ve hangi koşullarda yapıldığı ayırt edilmeden, tüm namuslu aydınları etkin bir devrimci savaşın, ulusçu ve toplumcu ilkeleri çevresinde toplamak. Gerisi lafügüzaftır. Birbirimizi aldatmayalım.”
Toplumcunun Toplumcuya Toplumculuğu / UĞUR MUMCU
Devrimcilik ve demokrasi savaşında gerçekçilik ilk temel koşuldur. Yaptıklarımız, yapamadıklarımız, başarı ve başarısızlıklarımız, öncelikle gerçekçi gözle değerlendirilmelidir. Çünkü devrimciliğin en büyük düşmanlarından biri, devrimcilerin kendi kendilerini kandırmaları, hayal âlemlerine kapılmalarıdır. Bizler kendi kendimize, gerektiğinde en sert uyarıları yapamazsak, davamız kolaylıkla yozlaşır ve amacından sapar. Yolun neresindeyiz; gücümüz, etkimiz nedir, sesimizi kimler duyuyor? Sorunlarını savunduğumuz yoksul halk yığınları ile bağıntı kurabilmiş miyiz? Yoksa sesimizin yankılarını sadece biz duyup, bununla da avunuyor muyuz?
Bana biraz böyleymiş gibi geliyor. Bizler kendi aramızda evcilik oynar gibi devrimcilik, ilericilik, toplumculuk oyunları ile avunuyoruz. Şöyle bir düşünelim… Türkiye’de yayımlanan gazete ve dergilerin kaçı halkın öz sorunlarını yazmaktadır! Halkçı ve devrimci gazetelerin kaçta kaçı yoksul halkça okunmaktadır? Kurtarmak, sorunlarını çözmek için çabaladığımız halk bizlerin ne için savaştığını bilir mi? Duyar mı, duyabilir mi? Öyleyse, biz kime anlatıyoruz toprak reformunu, vergi adaletini, hele hele proletarya önderliğini?
Büyük kentlerdeki işçi mitingleri biraz da düşündürücüdür. Toplantıyı izleyenler öğrenci, öğretmen, aydın, yani ara tabakalar… Konuşmacılar hep işçi sınıfı önderliğinden söz açar ve alkışlanırlar. Alkışlayanlar kim? İşçi olmayanlar. Sağcı sermayeci partilerin toplantılarını ise hep kasketliler doldurur. Ve kendi ekonomik yaşantılarına karşı sözleri, kendi öz sorunlarıymış gibi dinlerler. Binlerce emekçi, bir halk düşmanını, bir demagogu alkışlarlar. Aynı soruyu soralım. Konuşanlar kim? Kapitalistler. Alkışlayanlar kim? Emekçiler! Kapitalist olmayanlar!
Bir kısır döngüdür bu. Emekçi sömürüldüğü için, sorunlarına ve emeğinin bilincine sahip çıkamaz. Aydın, emekçi ile ilişki kurma olanaklarına sahip çıkmadığı için kendi kendine toplumculuk yapar.
Ankara’da şu bulvar kahvelerini bir dolaşın. Her masada yurt sorunlarının tartışıldığını duyarsınız. Meyhanelerde, akşam yorgunluğunda ne düzenler yıkılır, ne düzenler kurulur! Kaloriferli konforlu evlerde de hep bu konular.
Bu davaların sahibi ise, hep bunlardan uzak kendi yaşantısını sürdürme çabasında. Ne kendi önderliğinden ne ara tabakalardan, ne de revizyonizmden bir haberi var. Gerçek halkçılık ile halk dolandırıcılığını birbirine karıştırdığı için demagogu kendinden yana sanır. Ona inanır, ona oy atar.
Bizim gözde yazarlarımız ise, halk sorunlarını inceleyen piyesler yazarlar. Büyük kentlerde, arabalarını otoparka bırakan ve gerçekten iyi niyetli aydınlar bu halkçı piyesleri kendilerinden geçerek alkışlarlar. Kimi anlatıyor bu gerçekçi piyesler? Ezilen hor görülen yoksul Türk halkını. İçlerinden bir teki bu oyunları seyretmiş midir acaba? En ilerici, en halkçı görünenimiz bile bundan sonra tiyatro ile halka inmenin gerekçelerini savunurlar. Evet, gerçekçi olmak, halka inmek… Ama hangi halka? Haftalık dergileri almak için bir lirayı bulamayan bir yurttaşa, on liralık piyeslerin halkçılığını anlatacak yürekli aydın çıkabilir mi?
İnsafla düşünelim. Böyle değil mi bu işler? Dergisinin köşesinde, Türkiye’de işçi sınıfı önderliğinden söz açıp önder sınıf tayin eden hırçın solcu yazardan, önder tayin edilenlerin bir haberi, bir bilgisi var mı?
Kendimizi kandırmayalım boş yere. En solda, solda, ortanın solunda olsun dergi ve gazeteleri yine öğretmen, öğrenci, aydın okur. Ne olanaklarımız, ne gücümüz şimdilik yetmez başkasına. Bunlar ise, gerçekten, içtenlikle bu davaların inanmışı. Yazarı toplumcu, okuyanı toplumcu. Hele, bir Anadolu köyünde halkçılık savaşı yapan bir öğretmene bizim halkçılık öğretmemizden, belki gülünç, belki acı ne olabilir ki?
Bilgiçliği bir yana bırakalım. Sol sadece, halkın sorunlarını halka anlatmak, çözüm yollarını birlikte bulmak ve yeni adaletli düzeni birlikte kurma savaşıdır. Entelektüel dedikoduculuk, bireysel bunalım, bilgiçlik gösterisi, meyhane gevezeliği değildir!
Kusura bakmasınlar, bizde solcu aydınlar halka sorunlarını anlatma yerine, birbirlerine karşı bilgi ve kültür gösterilerine kalkışmışlar, bunun içindir ki bütün enerjilerini birbirleri ile uğraşarak harcamışlar ve harcamaktadırlar.
Şimdi iki takıma ayrıldık. Bir kısmımız ille de işçi sınıfı önderliği deyip tartışmayı kesiyor, bir kısmımız buna karşı. Halkın bu çatışmalardan bir haberi var mı dersiniz?
“Bu toplumculuktur. Hayır, öteki…” gibi kısır çatışmalar içerisinde, sadece ve sadece kendimizi kandırıp entelektüel zevklerimizi tatmin ediyoruz. O kadar.
Aydınlar kendi başlarına bir sınıf değildirler. Ancak, bilgileri ile bir sınıf yararına çalışırlar. Türkiye’de halkçılık ve toplumculuk savaşında ise, gerçek görev yerine getirilmediği, halka sorunlarını anlatma olanakları bulunmadığı için, aynı egemen sınıflarla çatışan aydınlar arasında tartışmalar başlamıştır.
Fantezilerden aldatmacalardan uzak durmak gerekir. Şurada kaç kişiyiz!... Türkiye’nin biricik Sosyalist Partisi emekçilerden, önder sınıf ilan ettiklerinden kaç tanecik oy almıştır ve de alma olanakları vardır? Siyasi partilerimizin durum ve tutumları belli. Bir orta sol, bir de sosyalist partimiz var. Sosyalist partinin oy kaynakları proletarya değil, öğretmen, öğrenci, aydındır. Yani ara tabakalar… Şimdi, henüz ilgi dahi kuramadığımız sınıfları önder sınıf tayin etmek bilimsel bir görüş oluyor da, seçim sonuçları ile saptanan gerçeğin kendisi pek mi sübjektif bir değerlendirme sayılmaktadır?...
Her ülkede sınıflar arası çelişmeler vardır. Bu toplumsal bir gerçektir. Ancak asıl büyük ve temel çelişme, sömüren ülke ile sömürülen ülke arasında sürdürülmektedir. Gerçek devrimci öncelikle bu sömürme koşulları ile ilgilenen bir stratejiyi seçer. Çünkü ülkesindeki çelişmeler bu büyük ve temel çelişmeye bağlıdır.
Gerekli olan bu koşulların araştırılmasıdır. Hayır. Bazılarımız bunu unutuyor. Ve kendi görüşlerine katılmayanları istedikleri gibi suçlayabiliyorlar. Şimdi kendi partisi içinde devlerle çarpışan bir partinin gencecik genel sekreteri halka düzenin değişmesi gerektiğini anlatıyor. Bazı hırçın solcular ise, bütün bu geziler içerisinde cımbızlı kelime seçip ilericilik taslıyorlar. Daha dün, Bülent Ecevit’i; adı ilericiye çıkmış bir fakültenin kendini solcu sanan gevezeleri, bir Kur’an kursu öğrencisi softalığı içerisinde “Morrison Süleyman” diye karşılamadılar mı? İşte toplumculuk ispatları… Bunu yapınca, ne kadar ilerici olduklarını ispatlamış oluyorlar. Bu, en ilkelinden bireycilik gösterisidir ancak. İyi ama çözüm yolu, diyeceksiniz?...
Önemli olan bugünkü adaletsiz düzenin, adaletsiz olduğunun halka bıkmadan usanmadan anlatılmasıdır. Bunun hangi örgüt içerisinde ve hangi koşullarda yapıldığı ayırt edilmeden, tüm namuslu aydınları etkin bir devrimci savaşın, ulusçu ve toplumcu ilkeleri çevresinde toplamak. Gerisi lafügüzaftır. Birbirimizi aldatmayalım.
Evet. Savaştığımız güçler aynı. Öyleyse neden ayrılıyoruz? İzninizle söyleyeyim: Aydın ukalalığı, sosyalistlik fobileri, ilericilik kompleksleri…