Şam yolculuğunda, Hz. Ömer ile kölesi beraberlerindeki tek deveye nöbetleşe biniyorlardı. Şehre girişte, sıra köleye gelince, Halife devesinden inip, yerine kölesini bindirerek, devenin yularından tuttu. Uzaktan bakan; deveye binmiş köleyi halife, devenin yularını çeken Hz. Ömer'i de köle zannediyordu.
***
Bunu gören ordu komutanı Ebu Ubeyde bin Cerrâh, "Efendim, bütün Şamlılar, bilhassa Rumlar, Müslümanların halifesini görmek için toplandılar. Size bakıyorlar. Sizi köle zannedecekler, küçümseyecekler." dedi.
Hz. Ömer buyurdu ki: "Ey Ebu Ubeyde! Senin bu sözünü işitenler, insanın şerefini, vasıtaya binerek gitmekte ve süslü elbise giymekte sanacaklar. Biz daha önce zelil ve hakir bir kavimdik. Allah Teâlâ, bizleri Müslümanlıkla şereflendirdi. Bundan başka şeref ararsak, Allah Teâlâ bizi zelil eder, her şeyden aşağı eder."
Bu şekilde şehre girdiler.
***
Geçen zaman içinde anlaşılıyor ki, zerre örnek almamışız. Hayır öyle olsa Yenikapı'da Osmanlı geleneği olan Enderun usulü teravih namazında, en önde namaz kılan protokol ile vatandaşlar arasına demir bariyerler konulmazdı.
Oysa Allah nezdinde tüm kullar eşit değil mi? Yukarıda Hz. Ömer örneğinde olduğu gibi tevazu gösterip vatandaşların arasında namaz kılamıyorsunuz anladık da, bariyerler ne için? İslam tarihinde var mı böyle bir protokol sırası? 4 halifeden hangisi eğer kılınan namazda imam değilse en öne geçmiş, protokol uygulamış ya da uygulatmış!
Geldiğimiz nokta namazda protokol! Ne diyeyim emeği geçenleri tebrik ederim.
Muhalefet ne iş yapar?
Enderûn Usûlü Teravih adıyla bilinen ve Itrî diye tanınan Buhurîzâde Mustafa Efendi'ye dayandırılan teravih namazı, Osmanlı iç teşkilatında sarayda, saray cami ve mescitlerinde, Hırka-i Saadet'te, selatin camiler başta olmak üzere büyük cami ve dergâhlarda uygulanan bir ibadet geleneği. İşte yukarıda bahsettiğim devlet büyüklerinin de katıldığı protokol uygulanan bu namazın ardından devletin başı: "Burası İstanbul, bir diğer adıyla İslambol. Burası Konstantinapol değil ama burayı böyle görmek isteyenler var." dedi.
***
Şimdi buna bir sözüm yok. Burası Konstantinapol değil. Ama nasıl İstanbul oldu onu anlatmak gerek.
Bu şehre eskiden Byzantion deniliyordu. Sonrasında Constantinopolis denildi.
Osmanlı Devleti zamanında "Der-Saadet", "Asitane" ve "Payitaht" gibi isimler verildi. Halk; ise İslambol, ya da İstanbul diyordu. Ama Batılılar Kostantiniyye ismi kullanmaktan vazgeçmedi. Batı, özellikle de Rum Hıristiyanlığı'nın hedefindeki şehir, Atatürk'ün bu işe el atmasıyla adına kavuştu.
1929 yılının Ocak ayında Costantinople yazılarak gönderilecek mektupların Türk posta idarecileri tarafından geri gönderileceğinin duyurulması ile Konstantin şehri, resmen İstanbul olarak Türk ve Müslüman kimliğine kavuşmuştur. İşte bu durumu neden bir muhalefet lideri çıkıp anlatmaz? Neden izah edip dile getirmez? Anlayan var mı? Yok mu bunu hatırlatacak danışmaları? Pes!..
***
TEBESSÜM
Eskiden toplu ramazan yemeklerinde, iftar ziyaretlerinden artan yemekleri, yemek masasına hizmet eden çocuklar yermiş. Yani artan yemekler onların hakkı imiş.
Bir iftar yemeğinde çorba içildikten sonra hoca cemaate:
- Çorbayı artırmayın israf haramdır. Yemeği bitirmek sünnettir, der. Böylece çorba tamamen biter. Sıra sebze yemeğine gelir, hoca yine :
-Artırmayın sünnettir, der yemek biter. Sıra pilava, sonrasında da tatlıya gelir.
Hoca:
-Sünnettir, diyerek, her şeyi cemaate yedirir ve hizmet yapan çocuklar aç kalırlar.
Yemekten sonra hocanın ellerini yıkaması için su döken çocuklarla hoca şakalaşmak ister:
-Balam sizin adınız ne, der.
Çocuklar:
- Farz hoca efendi, derler.
Hoca:
-Balam hiç farzdan ad olur mu? der.
Çocuklar da:
-Olur ya, sünnet diyelim de bizi de cemaate yediresin öylemi? derler...