Misak-ı Milli, Adalar, Musul
Kasım 1922'de İsmet Paşa'nın başkanlığındaki Türk heyeti Lozan'a giderken 12 Ada 1911'den beri tam 11 yıldır İtalya'nın; Ege Adaları 1913'ten beri tam 9 yıldır Yunanistan'ın; Kıbrıs Adası ise 1878'den beri tam 44 yıldır İngiltere'nin elindeydi.
AKP'li Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan, geçtiğimiz hafta bir konuşmasında şöyle dedi: “Misak-ı Milli sınırlarına sahip çıkılmamasıyla, adalar meselesinde ürkek davranılmasının ülkemize çok büyük maliyeti olmuştur. Güneyimizdeki zengin enerji kaynaklarının da dışında bırakıldık. Aynı şekilde Ege ve Akdeniz'de yüzleştiğimiz kronik sorunların temelinde bu dönemde yapılan yanlış hamleler bulunuyor. Zamanın şartlarına sığınarak hataları örtmeye çalışmak kolaycılıktır. CHP'nin ana karamızdan bir taş atımı mesafedeki adaların nasıl elimizden alındığını milletimize izah etmesi gerekiyor.” Erdoğan bu sözleriyle, Misak-ı Milli, adalar, Musul konularında -isim vermeden- bir kere daha Cumhuriyeti kuranları; Atatürk'ü, İnönü'yü eleştirdi. Peki, ama Erdoğan bu eleştirilerinde haklı mı?
MİSAK-I MİLLİ GERÇEĞİ
Misak-ı Milli (Ulusal Ant), Erzurum ve Sivas Kongresi kararlarına dayanır. İlk Misak-ı Milli taslağını 19 Ocak 1920'de Ankara'da bizzat Atatürk kaleme aldı. İsmet Paşa bu taslak metin üzerinde çalıştı. Bu metin, 22 Ocak 1920'de İstanbul'daki Mebusan Meclisi'nde okundu. Bir komisyon, bu taslak üzerinde bazı düzeltmeler yaptı. Mebusan Meclisi, 28 Ocak 1920 tarihli özel ve gizli oturumda Erzurum Milletvekili Celalettin Arif ve 121 milletvekilinin imzaladığı bu metni “Misak-ı Milli” adıyla kabul etti. Böylece önce bir grup programı olarak düşünülen “Misak-ı Milli”, sonradan bir meclis kararı halini aldı. (Atatürk'ün Bütün Eserleri –ATABE-, C.6, s.164-174)
6 maddelik ve toplam 1.5 sayfalık Misak-ı Milli'ye göre Müslüman Araplar kendi geleceklerine kendileri karar verecekti. Kars, Ardahan, Batum ve Batı Trakya için halk oylaması yapılacaktı. İstanbul'un ve Marmara Denizi'nin güvenliği sağlanmak kaydıyla Boğazların dünya ticaretine açılmasına, bizimle birlikte öteki tüm devletlerin oy birliğiyle karar verilecekti. Azınlık hakları, komşu ülkelerdeki Müslümanların da aynı haklardan yararlanması koşuluyla güvence altına alınacaktı. Kapitülasyonların kaldırılmasına karşılık Osmanlı borçları ödenecekti.
Görüldüğü gibi Misak-ı Milli'de sınırlar kesin olarak çizilmemişti. Atatürk, Lozan Antlaşması'nın Misak-ı Milli'ye aykırı olduğunu söyleyenlere mecliste şöyle demişti: “Efendiler, toprak konusu ve sınır konusu, Misak-ı Milli'nin bilindiği gibi birinci maddesinde yer almaktadır. Ancak Misak-ı Milli şu çizgi, bu çizgi diye hiçbir zaman sınır çizmemiştir. O sınırı çizen şey, milletin menfaati ve yüksek kurulumuzun yerinde ve doğru kararıdır. Yoksa haritası mevcut bir sınır yoktur.” (TBMM ZC. C.4, s. 173,174)
Misak-ı Milli'de Ege Adalarından ve 12 Ada‘dan söz edilmemişti. Çünkü Misak-ı Milli, 30 Ekim 1918'de elimizde olan toprakları içeren bir metindi. Bu adalar ise çok daha önce kaybedilmişti. Bu bağlamda, 30 Ekim 1918'de elimizde olan Musul, Misak-ı Milli'ye dâhildi. Misak-ı Milli'de Batı Trakya'da halk oylaması istenmişti. Ancak Atatürk, 16-17 Ocak 1923'te, İzmit Basın Toplantısı'nda, Batı Trakya konusundaki maddeyi Misak-ı Milliye kendisinin koymadığını, o koşullarda böyle bir beklentinin mantıklı ve Türkiye'nin çıkarına uygun olmadığını belirtmişti. (ATABE, C.14, s. 267).
Misak-ı Milli, 1920 yılı başında ülke işgal altındayken; saray/sultan İngiliz emperyalizmine teslim olmuşken, Atatürk ve dava arkadaşlarının hazırladıkları bir “milli hedef” belgesidir. Misak-ı Milli idealdir. Milli Mücadele'nin gelişimi Misk-ı Milli'yi şekillendirmiştir. Örneğin Temmuz 1921'de düşman ordularının Ankara'ya 50 km. yaklaştıkları bir ortamda Misak-ı Milli hedefi Musul'u, Batı Trakya'yı, adaları kurtarmak değil, Ankara'yı kaybetmemek, Eskişehir'i, Afyon'u, Kütahya'yı, Bursa'yı kurtarmaktı. Ankara'da masa başında çizilen Misak-ı Milli, İnönü'de, Sakarya'da, Afyon'da, Dumlupınar'da, savaş meydanlarında “Türk süngülerinin gücüyle” uygulandı. Misak-ı Milli'de sınırı çizen şey, önce askeri sonra, politik güçtü. Atatürk bu gücün sınırlarını çok iyi biliyordu.
Kıbrıs'ın Kaybedilmesi (1878)
1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında 14 Eylül 1829 tarihli Edirne Antlaşması ile Yunanistan bağımsız oldu. 1832'de Attik ve Mora Yarımadaları ve bu yarımadaların çevresindeki tüm adalar ile Kuzey Sporadlar, Ege'nin ikinci büyük adası Eğriboz dâhil irili ufaklı yüzlerce ada Yunanistan'a bırakıldı. O sırada Padişah II. Mahmut'tu. Osmanlı bu adaları kaybederken Atatürk'ün doğmasına daha 49 yıl vardı.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, (93 Harbi) sonunda Osmanlı Devleti çok ağır bir yenilgi aldı. 1878'de İstanbul'a kadar gelen Rus orduları, İngiliz ve Almanların müdahalesiyle durduruldu. II. Abdülhamit, savaş sonrasındaki Berlin Kongresi'nde İngiltere'nin desteğini almak için Kıbrıs'ı İngiltere'ye vermeyi kabul etti. Kıbrıs, 1 Temmuz 1878'de, devletler hukukunda görülmemiş garip bir antlaşmayla “emaneten” İngiltere'ye verildi, kiralandı. 14 Ağustos 1878'de İngiltere ile Osmanlı arasında imzalanan tek maddelik yeni bir antlaşma ile İngiltere adada her türlü kanun yapma hakkına sahip oldu. Böylece Kıbrıs İngiltere'nin yönetimine bırakıldı. I. Dünya Savaşı başlayıp da Osmanlı Almanya'nın yanında savaşa girince İngiltere, 5 Kasım 1914'te Kıbrıs'ı ilhak etti. İngiliz Başbakanı Disraelli, Kraliçe Victorya'ya gönderdiği 5 Mayıs 1878 tarihli mektupta “Kıbrıs Batı Asya'nın anahtarıdır” diyordu. İşte, “Güneyimizdeki zengin enerji kaynaklarının dışında bırakılmamızın” temel nedeni 1878'de Kıbrıs'ın fiilen İngiltere'ye verilmesidir. Kıbrıs kaybedilirken Atatürk'ün doğmasına daha 3 yıl vardı.
12 Ada ve Ege Adalarının Kaybedilmesi (1911-1913)
İtalya, 29 Eylül 1911'de Osmanlı'ya savaş açtı. Trablusgarp Savaşı çıktı. İtalyan donanması Rodos Adası ve 12 Ada'yı işgal etti, Çanakkale Boğazı'nı topa tuttu. Donanması çok zayıf durumdaki Osmanlı Devleti, bu işgale cevap veremedi. İtalya ile 18 Ekim 1912'de Uşi Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma ile Trablusgarp, Bingazi ve Ege'deki 12 Ada –Balkan Savaşları sonuna kadar- İtalyanlara bırakıldı. Bu sırada Osmanlı'nın başında Padişah V. Mehmet Reşat vardı.
8 Ekim 1912'de I. Balkan Savaşı başladı. Osmanlı bu savaşta çok ağır bir yenilgi aldı. Bulgarlar Çatalca önlerine kadar geldi. Bu sırada fırsattan yararlanan Yunanistan, Ege Adalarını işgal etti. Donanması olmayan Osmanlı, Ege Adalarının işgaline de sessiz kaldı. 30 Mayıs 1913'te Londra Antlaşması, 14 Kasım 1913'te Atina Antlaşması ile Ege Adaları Yunanistan'a bırakıldı. O sırada hükümette İttihat ve Terakki Partisi vardı. Padişah V. Mehmet Reşat'tı.
I. Dünya Savaşı başında toplanan Büyükelçiler Konferansı'nda 14 Şubat 1914'te Meis hariç 12 Ada İtalya'ya; Bozcaada ve Gökçeada dışındaki Ege Adaları da Yunanistan'a verildi. Osmanlı'nın bu kararı kabul etmemesi filli durumu değiştirmedi.
Lozan ve Adalar
Kasım 1922'de İsmet Paşa başkanlığındaki Türk heyeti Lozan'a giderken 12 Ada 1911'den beri tam 11 yıldır İtalya'nın; Ege Adaları 1913'ten beri tam 9 yıldır Yunanistan'ın, Kıbrıs Adası ise 1878'den beri tam 44 yıldır İngiltere'nin elindeydi.
İsmet Paşa, Lozan Konferansı başlamadan birkaç gün önce Paris'te Fransız, Lozan'da İtalyan devlet adamlarıyla adalar konusunu görüştü. İtalya Başbakanı Mussolini, adalar konusunun “yıllar önce çözülmüş bir konu” olduğunu söyledi.
TBMM'nin Lozan'a giden İsmet Paşa'ya verdiği 14 talimattan 4. talimat adalarla ilgiliydi: “Müzakere sırasında politika belirlenerek Çanakkale'ye yakın adalar istenecek, güçlük çıkarsa Ankara'dan talimat beklenecek” deniliyordu. Yani adalar konusunda kesin bir talimat yoktu; duruma göre davranılacaktı.
Lozan'da adalar konusu 25 Kasım 1922'de Toprak ve Asker Komisyonu'nun 6. oturumunda gündeme geldi. İsmet Paşa, kendisine verilen talimat gereği öncelikle Çanakkale Boğazı girişinde Türkiye'ye yakın adaları (Gökçeada –İmroz-, Bozcaada, Semadirek, Limni, Midilli, Sakız, Sisam ve Nikerya adalarını) istedi, diğer adaların da askerden arındırılmasını önerdi. Ancak Venizelos, bu adalarda yoğun bir Rum nüfusun yaşadığını söyleyerek bu isteğe karşı çıktı. Lord Curzon da Venizelos'u destekledi. İsmet Paşa daha sonra Gökçeada, Bozcaada, Meis, Tavşan Adaları ve Semadirek'in Türkiye'ye bırakılmasını; Yunanistan'a verilmesi teklif edilen tüm adaların ise Türkiye'ye bağlı ve özerk olmasını istedi. Sonuçta Türkiye Lozan'da Gökçeada (İmroz), Bozcaada, Tavşan Adaları ile Anadolu sahillerine 3 milden az uzaklıkta bulunan adaların, adacıkların ve kayalıkların hepsini aldı. Oysa Sevr Antlaşması'na göre Gökçeada (İmroz) ve Bozcaada bile Türkiye'den alınıyordu. (Md. 84). Ayrıca müttefiklerin Türkiye'ye vermemek için direndikleri Gökçeada'nın büyüklüğü istediğimiz adaların toplam büyüklüğünün yarısı kadardı. Ayrıca Yunanistan'a bırakılan adaların askerden ve silahtan arındırılması sağlandı. Türkiye Lozan'da Meis dışında ada kaybetmedi. (Lozan, Md.12, 13, 15, ek XV)
11 yıldır devam eden yorucu savaşlardan yeni çıkmış, yeterli donanması, çıkarma gemisi olmayan, üstelik İstanbul ve Boğazların hala İngiliz işgali altında olduğu bir ortamda, Lozan'da, 10-11 yıl önce kaybedilmiş ve Türk nüfusu iyice azalmış adaları geri almak mümkün değildi. O koşullarda adaları almaya teşebbüs etmek Doğu Trakya'yı kaybettirebilirdi.
Musul
Mondros Ateşkes Antlaşması sonrasında 10-11 Kasım 1918'de İngiltere Musul'u işgal etti. O sırada Padişah Vahdettin'di. Kurtuluş Savaşı boyunca Musul İngiliz işgali altında kaldı. Atatürk 1 Şubat 1922 tarihli Başkomutanlık Yönergesiyle A. Şefik Özdemir Bey'i Elcezire Cephesine göndererek Musul operasyonunu başlattı. Özdemir Bey, 31 Ağustos 1922'de Derbent Zaferi'yle Irak'ta Kuvayı Milliye bayrağını dalgalandırdı. İngilizler, Musul konusunda Türkiye'nin elini zayıflatmak için bölgeye 100 uçakla destekli büyük bir kuvvet yığdılar. 22 Nisan 1923'te Revanduz'u ele geçirdiler. 23 Nisan 1923'te Lozan'ın ikinci devresi başladığında Musul, İngiltere'nin kontrolü altındaydı. Buna rağmen İsmet Paşa Lozan'da Musul'u sonuna kadar savundu. Musul, Lozan'da kaybedilmedi. Musul sorununun, Lozan sonrasında İngiltere ile Türkiye arasında ayrıca görüşülmesine karar verildi. Musul, 1925'teki Şeyh Sait İsyanı sonrası 5 Haziran 1926 tarihli Ankara Antlaşması'yla kaybedildi.
İstanbul ve Boğazların işgal altında olduğu, Batı Trakya'da Yunan ordusunun yığınak yaptığı bir ortamda, 100 uçaklık İngiliz filosunun bulunduğu Musul'a askeri bir harekât yapmak, yeniden, üstelik iki cepheden birden (Biri Trakya, diğeri Irak) savaşa girmek demekti. Böyle bir çılgınlık, Türkiye'ye Doğu Trakya'yı kaybettirir, İstanbul'un egemenliğini tartışmaya açardı. Bu, “Zamanın şartların sığınmak” değil, “zamanın şartlarını dikkate” almaktır.
Sonuç olarak;
1921 yazında işgal orduları Ankara yakınlarına kadar gelmiş, Akdeniz'le bağımız koparılmıştı. Eğer Kurtuluş Savaşı'nı kaybetseydik -bırakın adaları- İzmir, Bursa, Edirne, İstanbul, Trakya ve Anadolu'nun büyük bir bölümünü kaybedecektik. Atatürk'ün başkomutanlığındaki Türk Orduları 9 Eylül 1922'de sadece İzmir'i kurtarmadılar, aynı zamanda Türk milletini yeniden mavi vatana kavuşturdular.
Diyeceğim o ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan, eğer gerçekten adaların hesabını sormak istiyorsa, donanmayı Haliç'te çürüten ve Kıbrıs'ı İngiltere'ye teslim eden II. Abdülhamit'ten hesap sormalıdır.
Sinan MEYDAN, 24 Ağustos 2020
https://twitter.com/smeydan