MODA MİLLİYETÇİLİK (II)
« ‘Ulusalcılık’ ya da ‘milliyetçilik’ sağcılara bırakılmayacak kadar önemli bir kavramdır.
Egemenlikçiliğe (souverainisme) dayanan bir ‘ulusalcılık’, ‘milliyetçiliğin hası’ olup, solcu olmak zorundadır. » demiştik.
İşte bu ‘egemenlikçilik’ nedir ne değildir diye bakarken, sağcısı solcusu olur mu olmaz mı konusuna da açıklık getirmek durumundayız.
Egemenliğin, birincil koşulu ‘Ulusal’ olmasıdır. Belli bir toprak parçası, vatan (patrie) üzerinde yaşayan insanların (halk- peuple) hem kendi ülkelerine (pays) sahip olmaları ve hem de kendi istençleriyle (irade-volonté) karar alabilmeleri demektir (1).
Çünkü ‘halk egemenliği’ sağlanamamış bir ülkeye ‘vatan’ denilemeyeceği gibi, o halkın bir ‘ulus’ (millet) oluşturduğundan da sözedilemez.
Buradaki ‘titiz’ ayrımlardan hareketle, farklı düzeylerdeki ‘egemenlik biçimleri’nin belli bir sıradüzen (hiyerarşi) içinde olmalarına karşın, biribirlerine ‘öncelik’ ya da ‘üstünlük’ sağlamadıkları ama tümünün bir ‘bütün’ oluşturması gerektiği de ayrıca belirtilmelidir.
Şimdi bu ‘kuramsal’ verilerden hareketle, bir ülke halkının nasıl göneneceği, ya da yine moda deyimle nasıl kalkınacağı ya da son-moda deyimle nasıl büyüyeceğine bakılabilir.
Sonuçta, tüm çabalar insanların gönencini artırmak için değil midir?
Para para para
Ayrıntısına girmeden, bir ülke halkının egemenliğinin kendi para ve maliye politikalarına egemen olmasıyla başlanabileceği söylenmelidir.
Zaten ekonomi politik bilimsel disiplini, ne yazık ki dünya genelinde olduğu gibi Türkiye’de de, ekonomi politiğin ‘nesnesi’ ve ‘yöntemi’ bilinmeden, tam bir ‘gevezelik’ biçiminde yapılmaktadır (2).
O nedenle, öncelikle ‘ekonomi’de ‘liberal’ ve ‘neo-liberal’ denilen akımların kısa bir tarihçesini anımsatmak yararlı olabilir.
Klasik liberalizmin başlangıcı olarak ‘fizyokrasi’:
François Quesnay’nin adıyla anılan Fizyokrasi ekolüne göre, tüm zenginliklerin kaynağı ‘toprak’tır.
Ve ozanın dediği gibi;
“Ayın altında kağnılar gidiyordu.
Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon'a doğru.
Toprak öyle bitip tükenmez,
dağlar öyle uzakta,
sanki gidenler hiçbir zaman
hiçbir menzile erişmiyecekti.
Kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle.
Ayın altında öküzler
başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi
ufacık, kısacıktılar,
ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında
ve ayakları altından akan
toprak,
toprak
ve topraktı.
Ve kadınlar (...) şimdi ayın altında
kağnıların ve hartuçların peşinde
harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi
aynı yürek ferahlığı,
aynı yorgun alışkanlık içindeydiler.”
Bir başka deyişle, kadınlı erkekli ve çoluklu çocuklu olarak, tüm ülke halkı “harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi”, toprağını korumak üzere cepheye “onbeşlik şarapnel çeliği” taşımadıkça, o toprak ne ‘verimli’ ve ne de ‘vatan’ olabilmektedir.
Ancak ve ne var ki; Fizyokratların ‘siyasal sistemi’ toprak sahiplerinin ‘egemenliği’ne dayanmakta, üretici halkın geneline yaygınlaştırılmaktan uzak kalmaktadır.
“Kamu maliyesi” tarafsız olup, Devlet, güvenlik, adalet, savunma ve diplomatik ilişkiler için harcama yapabilmekte ama ekonomiye ‘müdahale’ anlamına gelecek bir harcama yapamamaktadır.
Birinci Dünya Savaşı’na değin, genel olarak, Devlet harcamaları da Gayrisafi Ulusal Hasıla’nın % 10-15’ini geçmeyip, bu miktar içinde de, ‘Yönetim giderleri’ ‘sosyal harcamalar’ın hep üzerinde seyredegeldi.
Ne var ki, 1929 Büyük Bunalımı, onca kuramsal savlara karşın, ‘Devlet’in ekonomiye ‘bir ekonomik öge’ olarak girme zorunluluğunu dayattı.
Böylece daha İkinci Dünya Savaşı’nın başında, ‘klasik liberalizm’ tamamen geçerliğini yitirecek ve ekonomi politikte bir ‘Devrim’ olarak Keynesçilik neredeyse yarım yüzyıl, ekonomik düşünceye egemen olacaktır.
1944 yılında, 44 ülkeden 730 delegenin katılımıyla Bretton ormanlarında, dünya genelinde geçerli olmak üzere, ABD Doları’na dayalı bir ‘para sistemi’ kuruldu.
Dünya Bankası ya da IMF’nin de o arada kurulmasının ötesinde, bu yeni sistemin belirgin özelliği ‘spekülatif sermaye hareketleri’ne engel olmaktı.
Böylece her ülke kendi ‘ulusal para politikası’nı uygulayabilecek ve kendi halkının kalkınma ve büyümesini sağlayabilecekti.
Nitekim, Türkiye’de Demokrat Parti’nin sağladığı ileri sürülen ‘kalkınma hamlesi’ de bu ortamda gerçekleştirilebilmiştir.
1957 yılında, yeni bir ‘Avro-Dolar’ dalgasının ortaya çıktığını görüyoruz.
Yakından bakıldığında, ABD’nin altına bağlı olmasına karşın basıp tüm dünyaya yaydığı Dolarların, Londra’nın City mahallesinde, hem de İngiliz hükûmeti’nin denetimi dışında, bir ‘paralel para sistemi’ni doğurduğu görülecektir (offshore).
1958-1963 yılları arasında City Bankerlerinin elindeki dolarlar 4 kat artacaktır.
Bu gelişmeler sonunda, eğer ABD doları altına karşı bağımlılığına devam edecek olursa ABD’nin ‘iflas’ edeceği gibi bir durum sözkonusu olabilecekti. Tam da bu nedenle, ABD, Ağustos 1971 tarihinde, tek taraflı olarak Dolar’ın altına bağımlılığına son verdi.
Uluslararsı döviz kurları da böylece ‘dalgalı’ olmaya yöneldi.
Aynı yıllarda Petrol üreticisi ülkelerin ‘Petro-Dolar’ları da dünya piyasasına çıkınca, ‘finans spekülasyonu’ artık denetim dışına çıkacaktı.
Bu para bolluğu, kredi olarak kullanıldığı ülkelerde artık yavaş yavaş ‘üretken olmayan yatırımlar’a yönelmeye ve o arada durdurulamaz enflasyonlara yol açacaktı.
1950-73 arasında, Dünya gayrisafi hasılasına oranla dışsatımların oranı % 5,5’tan % 10,5’a ve 1998 yılında ise % 17,2’ye yükseldi.
Böylece 1980’lerde ‘İhracata Dayalı Büyüme’ diye bir ‘moda’ya uymak zorunluluğu doğuyordu.
Bir yandan, maliye ve bütçe politikalarıyla ekonomide ‘istikrarlı büyüme’yi öneren Keynesyen görüş geçerliliğini yitirirken, öte yandan Milton Friedman’ın 1950’lerden buyana geliştirdiği ‘paracı’ (monétariste) politikalar revaca binecekti. (3)
Gerçekten de, Temmuz 1979 tarihinde, Tokyo’da yapılan G5 (O günlerde 5 idi) zirvesinde, ücretleri ve sendikal faaliyetleri kısıtlamayı, yani ‘talep’i kısıp ‘arz’ı böylece artırmak kararlaştırılacaktı. Keynezyen politikalara bir ‘darbe’ de böylece inecekti.
ABD Merkze Bankası FED faizleri artıracak (Eylül 1979) ve para basmayı azaltacaktı.
ABD para basmayı kısacaktı, ama para bu, yeni bir ‘para yaratma’ yolunu da bulmayacak değildi.
İşte günümüzde sağda solda ‘balon’lar biçiminde ortaya çıkan bu ‘yeni mekanizma’ (mekanizmalar demek daha uygun olabilir), özel ticari bankaların, ‘mevdauta dayanmayan’ kredi mekanizmalarından başkası değildi.
Ekonomi politikte ‘mevduat kredi yaratır’ sözü, bu kez ‘kredi mevdaut yaratır’ biçimini alacaktı.
Şimdi sözü uzatmadan bu yazıyı sonlandırabiliriz.
Şu günlerde, özellikle Türkiye’de, ‘sıcak para’ bulunamayacağı için ‘kriz’ler doğacağını ileri sürenler ile bütçeden kuruş harcamadan ‘böyyük yatırımlar’ yapanlara övgü dizenlere denilebilir ki, hiç gereği yokken İstanbul’a kanal açıp Neptün ya da Mars’ın en büyük hava alanını yapmaya ‘zorunlu’ olanlar, tassarrufların sıfır olduğu Türkiye’de, bu yolla hem böyyük bir ‘mevduat’ yaratmış gibi olmakta ve hem de ‘sıcak para’ya gereksinim duymadan ‘kriz’leri atlatmış olmaktadırlar.
Ancak, 80 milyonluk Türkiye halkının yirmi-otuz ve hatta elli yıllık geleceğini şimdiden yemektedirler.
Bunlara hâlâ ‘yerli ve millî’ diyebilmek içinse, Türkiye’deki sözde ekonomistler ile vatan haini yöneticilerle aynı safta yeralmış olmak gerekmektedir.
Çözüm nedir sorusuna yanıt vermeden önce bir ‘durum saptaması’ yapalım dedik ve ‘bilimsel’ bir ‘Millî Ekonomi Programı’nın nasıl olması gerektiği konusuna da ardından değinmeyi düşündük.
Bakalım yararı olacak mı?
Umarım ‘ben ne deyirem tamburam ne çalir?’ konumuna düşmüş olmayız.
Habip Hamza Erdem
(1) Sık sık, kimi terimlerin Fransızca açıklaması, bilgiçlik olsun diye değil, ama kullanılan sözcüğün evrensel anlamına gönderme yapmak içindir. Örneğin vatan (patrie) ile yurt (pays) arasındaki ayırımı dikkate almak içindir. Öyle, bana göre demek yetmediği gibi, ‘bizim oralarda’ böyledir demek de yetmemektedir.
(2) Türkiye’de, İstanbul’a dünyanın en büyük havaalanı yapılmasında bir ‘sakınca’ görmeyen tüm ‘ekonomi diploması’ sahiplerine restim olsun, ya diplomalarını yaksınlar ya da gidip herhangi bir sucuk fabrikasına ‘muhasebe elemenı’ olarak yazılsınlar. Ve tümüne birden yazıklar olsun!
(3) Friedman’a göre ekonomilerde bir ‘doğal işsizlik” olabilmekte ve enflasyon da ‘bağımsız’ Merkez Bankaları’nın para miktarını ayarlamalarına bağlı bulunmaktadır.