Mustafa Kemal’siz Çanakkale yazılamaz!
Ziya Paşa’nın ünlü Terkibi Bend’inde millî değerlerimize ve millî benliğimize aykırı yapılan her davranışta akla gelen bir beyiti vardır:
Milliyyeti nisyan ederek her işimizde / Efkâr-ı Firenge tebaiyyet yeni çıktı. (Millî benliğimizi unutarak, her işimizde / Batılıların fikirlerine tabi olmak [uymak] yeni çıktı.)
Millî benliğimize geçmişten bu yana yönelik gaflet ve ihanet tabii ki bu beyitin işaret ettiği kapsamla sınırlı değil... 14 yıldır Türkiye’de Cumhuriyet rejimi ve Atatürk’e karşı estirilen yalan ve iftira rüzgârıyla sergilenen nankörlük de neredeyse ihanet boyutuna ulaşıyor.
Cumhuriyet rejiminin hemen bütün kazanımlarına ulu orta saldırılar sıradanlaşıp gittikçe artan dozlarda sürüp gidiyor. “Kurtuluş Savaşı” diyeceksiniz, Atatürk’ü yok sayacaksınız... “Çanakkale Zaferi” diyeceksiniz, Atatürk’ü yok sayacaksınız... Çanakkale Zaferinin 101. yıldönümünü idrak ettiğimiz bu günlerde, bu hezeyanlar yeniden gündeme taşınıyor. Bu ne insafsızlık, bu ne vicdansızlıktır... Dünyanın kabul ettiği bu gerçekleri bilmek için tarihçi olmak gerekmez, mızrak çuvala sığmaz! Bu inkârcı ve iftiracı siyaseti yürütenlere, bunlara paralel hareket eden fıkra yazarları, araştırmacılar ve romancıların da katılmış olması ne kadar acı... Tarih anlatıp ve edebiyat eseri verdiklerini sanan bu ahmaklar bilmiyorlar ki Atatürk, bu milletin kalbinden sökülüp atılamaz. Tarihten ise hiç bir zaman sökülüp atılamaz. Kim bilir belki de yıllar öncesinden bugünleri görmüş olmalı ki Atatürk, tarih yazıcılarını şu sözleriyle uyarmak ihtiyacı duymuştur:
“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mesuliyetli iştir. Yazan yapana sadık kalmadıkça değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtıcı bir mahiyet alır.”
“Payitaht Halaskârı”
Bütün dünyada sömürgeler devrinin sona erdiğini müjdeleyen dünya tarihini etkileyen Çanakkale’deki büyük Türk zaferinde Mustafa Kemal’in payını görmezden gelmek, hakikatler karşısında kör olmaya benzer. Mustafa Kemal Paşa, Anafartalar ve Arıburnu zaferleriyle, savaşın gidişatını değiştirmiştir. Devrin padişahı Sultan Reşat, bu zafer sonrasında Mustafa Kemal’i “Payitaht Halaskârı” (Başkent İstanbul’un kurtarıcısı) ilan etmiştir. Sultan Reşat tarafından hakkı teslim edilen Mustafa Kemal’i yok sayarak Çanakkale’yi anlatmaya ve yazmaya kalkmak tarihi gerçeklerin üzerini örtmeye çalışmaktır. Ama güneş balçıkla sıvanmıyor. Bu yüzden ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar Mustafa Kemal Atatürk’süz Çanakkale yazılmaz. Yazmaya kalkanlara kargalar bile güler.
Padişah’ın Çanakkale Zaferi sırasında Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal’e verdiği “Payitaht Halaskârı” unvanı Kurtuluş Savaşı sonrasında da unutulmamıştır. İstanbul Belediye Mektupçusu (başkatibi) Osman Nuri Ergin, şehrin yeni harita ve planlarını hazırlarken Mustafa Kemal’in Millî Mücadele için Anadolu’ya gitmeden önce Şişli’de kaldığı evin bulunduğu caddeye, “Halaskâr Gazi Caddesi” adını vererek “Payitaht Halaskârı” unvanını yeniden gündeme taşımıştır.
Atatürk’ü Çanakkale’de yok sayanlar bugün o caddeden geçerken belki biraz utanırlar diye bu notu da düşmüş olalım.
Yüz yılın dahisi
Çanakkale zaferi, sadece Türk tarihi için değil dünya tarihi için de bir dönüm noktası olmuştur.
İngiltere’nin Çanakkale’de hezimete uğramasıyla İngilizlerin sömürgecilik azgınlığı frenlenmiş, başka sömürgeleri de onlara karşı cesaretlendirmiştir. Gelişmeler üzerine İngiliz Lordlar Kamarası da karışmış bu yüzden hükümet başkanı Loyd George hemen hesaba çekilip, hezimetin nedenleri sorulmuştur. Loyd George’un Çanakkale bozgunu hakkında İngiliz Lordlar Kamarası’nda savunmasını yaparken söylediği sözler bile Atatürk’ün Çanakkale zaferindeki payını anlatmaya yeter de artar:
“Eleştirilerinizde çok haklısınız. Özellikle Fransız ve İngilizlerin o dev donanması, yüzbinlerce İngiliz, Fransız, Afrikalı, Hintli askerlerle yaptığımız bu çıkartma tam bir hezimetle sonuçlandı. Elbette üzgünüm; fakat sizler de şunu unutmayınız. Dünyaya her 100 yılda bir dahi gelir. Bu yüzyılın dahisi maalesef Türklere nasip olmuştur. Çanakkale’de karşımıza Mustafa Kemal adında bir Türk subayı çıkmıştır...”
“Yazıklar olsun”
21. yüzyılı yaşarken, dünyanın idrak ettiği böyle büyük bir dehayı içimizdeki bazılarının hâlâ idrak etmemekte ayak diretmesini görünce, onlara “yazıklar olsun” demekten başka bir şey dilimin ucuna gelmiyor.
Bu vesile ile büyük zaferin 101. yıldönümünde Çanakkale’nin şehit ve gazilerini bir kere daha saygıyla hatırlayıp hepsine Allah’tan rahmet diliyorum.
* * *
Mustafa Kemal Arıburnu Muharebesi’ni anlatıyor: Kazandığımız an bu andır
Gün ağarırken, Arıburnu yönünden top seslerinin gelmesi üzerine, 19. Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal, bir çıkarma yapıldığını anlayıp durumu Ordu Komutanına bildirir, ancak bir yanıt alamaz. Durum çok kritiktir. Mustafa Kemal, kıyıda çok zayıf gözetleme ve koruma birlikleri olduğunu düşünerek ve geniş bir sahile yayılmış olan 27. Alayın da ağır kayıplar verdiği haberini alınca, düşmanın Conkbayırı-Kocaçimentepe çizgisi ve uzantısını ele geçirmesi durumunda, onarılamayacak durumlarla karşılaşacağını kavrar. Ordudan emir gelmemiş olmasına karşın girişimi ele alıp tüm sorumluluğu yüklenerek, 57. Alayı bir batarya ile Kocaçimentepe yönünde harekete geçirir. Kendisi de durumu izlemek üzere Conkbayırı’na çıktığında, Arıburnu kesiminden bazı askerlerin çekilmekte olduklarını ve düşman birliklerinin de bunları izlediklerini görür.
O anı Mustafa Kemal, Ruşen Eşref Ünaydın ile yaptığı görüşme sırasında şöyle anlatmaktadır.
“...Bu esnada Conkbayırı’nın güneyindeki 261 rakımlı tepeden sahilin gözetleme ve korunmasıyla görevli olarak orada bulunan bir müfreze askerin Conkbayırı’na doğru koşmakta, kaçmakta olduğunu gördüm... Bu askerlerin önüne kendim çıkarak:
-Niçin kaçıyorsunuz? dedim.
-Efendim düşman dediler!
-Nerede?
-İşte! diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.
Gerçekten de düşmanın bir avcı kuvveti 261 rakımlı tepeye yaklaşmış ve tam bir serbestlik içinde ileriye doğru yürüyordu. Şimdi vaziyeti düşünün. Ben kuvvetleri (geride) bırakmışım, askerler on dakika istirahat etsin diye... Düşman da bu tepeye gelmiş... Demek ki düşman bana benim askerlerimden daha yakın! Ve düşman benim yere gelse kuvvetlerim çok kötü bir duruma düşecekti. O zaman artık bilemiyorum, bilinçli bir düşünme ile midir, yoksa önsezi ile midir, bilmiyorum. Kaçan askerlere:
- Düşmandan kaçılmaz, dedim.
- Cephanemiz kalmadı, dediler.
- Cephaneniz yoksa süngünüz var, dedim.
Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım. Yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırı’na doğru ilerlemekte olan piyade alayı ile dağ bataryasının yetişebilen askerlerinin ‘marş marşla’ benim bulunduğum yere gelmeleri için, yanımdaki emir subayını geriye yolladım. Bu askerler süngü takıp yere yatınca, düşman askerleri de yere yattı. Kazandığımız an, bu andır...”
Düşmandan kaçılmaz
Gerçekten de, çekilen Türk askerleri mevzi alınca, karşı taraf da mevzi alıp duraklar. Böylece, 57. Alay Öncü Bölüğü’nün Conkbayırı’na yerleşmesi için gereken süre kazanılmış olur. İşte bu an, Çanakkale Savaşları Kara Harekâtı’nın kaderini belirleyen önemli anlardan birisidir. Böylesine önemli anda kilit rolü oynayan kişi ise tartışmasız Mustafa Kemal’dir. Bu husus, Çanakkale Savaşları tarihiyle uğraşan Türk ve yabancı bütün uzmanlar tarafından doğrulanıp vurgulanmaktadır.
Daha sonra, Kolordu Komutanı Esat Paşa’nın izniyle, 27. Alay’dan geri kalan birlikleri de emrine alan Tümen Komutanı Mustafa Kemal, karşı saldırıya geçmek üzere 57. Alay’a şu emri verir:
“Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, yerimize başka kuvvetler ve komutanlar kaim olabilir.”
25 Nisan 1915 günü, vakit ikindiye yaklaşırken, ilk çıkarma kademesi olan tümenin sahile çıkışı da tamamlanmıştır. Ne var ki, 27. Alayın birlikleri ve 57. Alayın yaptığı karşı saldırı ile süngü hücumları sonucu ANZAK’lar çok sayıda kayıp vermiş ve sahile çekilmişler, kritik ve endişeli anlar yaşamaktadırlar. Gene de gün batarken, ANZAK Kolordusu’nun sahile çıkan Tümeni, Arıburnu’nun sarp yamaç ve tepelerinde yerleşme olanağı bulur. Bu tarihten başlayarak harekât, 1915’in Ağustos ayına kadar dört ay boyunca, Conkbayırı- Kocaçimentepe-Kabatepe bölgelerinde, tarafların karşılıklı saldırı ve özellikle gece yapılan süngü hücumlarıyla, yakın boğuşmalar şeklinde ve çok kanlı çarpışmalarla geçecektir. Bu çarpışmalar sırasında Türkler de, ANZAK’lar da ağır kayıplar vermişlerdir. Ağustos ile birlikte ise savaş şiddetli çarpışmalara dönüşür. Tıpkı Seddülbahir’de olduğu gibi, ANZAK ordusu da taarruz hedeflerine varamamış, çıktıkları yerlerde 3-4 km.lik bir mesafe ilerleyip, boşaltmaya kadar da o noktada kalmışlardır.
* * *
General Hamilton Türk hücumunu anlatıyor:
Queen Elizabeth’ten Arcadian gemisine geçmiş bulunuyordum. Uzaktan uzağa duyulan top sesleri durmuş, makinelilerin sinir bozucu tarrakaları susmuştu. Sahilden tek tüfek patlamıyordu. Sanki her taraf derin bir uykuya dalmıştı... Kolumdaki saate baktım: Tam 22:00...
İşte o anda, ne oldu bilmem, gökyüzü korkunç uğultularla sanki tepemize yıkıldı. Rumeli’den, Anadolu’dan ağızlarını açan yüzlerce Türk topu, hep birden mermilerini siperlerimiz üzerine yağdırmaya başladı! Her taraf bir anda cehenneme döndü! Türklerin gülleleri yağmur gibi mevzilerimizin üzerine, sağına, soluna, ortasına, her tarafına dökülüyordu! Bu eritici ateş altında kalmış gibi titredim...
Çok geçmeden bizimkiler mukabeleye başladılar. Gece olmasına rağmen dürbünümle tepeleri taradım. Türk ateşi en ziyade Alçıtepe’den ve Anadolu topraklarından geliyordu...
Bu ateş yarım saat fasılasız devam etti. Ondan sonra piyade silâhlarının öldürücü tarrakası başladı. Sinirleri mahvedici bir takırtı!.. Heyecandan yerimde duramıyordum. Ne oluyordu? Türkler taarruza mı kalkmıştı?.. Telsiz odasına on defa gidip geldim. Haber yok!.. Hiçbir rapor gelmiyor!.. Derken, dehşetli bir sada Gelibolu sahillerinden denize doğru dalga dalga yayıldı: Türk alaylarının hep bir ağızdan “Allah, Allah!..” sesleri... Bunu takiben bizimkilerin “Hurraaa!..” diye bağırışları... Tüylerim diken diken oldu. İşte karşı sahillerde tüyler ürpertici bir boğuşma cereyan ediyor ve ben, burada, bir geminin içinde, hapsedilmiş gibi, elim kolum bağlı bir vaziyette duruyordum!.. Koşmak, atılmak, birşeyler yapmak istiyordum. Hiç bir şey yapamıyordum! Bu, benim için tahammül edilmez bir işkenceydi!..
Çok geçmeden, bütün cephe boyunca, gökyüzünde allı yeşilli işaret fişekleri çiçek gibi açmaya başladı. Türk subayları topçularına, ateşi tanzim için işaret veriyordu. Bu işaretlere cevaben, Türk toplarının bombardımanı sahile doğru kaydırıldı. Sanki bizimkiler ricat etmiş de Türkler ilerlemiş gibi!..
İşaret fişeklerini ve Türk topçusunun ateşini artık görmek istemiyordum. Bizimkilerin gerilediği muhakkaktı...
Bir müddet sonra, nihayet tek tük raporlar gelmeye başladı. Bunlar fena haberlerdi, fakat hiç haber gelmemesinden herhalde daha iyiydi. Saat 3’te fena bir haber daha geldi: İngiliz birlikleri yarılmış, sahile kadar ricat ediyorlarmış!
4’te Hunter- eston’dan bir rapor alındı: Türkler, birkaç noktadan hatlarımızı yarmışlar! Fakat fazla ilerlememişler. Bu raporu okur okumaz, derhal bütün cephede mukabil taarruz emrini verdim.
Uzaktan, şarapnellerimizin Türk siperleri üzerinde patladığını görüyordum. Bizim hatlar bir miktar ilerledi. Fakat biraz sonra, aniden karşılarına çıkan gizli makineli tüfeklerle askerlerimiz fena halde biçildiler! Tekrar eski yerlerine çekildiler. Artık bundan sonra ilerlememiz mümkün olmadı...”
Muhiddin NALBANTOĞLU, 18 Mart 2016
m.nalbantoglu@yenicaggazetesi.com.tr