Ne Yapmalı?
Gelecekten kaygı duyan yurtsever insanlar, ülkenin içinde bulunduğu olumsuz koşullardan kurtulması için yapılması gerekenin ne olduğunu düşünüyor, araştırıyor ve tartışıyor. Son dönemde kendiliğinden gelişen kitlesel eylemler etkili oluyor. Ancak, güven veren kalıcı birliktelikler oluşturmada yeterince başarılı olamıyor. Olumlu bir gelişme olarak, birlikte davranma ve örgütlenme gereği her geçen gün daha çok vurgulanıyor. Ancak bunun nasıl sağlanacağı hala netleşmiş değil. "NE YAPMALI" yazısını, yapılması gereken konusuna yeni bir bakış getirdiği için bloğa alıyoruz. Bu yazı, ÖRGÜTLENME AMA NASIL sorusuna yanıt arıyor ve örgütlenme yöntemi öneriyor. Tartışılmasının yararlı olacağına inanıyoruz.
ÜLKENİN İÇİNDE BULUNDUĞU DURUM
Yönetim gücünü ele geçirenler, dışarıda alınan kararları uygulayan basit aracılar, görevli işbirlikçiler konumundadır. Yerel hukuk, dış karışmayı etkili kılacak yasal dönüşümlerle, ulusal niteliğinden uzaklaştırılmıştır. Yapılanlar yasal, ancak meşru değildir. Türkiye’de meşruiyet, halkın ve ulusun haklarını savunarak tam bağımsızlık üzerinde yükselen Kurtuluş Savaşı ve onunla kurulan Cumhuriyet ilkelerine bağlılıktan geçmektedir. Cumhuriyet anayasal dayanaklarıyla birlikte tümüyle ortadan kaldırılmadığı sürece meşruiyet sınırı değişmeyecektir.
Türkiye, bugün, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmayla sonuçlanan son dönemine benzer koşullar içindedir. Ekonomik bağımlılık, doğası ve amacı gereği, siyasi ve kültürel bağımlılığı getirmekte, giderek tutsaklığa dönüşen dışa bağımlılık, yoğunlaşıp yayılmaktadır. Ulusal direncin dayanak noktalarını oluşturan ülke kaynakları, sınır konmamış bir özgürlük içinde yabancılara devredilmektedir.
Batı başkentlerinde Türkiye için verilen karar, 20.yüz-yılın başında olduğu gibi, Anadolu’da merkezi ve güçlü bir Türk devletine artık izin vermemektir. Kurtuluş Savaşı’yla kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, denetim altında tutulan etnik ve dinsel yapılanmalara dayanılarak dağıtılacak Anadolu’da; birbiriyle bağı olmayan, güçsüz bölgesel yönetim birimleri oluşturulacaktır. Programlara bağlanarak devlet politikası haline getirilen ve seksen yıldır her dönemde, o döneme uygun yöntemlerle aralıksız sürdürülen bu tutum; Batı’nın, kökleri eskiye giden değişmez Türk politikasıdır. Anadolu’daki Türk egemenliğine son vermeye dayanan bu politika, bugün, Kurtuluş Savaşı’yla kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni ayrıştırmaya, bağlı olarak ortadan kaldırmaya yönelmiştir. Gelinen aşama, artık, amacın eylemsel olarak gerçekleştirilmesi ve haritaların yeniden çizilmesidir.
Olumsuz gidişe karşın oluşmakta olan ulusal uyanış, toplumun değişik kesimlerine yayılmaktadır. Her geçen gün daha çok insan, gidişin iyi olmadığını görmekte, ancak bilgi yetersizliği ve örgütsüzlüğün yol açtığı yalnızlık içinde ne yapması gerektiğini bilmemektedir. Bir yandan ulusal uyanış yayılırken bir başka yandan halkın önemli bir bölümünde, yoksulluk ve bilgisizlik nedeniyle direnç gücü kırılmakta, kitleler edilgen kalabalıklar haline gelmektedir. Bir kesim, güven duyup peşinden gideceği bir önder ve ülkeyi esenliğe götürecek bir girişim beklerken, bir kesim yaşam ve gerçeklerden koparak içine kapanıp kendilerini öbür dünyaya hazırlanmaktadır.
Türkiye, varlığını koruyup geleceğini güven altına almak için gücünü toparlamak ve içselleşerek yaşanan tehlike haline gelen emperyalizmle mücadeleye hazırlanmak zorundadır. Emperyalizme karşı direnmek ve başarılı olmak, yoğun emek isteyen güç bir iştir; halkı, tam bağımsızlık ve ulusal kurtuluş amacıyla kazanmayı gerekli kılar. Bu ise halkın örgütlenerek bilinçlendirilmesi demektir.
Ezilen ulusların emperyalizme karşı savaşımda (mücadelede) ellerindeki tek silah, halkın örgütlü gücü ve bu gücün ideolojisi olan ulusçuluktur. Ezilen ulus ulusçuluğu, emperyalizme olan karşıtlığı nedeniyle, ulusçuluğu ırkçılığın dar kalıplarından çıkarır ve evrensel bir boyut kazanır. Özgürlüğü amaçladığı için, demokratik; amaç ve eyleminin gereği barışçı ve eşitlikçidir. Ezilen ulusların tümünü kendine yakın görür, onlarla dayanışma içine girer. Ezen ulus ulusçuluğuyla ezilen ulus ulusçuluğu arasındaki ayrım; buyurganlıkla katılımcılığın, saldırganlıkla savunmanın ya da tutsaklıkla özgürlüğün arasındaki ayrımdır. Atatürk ulusçuluğu, ezilen ulus ulusçuluğunun en yüksek ve nitelikli örneğidir. Emperyalizme karşı çıkamayan kişiler demokrat, ülkeler uygar olamaz.
NE YAPMALI
Dışa karşı savaşımda başarılı olmak için, içte birliğin sağlanması gerekir. Ulusal birlik çevresinde örgütlenen halk, yenilmez bir güç oluşturur; ulusalcılık, bu gücün yaşamın içinden gelen doğal kaynağı, insanlarda bir araya gelme duygusu yaratan bir gerekliliktir. Emperyalizm, ulusal varlığa saldırırken ister istemez, kendisine karşıtlığın yani ulusal birliği sağlamanın ve direnmenin koşullarını da oluşturur. Bu oluşum, birlik istemini iyi niyetli bir dilek olmaktan çıkarır ve koşulların gerekli kıldığı nesnel bir zorunluluk, bir görev haline getirir.
Ulusal varlığını korumaya karar verip örgütlenen, direngen ve kararlı bir halkı yenmek olanaklı değildir. Ulusal bağımsızlık savaşlarında belirleyici olan; güç üstünlüğü değil, halk örgütlenmesinde erişilen düzey ve bu düzeyin yaratacağı savaşkanlık ruhudur. Kurtuluş Savaşı’nın başında, Amasya’da, “milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” biçiminde dile getirilen anlayış ve bu anlayışla sağlanan başarı; bu gerçeği kanıtlayan bir örnektir.
Halkın bilinçlendirilip örgütlenmesi, ulusun kurtuluşunu amaç edinen yurtsever aydınlar tarafından gerçekleştirilir. Özveri, yüksek bilinç ve kararlılık gerektiren ve toplumsal gelişimi sağlayan ilerlemelerin ortak özelliği olan bu eylem, yani öncülerin ortaya çıkışı, kurtuluşa giden yolun ilk aşaması, bağımsızlık savaşımının başlangıç noktasıdır. Ulusal savaşım içinde yer alarak sorumluluk yüklenen öncüler, başlattıkları uyanış hareketiyle ulusal savaşıma biçim veren yüksek nitelikli insanlardır.
ÖRGÜTLENMEK, AMA NASIL?
Her sorun kendine uygun yöntemle çözülür. Doğada ve toplumda yaşanmakta olan çelişki sonsuzluğu içinde her çelişki, birbirlerine yaptığı etki gözardı edilmeden ayrı ayrı ele alınmalı, niteliğine uygun çözümler geliştirilmelidir. Ateşi elle alamazsınız; şeker yararlıdır, ancak şeker hastası için ölümcül olabilir.
Türkiye’de yaşanmakta olan ana sorun ulusalsa, bu sorunu çözmeye yönelen örgütlenme biçimi doğaldır ki; etnik, dinsel ya da sınıfsal değil, ulusal nitelikte olacaktır; olmak zorundadır. Nesnel gerçeklikle uyumsuz örgütlenme girişimleri, gereksinimlere yanıt veremeyeceği için başarılı olmayacak, üstelik isteseler de istemeseler de gerçek çözüm yolu olan ulusal örgütlenmeye zarar verecektir. Ulusal örgütlenme, günümüz koşullarında geçerli olan doğru örgütlenmedir, çünkü yaşanan sorun ulusaldır.
Ulusal örgütlenmenin anlamı, ulus bütünlüğünü amaç edinen bir anlayışın, toplumun her kesimini ulusal bağımsızlık ve özgürlük amacıyla bir araya getirmektir. Örgüt, varlığını ve geleceğini yabancılarla kurduğu ilişkilere bağlayan az sayıdaki işbirlikçi ve bunların etkilediği kesimler dışında toplumun tümünü kapsamalı, yapay ayrılıklarla birbirinden uzaklaşmış her yaş, meslek ve inançtan insanı biraraya getirmelidir.
Ulusal varlığın korunması sözkonusu olduğunda, düşünce, konum ve anlayış ayrımları önemini yitirir, ayrılığın her türü ikincil duruma gelir. Çünkü, ulusal varlık ortadan kalktığında ayrımların bir anlamı kalmayacaktır. Yaşanacak olan, artık, herkesi içine alan ağır dış sömürü, kimliksizleşme, baskı ve ulusal yokoluş sürecidir.
Başlangıçta, başarılması güç gibi görünen ulusal birliği sağlama girişimi, koşulların zorlamasıyla giderek daha çok insan için, önce anlaşılır, sonra gerekli duruma gelir; kitlelere güven veren doğru anlayışa sahip ulusal örgütlenme, daha geniş kesimlere ulaşır. Hangi görüş ve konumda olursa olsun tehlikeyi ayırt etmeye başlayan bireyler, ulusal çöküşün kaçınılmaz olarak kendilerini de içine alacağını görerek, artan bir ivmeyle ulusal eyleme katılırlar; ayrılıkları öteleyen bir anlayış içine girerler. Ulusal tehlikenin arttığı dönemlerde, iyi örgütlenen ve kitlelere güven veren bir ulusal örgütün yayılıp güçlenmesi, giriştiği savaşımda başarılı olması, yaşamın zorladığı doğal bir sonuçtur.
Kurtuluş Savaşı’nın başlangıç döneminde, adeta kendiliğinden ortaya çıkan, sonrasında tek çatı altında toplanan Müdafaa-i Hukuk, Reddi İlhak, Kuvvayı Milliye gibi örgütler, ulusal birliği gerekli kılan koşullarda, hangi anlayış ve yöntemle örgütlenileceğini gösteren örneklerdir. Kurtuluştan hemen sonra, halkı ülke yönetimine katma amacıyla kurulan Halk Fırkası (daha sonra Cumhuriyet Halk Partisi), toplumun her kesiminin temsil edildiği bir başka ulusal örgüt örneğidir.
Savaşımlarından ders alınıp yararlanılacak bu örgütler, Türkiye’ye özgüdür. Ancak, ulusal tehditle karşılaşan dünyanın başka ülkelerinde de benzer örgütlenmeler ortaya çıkmıştır. Ayrımlı (farklı) özellik ve biçimler içerse de; Fransa’da Nazi işgaline karşı oluşturulan Yurtsever Cephe, Sovyetler Birliği’nde Büyük Vatan Savunması adıyla yine Nazi işgaline karşı gerçekleştirilen ulusal direniş, Çin, Vietnam ya da Cezayir’de başarılan bağımsızlık savaşlarındaki örgütlenmeler, benzer anlayışlarla yürütülen ve geniş birliktelikler sağlayan savaşımlardır.
Ulusal varlığın tehlike içine girmesi, savunma güdüsünün gelişip ulusal duyarlılıkların yükseldiği, sıradışı dönemlerdir. Sorunlar, kişi ya da kurumların tek başlarına çözemeyeceği kadar ağırlaşmıştır. Sonuca ulaşıp ülkeyi esenliğe çıkarmak için, toplumun tümünü içine alarak, güçlerin birleştirileceği genel bir seferberlik anlayışına gereksinim vardır. Bu anlayışla örgütlenilmeli, savaşıma hazır somut bir güç yaratılmalıdır. Bu işe girişildiğinde, düşünce ayrımlarının giderek yumuşayacağı, mücadelenin ileri aşamalarında önemini yitireceği görülecektir. İnsanlar, güç ve çetin bir savaşımı birlikte yürütmenin dayanışmasıyla yakınlaşacaklar, ayrı görüşlerin aynı örgüt içinde biraraya gelmesini sağlayacaklardır.
Örgütlü savaşımlar göstermiştir ki, hangi yöntem ve biçimde olursa olsun, ulusal savaşımın tek bir merkezi önderliğe bağlı kalarak yönetilmesi, başarıya ulaşmanın koşuludur. Ülkeyi ve halkı tanıyan, olay ve olguları evrensel boyutuyla kavrayan ve güven duyulan bir önderliğin yaratılması, ancak ve yalnızca ulusal birliğin tek bir örgütsel yapı içinde sağlanmasıyla olanaklıdır. Yapısı ve oluşumu gereği, halk üzerinde yetke (otorite) ve saygınlığı olan bu örgüt, başka örgütleri etkisi altına alacak, onları ulusal mücadeleye katacaktır.
ÖRGÜT SORUNU VE ULUSAL BİRLİK
Türkiye’de; partiler, dernekler, vakıflar, sendikalar, kooperatifler, meslek odaları, çiftçi ve esnaf birliklerinden oluşan, geniş bir örgütsel çeşitlilik vardır. Örgütlerin sayıları ve çeşitliliği yüksektir; ancak, bunların toplumu etkileme gücü, sayı ve çeşitlilikleriyle uyumlu düzeyde değildir. Bunlar, kuruluş amaçlarını, bu amaçları ilkeleştirdikleri tüzük ve programlarını kabul eden insanları üye yaparlar. Kimilerine üye olmak zorunludur. Amaçlar, üyelerin mesleki ya da kültürel ortak sorunlarının savunulmasıyla sınırlıdır; ancak bu sınır, üyelere, en azından başlangıçta, kendi sorun ve görüşlerine yakın insanlarla birlikte olmanın verdiği güven duygusu yaşatır.
Sınırlı sayıda insana ulaşabilen bu tür örgütler, genelde, temsil etmeğe çalıştığı kitlenin tümünü değil, bir bölümünü çatısı altında toplayabilir. Aynı kitleye yönelen değişik anlayışta başka örgütler de vardır ya da bu anlayışlar örgüt içinde bulunmaktadır. Bu durum, sağlıksız ve genellikle çekişmeye dayalı bir ortam oluşturur. Çekişmeler kimi zaman, örgüt içi ya da örgütler arasında o denli yeğinleşir (şiddetlenir) ki, üyeler ya da örgütler, aynı ulusun unsurları değil de, uzlaşmaz çelişkileri olan karşıt kümeler (gruplar) haline gelerek birbirlerinden uzaklaşırlar.
Partiler dışında kalan; dernek, vakıf, sendika, oda ve meslek örgütü gibi değişik örgütler benzer görüş ve meslekten insanları bir araya getirirler. Bunlar, toplumsal yaşamın düzeyini yükselten, gerektiğinde bir araya gelerek ortak çalışmalar yapan kitle örgütleridir. Katılımcılığın ve dayanışmanın yaygınlaşması için yararlıdırlar; korunup desteklenmeleri gerekir. Ancak, bunların temsil yeteneği, ulaşmaya çalıştığı ve genellikle bölünmüş durumda olan kendi kitlesiyle sınırlıdır. Oysa, Türkiye’de, ulusal varlığı tehdit eden emperyalist saldırganlıkla karşılaşılan olağanüstü bir döneme girilmiştir. Bu örgütler, dönemin sorunlarına çözüm getirebilecek yapıda değildirler. Ezilip yok olmamak ve sert mücadelelerin üstesinden gelmek için, toplumun tümünü içine alan ulusal bir örgütün yaratılması gerekmektedir. Yerel örgüt tanımıyla dile getirilen örgüt, bu örgüttür.
Çıkar çekişmesi ve gerilim, yönetim için savaşım veren örgütler olan partilerde, daha kalıcı ve yeğindir. Ancak, günümüz partilerinde bu çatışma, başka partilerle olduğu kadar, parti içinde üyeler arasında da yaygındır. Üyeler birbirlerini, aynı amaç için gönüllü olarak biraraya gelmiş ülkü birliğine sahip insanlar olarak değil de, iktidar nimetlerine ulaşmak için savaşıma girişen rakipler olarak görür.
Parti içi ya da partiler arasındaki çatışmalı ilişki, çıkarın geçerli olduğu öyle bir siyasi ortam yaratmıştır ki, burada artık; ulusal hakların geliştirilmesi, ülke çıkarlarının savunulması, bağımsızlık, özgürlük gibi kavramların yeri yoktur. Bu kavramlar, parti yöneticileri için; çağa uymayan gerilik unsurları, içe kapanarak dünyadan kopmanın göstergeleridir; eskide kalmış birer peri masalıdır. Birçok parti ve örgüt yöneticisi için, egemenlik haklarının yabancılarla paylaşılması, giderek devredilmesi, küreselleşmenin gerekli kıldığı karşı koyulamaz bir süreçtir. Bu tür yaklaşımlarla siyasi yapıya yön veren parti ve örgütler, ülke sorunlarını çözmek bir yana yenilerini ekleyerek ağırlaştıran bir işlevi yerine getirir. Bu örgütler, ulusal hakları savunmaya yönelen yeni örgütlenme girişimleri için, aşılması gereken engeller durumundadır.
SİYASİ PARTİLER
Sınırları yasal düzenlemelerle belirlenen parti işleyişinin, yasa koyucunun amaç ve istemlerine uygun olarak biçimleneceği açıktır. Yasayı, meclis aracılığıyla çıkaran partilerdir. İktidar gücünü ele geçiren partiler, bir daha yitirmek istemedikleri bu gücü, siyasi demokrasinin sınırlarını genişletmek için değil, etki ve egemenliğini sürdürmek için kullanır. Yasalar, bu kullanımın araçları haline getirilir; akçalı (mali) kaynak başta olmak üzere devlet olanakları büyük partilere aktarılır.
Türkiye’de (ve dünyada) siyaset bugün; paraya ve güce bağlı, halkın yer almadığı, büyük sermayenin denetim altında tuttuğu, bir çıkar eylemi haline gelmiştir. Yönetime gelen/getirilen partiler, bu işleyişi sağlayan araçlar durumundadır. Yaptıkları işin yarattığı toplumsal bozulmayı, tümüyle içlerinde barındırırlar. Programlarda ya da açıklamalarda ne söylenirse söylensin, halkın ve ulusun değil, kurucularının ve destek aldıkları çevrelerin haklarını savunurlar. Çıkar sağlama temel amaç olduğu için; ilke, erdem, ulusal duygu, paylaşım ya da eşitlik gibi kavramlar ortadan kalkmıştır. Çıkar için her yol meşru sayılır. Partilerdeki siyasi yaşam artık, krediler, devlet teşvikleri, ihaleler ya da kadrolaşmadan oluşan bir eylem olmuştur. Kamuya açıklanan hemen her yasal işin arkasında, çıkara dayalı bu tür yasadışı ilişkiler vardır.
Yeni kurulan ya da yeterince güçlenmemiş partilere ilgi gösterilmezken, yönetime gelme olasılığı olan partilere yoğun bir çıkarcı akını olur. Bu partilerde, milletvekili ya da belediye başkanı olmak için yapılan masraf, karşılığı alınacak kârlı bir yatırımdır. Parti üyeliği, parti içinde yükselerek devlet kaynaklarına ulaşmayı sağlayan bir iş gibi görülür. Partide yükselme, şirkette yükselmeye benzer. Genel başkana (şirket patronuna) sorgusuz boyuneğme (itaat), başkanın (patronun) her sözünü yerine getirme ya da öyle görünme, ona güven verme, üyelerin temel davranış biçimidir. Böyle bir ortamda, ilişkilerin niteliği gereği; siyasi ilke, özveri, ülke çıkarlarını savunma, ülkü ve inanç birliği, dürüstlük gibi kavramlar ortadan kalkar. Hemen her ilişkinin arkasında, gizlenmiş bir gerilim, sürekli bir iç çekişme ve çıkar çatışması vardır.
Siyasetin çıkara bağlı olarak biçimlenmesi, doğası gereği, çıkar için yapılabileceklere bir sınır koymamayı getirir. Yönetime geliş biçimine ve güce bağlı olarak, yasal ve yasadışı her yol sonuna dek zorlanır. Yönetme sırasının kendilerine geldiğine inanan parti yöneticileri, bunu her zaman elde edemeyecekleri bir fırsat olarak görür ve kendilerinden öncekiler (ve sonrakiler) gibi, kamusal varsıllığı kişisel hesaplarına kaydırma uğraşısı içine girerler. Burada ahlak sınırını artık, yasalar ya da kamusal anlayışa dayanan devlet görenekleri değil, ‘siyasetçi’lerin özyapıları (karakterleri) ve gözükaralıkları belirler.
Çıkar için siyaset yapmanın sınırı bugün, yabancılarla bütünleşerek ulusal kaynakları dışarıya aktarmaya dek genişlemiştir. Ancak, yabancılarla bütünleşmek, dışarıya kaynak aktarmayla da sınırlı değildir. Bu tutum nedeniyle ve daha yıkıcı olmak üzere, emperyalizm ülkede iç olgu haline gelmiş, ülke bir yarı-sömürgeye dönüşmüştür.
Devleti ve toplumsal yaşamı dolaysız ilgilendiren hemen tüm kilit noktalar ele geçirilmiştir. Ekonomi, kültür ve siyaset yabancıların yönlendirme ve denetimi altındadır. Çıkarcılar güçlenerek siyasi işbirlikçiler haline gelmiştir. Bugün, Türkiye’de, birbirini tamamlayan ikili bir süreç yaşanmaktadır. Yabancılar, Türkiye üzerindeki çıkarlarını koruyacak sözdinler siyasetçiler bulup bunları iktidara taşırken; iktidara gelenler, yabancıların isteklerini eksiksiz yerine getirmektedir.
Dış destekle yönetime gelenler, çıkar sağlayacakları yönetimlerini koruyup sürdürmek için, kendilerinden istenenleri yapmak zorundadır. Halka, yerel unsur gibi görünen bu insanlar, gerçekte, emperyalizmin ülke içindeki uzantıları, halkına ve ulusuna yabancılaşmış işbirlikçilerdir. Bunlar, meşruiyeti ülke haklarının savunulmasında değil, yabancıların onay ve desteğinde ararlar. Yönetime gelmek isteyen parti başkanlarının, herşeyden önce Batı başkentlerini dolaşmalarının, buralara güven verip kendilerini kabul ettirmeye çalışmalarının nedeni budur.
Parti sayısındaki artışlar, daha demokratik bir siyasi yaşamın olduğunu göstermez. Parti sayısı çoktur ancak siyasete yön verenler, dışarıyla ilişkili birkaç büyük partidir. Bunlar, farklı düşüncelere sahip olduklarını söylerler; adları, simgeleri, binaları, genel başkanları değişiktir; ancak, iktidara geldiklerinde tek bir programı, IMF ve AB programlarını uygularlar. Bu anlamıyla, Türkiye’de çok partili siyasi düzen değil, bir tür tek parti rejimi vardır. Partiler yönetime gelir gider ancak izlenen politika değişmez.
SİYASİ İŞLEYİŞ VE KURALLAR
Politik açıklamalarda, iş çevrelerinde, yazılı ve görsel basında dile getirilen yaygın söylem; meclisi halkın seçtiği, sonucu ne olursa olsun bu seçime saygı gösterilmesi gerektiği, çünkü halk istencinin (iradesinin) her şeyin üzerinde olduğu biçimindedir. Doğru gibi görünen bu tür söylemler, seçimlerin söylem sahiplerinin istemi yönünde sonuçlandığı sürece yinelenir ve yaşanan sürecin demokrasi olduğu ileri sürülür.
Oysa, ne meclisi halk seçmektedir, ne de yaşanan süreç ‘demokratiktir’. Siyasi işleyiş o denli ustalıkla kurgulanmıştır ki, bu düzende kurgu sahiplerinin denetimi dışında bir seçim sonucunun elde edilmesi çok güç, neredeyse olanaksızdır. Halktan yana böyle bir yönetim oluşsa bile, onu bekleyen ‘demokratik süreç’; uluslararası engeller, ambargolar, siyasi ve ekonomik bunalımlar ve her türlü baskıdır.
Günümüzde siyasetin, hemen tümüyle paraya bağlı bir eylem haline gelmesi, toplumu etkileme olanağı yüksek araçların önemini arttırmıştır. İletişim araçlarını, basın-yayını, kültür ve eğitimi denetimi altına alanlar, parası olanlar yani şirketlerdir. Bunlar, partilere yaptıkları desteği bağışlar ve yardımlarla sınırlı tutmazlar, ellerindeki büyük gücü kullanarak, siyasi yaşamı da denetim altına alırlar; ona yön ve biçim verirler. Seçim yasası, ya da siyasi partiler yasası, onların bilgi ve denetimi dışında değiştirilemez. Desteklenecek ya da yerilecek parti ve kişiler, medyanın yaygın gücüyle, yüceltilir ya da aşağılanır. Ustalıkla hazırlanan tartışma izlenceleri (programları), haber ve yorumlar ya da köşe yazıları, bu işin etkili araçlarıdır. Kimi kişi ve partilerden hiç söz edilmez, bunlar yok sayılır. Parası ve medya desteği olmayan partiler, kendilerini halka tanıtmada, rakiplerine karşı çok eşitsiz bir konumdadırlar.
Siyasi işleyişin genel çerçevesi, büyük sermaye güçleri ve onların siyasi temsilcileri tarafından meclis dışında belirlenir ancak bu çerçevenin yasalara dönüştürülerek uygulamaya sokulması, yönetime getirilen partiler tarafından yapılır. Bu partiler, doğrudan siyasete girmeyen büyük sermaye temsilcilerinin ve bunların dış bağlantılarının bir anlamda taşeronu gibidirler. Kendilerine ayrıcalık sağlayan iktidar koşullarını sürdürmek ve yeni ayrıcalıklar elde etmek için, yasaları konumlarına uygun olarak sürekli değiştirirler. Siyasi partiler yasası; seçim yasası, hazine yardımlarından yararlanma, seçim barajları, mecliste küme oluşturma v.b. iktidar partilerinin yararlandığı ayrıcalıklarla doludur.
Yalnızca büyük partilerin alabildiği hazine yardımı, halka çıkarılan dolaylı vergi ya da yurttaşların benimsemese de partilere ödediği ödenti gibidir. Çünkü bu yardımın kaynağı olan hazine, halkın ödediği vergilerden oluşmaktadır ve bu yardım, büyük partilerin üyelerinden aidat toplamasına gerek kalmayacak kadar yüksektir. Küçük partiler ya da yeni kurulan partiler hazine yardımı alamazlar.
Yüzde 10’luk seçim barajı, seçmenlerin önemli bir bölümünü, barajı geçecek birkaç partiye oy vermeye yöneltmektedir. ‘Oyum boşa gitmesin’ düşüncesi, seçmeni, kendisine yakın görüp denemek istediği yeni bir partiye değil, hoşnut kalmasa da, daha önce denediği baraj geçecek partiye oy vermeye zorlamaktadır. Büyük partilerin yararına işleyen bu durum; birkaç partinin meclise girebildiği, küçük ya da yeni kurulan partilere gelişme şansı tanımayan, tekelci bir siyasi ortam yaratmaktadır.
Parti, dernek, sendika, vakıf v.b. örgütler arasında, dışardan siyasi ya da akçeli destek alanların oranı hızla yükselmektedir. Paraya dayanan yaymaca (propaganda) gücü, dış desteğe açık örgütlerin seslerini daha çok duyurmasını sağlar, bu örgütleri güçlendirir. Bu nedenle bu tür örgütler arasında, genellikle bol sıfırlı dış yardım çeklerini almak için sıkı bir yarış vardır. Bu yarışta öne çıkmanın tek ölçütü, ulusal varlığa saldırı ve bu saldırıda gösterilecek başarıdır. Cumhuriyet’e ve ulus devlet işleyişine karşıtlıkta kim daha etkili olursa, alacağı mali destek o denli yüksek olur.
Sivil toplum örgütleri adı verilen örgütlerin önemli bir bölümünde, yöneticiler dışardan alınan paranın bir bölümünü kişisel hesaplarına aktarır, kalanıyla para veren ülkenin belirlediği politik ya da kültürel çalışmaları yapar. Bu işleyiş; halkına ve kültürüne yabancı, devletine düşman, paradan başka değer tanımayan bir insan türü ortaya çıkarır; Yerli unsur gibi görünen bu insanların ulusal varlığa verdiği zarar, aldıkları paranın çok üstündedir. Ve hiçbir yabancının açık olarak yapamayacağı kadar yüksektir.
MECLİSİ HALK SEÇMİYOR
Meclisi halkın seçtiği yönündeki sav, üzerinde fazla düşünmeden yüzeysel olarak ele alınırsa doğru gibi görülür. Sandık halkın önüne konmakta, partiler görüşlerini açıklamakta ve her birey dilediği partiye oyunu vermektedir. Bu görünüm, söylenenlere uygundur. Oysa, gösterişli seçim çalışmaları, medya yayınları ve dağıtılan armağanlarla yönlendirilen halk sandık başına gittiğinde, partiler milletvekili listelerini önceden hazırlamıştır. Adayları tanımaz, niteliklerini ve yapacaklarını bilmez. Partilerden birine oy vermekten başka bir seçeneği yoktur.
Milletvekili adaylarının seçimi ve bunların listelerde alacağı yer konusunda yalnızca halkın değil, parti üyelerinin hatta parti yöneticilerinin bile söz hakkı yoktur. Tüzüklerde yer alan önseçim işleyişi ya hiç uygulanmaz ya da göstermelik birkaç uygulamayla sınırlı tutulur. Aday belirleme hemen tümüyle genel başkanın yetki ve kararına bırakılmıştır. Öneri ya da istekte bulunulabilinir, ancak karar verici kesin olarak parti başkanıdır. Bu durum, siyasetin bir yatırım, bir iş gibi görülerek milletvekili olmanın tek amaç yapıldığı günümüzde, genel başkana aday olacak parti üyeleri üzerinde baskı oluşturan etkili bir yaptırım gücü verir. Bu güç sonuna dek kullanılır ve meclisi halk değil baraj geçecek siyasi partilerin genel başkanları belirler.
Genel başkanların milletvekili adaylarını seçerken aradığı birinci ölçüt, yeterlilik değil adayın sözdinlerliği ve kendisine bağlılığıdır. Partide ve mecliste önerilerin tartışmasız kabul edilmesini, verdiği kararların eksiksiz uygulamasını ister.
Aday belirlemede ikinci ölçüt, adayın düşünce yapısı ve yürütülecek politikaya göstereceği uyumdur. Genel başkanlar, başkanlıklarının sürmesini uluslararası güçlerin desteğine bağladığı için, seçeceği adayların bu desteğe uygun nitelikte olmasına özen gösterirler. Halkın ve ulusun sorunlarını çözecek birikime sahip yurtsever insanlar, milletvekili listelerinde yer alamaz ya da gözyumulmuş küçük bir azınlığı oluşturur.
Meclisi seçtiği söylenen halkın içinde bulunduğu durum, meclisi seçmekten çok uzaktır. Yoksul ve örgütsüzdür ve siyasetten kopmuştur. Gücünün tümünü, yaşamsal gereksinimlerini karşılayıp geçimini sağlamak, ayakta kalabilmek için kullanmaktadır. Siyasetle ilgilenmek, katılıp söz sahibi olmak, hele seçilmek; onun aklına bile getirmediği, kendisinden çok uzak kavramlardır. Bu işleri yapacak ne parası, ne gücü, ne de bilinci vardır. Siyasette ona ayrılan yer, her dört ya da beş yılda bir önüne koyulan sandığa gidip, sorunlarına çözüm getirmeyecek partilerden birine oy vermektir. Siyasi olarak, edilgen bir oyvericiden başka bir şey değildir.
Halk, sürekli biçimde ve yaygın olarak yürütülen bozulma amaçlı yaymacanın etkisindedir ve kendi yararına bir sonuç vermese de; demokrasi içinde yaşadığını, meclisi seçerek hükümetleri oluşturduğunu sanmaktadır. Seçen değil, önceden seçilenleri sandıkta onaylamaktan başka bir işlevinin olmadığını bilmemektedir.
YEREL ÖRGÜTLER KURULMALIDIR
Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelen tehdidin, yaşanan yakın tehlike haline geldiğini görerek tehlikenin ayırdına varanlar, bugün için azınlıktadır. Ancak, gidişin olumsuzluğu ve varacağı yer giderek daha çok insan tarafından görülecek, bir şeyler yapılması gerektiği daha geniş çevrelerde tartışılacaktır. Ancak, yapılması gereken henüz yeterince ortaya konabilmiş değil. Her şeye karşın; ülkenin geleceği için kaygı duyanlar yavaş yavaş bir araya geliyor, ayrılıklar önemini yitiriyor, ulusal kaygının yarattığı birlik duygusu, yakınlaşma ve dayanışmayı öne çıkarıyor; yaşam bunu zorluyor.
Toplum yaşamıyla ilgili bir sorun ortaya çıkmışsa, üstesinden gelinmesi gereken bir örgüt sorunu var demektir. Toplumsal sorunların çözümü, ancak ve yalnızca, örgütler aracılığıyla sağlanabilir; çünkü sorun, çok sayıda insanı ilgilendirmektedir; bireysel değil, toplumsaldır.
Ulusal ya da sınıfsal ilişkilerde, örgütlü olanların örgütlü olmayanlar ya da daha az örgütlü olanlar üzerinde üstünlük kurması kaçınılmazdır. Bugün, küresel boyutlu bir saldırıyla karşılaşan Türkiye; bu gerçeği, en yalın biçimiyle yaşamaktadır. Giderek işgale dönüşen dış karışma örgütlüdür ve Türkiye bu durumdan kurtulup ulusal haklarını savunmak için, toplumun tümünü kucaklayan bir örgütlenmeyi yaratmak zorundadır. Ulusal hakların eylemsel olarak savunulması gündeme geldiğinde, bu görevi yerine getirecek, ordu başta olmak üzere resmi örgütler vardır. Burada sözkonusu edilen örgütlenme, ulusal varlığa yönelen tehdide karşı, her aşama ve koşulda savaşım verecek, dernek konumunda yasal ve meşru bir halk örgütünün yaratılmasıdır.
Ulusal birlik amacını sürekli önde tutan bir anlayışla; il, ilçe, belde ve köylere dek yayılan dernekler kurulmalıdır. Bu örgütlerin var olan kitle örgütlerinden başkalığını ortaya koyan ayrım; belirli bir kesime değil ulusun tümüne yönelmesi, her görüş ve inançtan insanı aynı çatı altında toplamaya çalışmasıdır.
Herhangi bir örgüte üye olsun olmasın, çok sayıda insan, ülkenin olumsuz gidişine tepki duymakta ancak ne yapılması gerektiğini bilmemektedir. Oysa, gidişe duyulan tepki, örgütlenmeye yöneltilecek önemli bir güç oluşturmaktadır. Bu gücün, halka yönelen örgütlü bir yapı içinde yer alması sağlanmalı, bunun yol ve yöntemi bulunmalıdır. Olumsuzluklara tepki duymak yetmez; tepkiyi eyleme dönüştürmek, bir şeyler yapmak gerekir. Yapılabilecek en iyi şey ise, yapılabilir olanı belirlemek ve uygulamaktır. Herkes, gücünü ve yeteneğini abartmadan ve küçük görmeden, somut bir çalışmaya yöneltmeli, ulusal bir örgütün yaratılmasında yer almalıdır. Bu yapılmazsa, ülke geleceğine karşı duyulan kaygı, sonuçsuz yakınmalar ve iç karartıcı sızlanmaların ötesine geçmeyecektir.
Ulusal hakların savunulmasında yer alacak yerel örgütler, yüzyıl başında kendiliğinden ortaya çıkan Müdafaa-i Hukuk, Reddi İlhak ve Kuvvayı Milliye örgütlerinin günümüz koşullarındaki benzerleri olacaktır. Benzerliğin nedeni, koşullar arasındaki benzerlik ve nesnel örtüşmedir. Askeri işgal yoktur ancak ulusal varlığı dağılmaya götürecek siyasi ve ekonomik uygulamalar, eskisinden daha ağır ve yoğundur; askeri işgale zemin hazırlayan bir konumdadır. Medyanın bozucu yaymacasını aşarak askersiz işgalin yıkıcılığını halka anlatmak güçleşmiştir. Girişilecek ulusal savaşımın üstesinden gelebilmek için; halka ulaşmak, onu yerinde örgütlemek, yerel unsurlardan halk önderleri çıkarmak ve bunları ulusal örgütün öncüleri haline getirmek gerekmektedir. Yerel örgütler, bu amacı gerçekleştireceklerdir.
Ulusal duyarlılığa sahip her görüş ve eğilimden insan, bulunduğu yerde bir araya gelmeli, kendi yöresinde örgütlenmelidir. Ulusal görev haline gelen ve ilgili resmi kurumlara yasal bildirimlerle kurumsallaştırılacak bu meşru girişim, Atatürk’ün Sakarya Savaşı’nda dile getirdiği, “hattı müdafaa yoktur sathı müdafaa vardır, bu satıh bütün vatandır” anlayışının, halkın örgütlenmesi uğraşında uygulanması olacaktır.
Yerel örgütlerde biraraya gelen insanlar, çıkarın sözkonusu olmadığı bir eyleme giriştikleri için, yurt sevgisinin pekiştirdiği bir yakınlık ve dayanışma içinde olacaklardır. Birbirlerini her yönden tanıdıkları için; dışardan yapılacak kışkırtma (provakasyon) girişimlerini, kasıtlı karışmaları ya da sızma girişimlerini kolayca önleyeceklerdir. Kendi kararlarını kendileri vererek sorumluluk yüklenecekler, sorumluluğun yarattığı özgüven duygusuyla, zaman içinde deneyimli örgüt yöneticileri ve gerçek halk önderleri haline geleceklerdir.
Yöre insanının duygu ve düşüncesini, yaşadığı sorunları bilen, onlarla aynı dili konuşan yerel önderler, kitlelerle bağ kurmada, onları bilinçlendirip biraraya getirmede, dışarıdan gelen hiçbir aydının yapamayacağı denli başarılı olacaktır. Halk, kendi içinden çıkan, huyunu suyunu bildiği bu insanlara, doğru bilgiyi doğru biçimde aktardıkları sürece, güvenecektir. Bilgiyle donanmış, kararlı ve özverili halk önderleri, ulusal mücadelenin en değerli unsurları olacaktır.
Yerel örgütlerde bilgi ve bilincin yaygınlaştırılması, çalışmaların temelini oluşturacak, eğitime özel önem verilecektir. Eğitimin amacı, kuramsal bilgilenmeyi gözardı etmeden ve bilgiyi yaşamın gerçekliğinden koparmadan edinmektir. Yeniliği ve sürekli değişimi içeren yaşam, en güvenilir öğreticidir; gerçeği görmek için, yaşamı bilmek ve onu izlemek yeterlidir. Ancak, önemli olan gerçeği yaşayarak değil, önceden görmektir; ne yaşayarak görme ilkelliğine düşülmeli, ne de bilgi diye yaşamdan kopuk soyut görüşlerle uğraşılmalıdır.
Yerel örgüt üyeleri, alacakları eğitim ve yaptıkları işin gereği, bilgiyi bilince yükseltecekler; çevreye bilgi ileten, sorun saptayıp çözüm geliştiren ve bunu eyleme döken, girişimgücü (inisiyatif) yüksek halk önderleri haline geleceklerdir. Bunlar girişecekleri işlerde hiçbir yerden buyruk almayacak, çalışmalarında özgür olacaklardır. Bu özgürlük, onlarda sorumluluk duygusunu geliştirecektir. Kendi kararlarını kendileri alacak, bunları doğru bildikleri yöntemlerle uygulayacaklardır. Yapılan yanlışları ya da sağlanan başarıyı eylem içinde görecekler; bunlardan sonuç çıkararak deneyimli örgüt yöneticileri olarak yetkinleşeceklerdir. Özgür çalışma ve gönüllü sorumluluğun sağlayacağı yaratıcı ortam, örgütsel çalışmalarda önceden bilinmeyen ve uygulama içinden çıkan, birçok yaratıcı yöntem ve eylem biçimleri ortaya çıkaracak, bu yolla yüksek değerde örgütsel bir birikim sağlanacaktır.
Yerel örgütlerde girişimgücünü yükselten özgür ortam; toplumsal geleneklerle uyumlu, yardımlaşma ve dayanışmaya dayalı, katılımcı bir yapı ortaya çıkaracaktır. Partilerde ya da merkezi örgütlerde bulunmayan bu yapı; yerel örgütleri, halk gücünün ulusal mücadeleye kazanılmasında engel oluşturan kısıtlayıcı kurallardan ve özellikle genel başkan ya da genel merkez yetkesinden (sultasından) kurtaracaktır.
Parti ya da merkezi örgüte üye olan bir kişi, kendi bilgi ve katılımı dışında önceden hazırlanmış kurallara uymak zorundadır. Merkezin uygun görmediği herhangi bir düşünce ya da davranış, örgüt kurallarına uymamak olarak değerlendirilir ve cezayı gerektiren örgüt suçu kabul edilir. Bu yapı, birim yöneticileri dahil tüm üyeleri, iş ve düşünce üretmeyen ve merkezden buyruk bekleyen, girişimgücünden yoksun, edilgen unsurlar haline getirir. Böyle bir ortamda devreye, siyasi ya da akçalı çıkar çekişmeleri de girince, özellikle partiler, halkı örgütlemenin değil, örgütlenmek isteyenlerin isteğini köreltip, insan törpüleyen aygıtlar haline gelmişlerdir.
YEREL ÖRGÜTLER ULUSAL BİRLİĞİ SAĞLAMANIN İLK ADIMIDIR
Ulusal birliği sağlama amacıyla; il, ilçe, belde ve köylere dek yayılacak yerel örgütler, birlik amacını temel almak koşuluyla, yöre koşullarına uyum gösteren değişik çalışma yöntemleri geliştirecektir. Yöntem çeşitliliği, örgütler arasında ayrışma değil, tam tersi, deneyim aktarımlarıyla amaç birliğini esas alan güçlü bir birliktelik sağlayacaktır. Çalıştıkça yetkinleşen, yetkinleştikçe güçlenen her yerel örgüt, benzerlerine örnek olacak, onların kurulup güçlenmesine katkı sağlayacaktır.
Deneyim aktarımları, ulusal birlik amacının yarattığı duygu ve düşünce birliğiyle birleşince, ayrı birimler halinde yapılanmış olsa da yerel örgütleri, tek bir amaç çevresinde birleşmeye hazır örgütler bütünü haline getirecektir. Bütünleşme, özgür istence bağlı olduğu için, güçlü ve kalıcı olacaktır.
Yerel örgütler, yöresel gücünü arttırıp yayılırken, aynı amaçla kurulan başka yerel örgütlerle ilişkiye geçecek, örgütlenmenin bir üst aşaması olan bölgesel ve giderek ulusal düzeyde yeni bir örgütsel yapıyı gerçekleştireceklerdir. Amaç için ilk girişim, yerel örgütlerin il düzeyinde birlikteliğini sağlamak olacaktır. İlçelerde kurulan örgütler, varsa belde ve köy örgütleriyle birlikte, kendi üst örgütünü oluşturmak üzere il düzeyinde biraraya geleceklerdir.
Eşit ve ayrıcalıksız temsilin geçerli olduğu bu yeni yapı, il düzeyinde yürütülecek ortak çalışmalarda eşgüdümü sağlayacak ve ulusal örgütlenmenin ikinci aşamasını oluşturan bölgesel yapılanmaya yönelecektir. Bölge düzeyinde yapılacak çalışmalarda eşgüdümü sağlayacak bu yapılanma, aynı zamanda yerel örgütlerin tümünü temsil eden ulusal düzeydeki üst örgütün yaratılması için çalışacaktır.
Ulusal varlığın savunulmasını tek amaç bilen üst örgüt, yerel örgüt çalışmalarını merkezileştirerek, birimlerde oluşan birbirinden bağımsız örgütsel gücü tek bir ulusal güç haline getirecektir. Siyasal, sınıfsal, etnik ve dinsel ayrımları erteleyen partilerüstü bu yapı; Kurtuluş Savaşı’nın halk ayağını oluşturan, kurtuluştan sonra Halk Fırka (Parti)’sına dönüşen Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Dernekleri’ne benzeyen, onun sağladığı savaşım birikimini günümüz koşullarına uyarlayan bir örgüt olacaktır.
YEREL ÖRGÜTLER VE EĞİTİM
Ulusal eğitimin çöküşüyle birlikte, Türkiye’de, toplumun hemen her kesimini kapsayan genel ve yaygın bilgisiz ve düzeysiz bir ortam oluşmuştur. Eğitimsiz ve örgütsüz kılınan halk, kültürel yozlaşmayı amaçlayan her türlü yaymacaya açık, korumasız durumdadır. Demokrasi, insan hakları, küreselleşme tanımlarıyla dışarıda belirlenip içerde uygulanan programlar, bilinçsiz ortam ve medyanın etkili gücüyle birleşince, yaygın ve kalıcı bir kültürel bozulma ortaya çıkmıştır. Bilisizlik (cahillik) o denli yaygındır ki, halkın önemli bir bölümü, olayları kavrama yetisini yitirmiş, kendisine ve ülkesine karşı olan politikaları destekler duruma düşmüştür. Doğruyla yanlış, iyiyle kötü, özgürlükle tutsaklık adeta yer değiştirmiş yaratılan düşünsel karmaşa içinde gerçekler görülemez olmuştur.
Halkı bilgilendirmek, gerçekleri görmesini sağlamak ve bu eylemi ulusal uyanışa dönüştürmek, yerel örgütlerin her dönemde birincil görevi olacaktır. Bu görevi başarmak için, ülkeyi ve dünyayı doğru kavramak, bilgilenmek ve bilgiyi bilince dönüştürerek halka ulaştırmak gerekir. Bu ise, örgütlenme ve eğitim demektir.
Ulusal eğitim, dış karışmanın yoğun baskı ve denetimi altındadır. Ulusal niteliğini yitiren eğitim; bilim ve gerçeklerden uzak, eğitmeyen, ezbere dayalı, sorgusuz ve irdelemesiz bir bozulma içine sokulmuştur. Bilgiyi ve bilimsel düşünceyi yayması gereken okul, uygulanan dış kaynaklı programlarla, kimliksizleştirmenin ve bilgisiz kılmanın aracı haline gelmiştir. Okullar, bilimi ve ulusal bilinci değil, bilim dışı düşünceleri yaymak için kullanılmaktadır.
Okul dışında ise yasal ya da yasadışı yollarla, din adına ve küçük yaştan başlamak üzere, Cumhuriyet’e düşman yetiştiren bir eğitim verilmektedir. Tarikatlar, mezhepler, azınlıklar, etnik kümeler; kendi eğitim kurumlarına sahiptirler. Misyonerler yoğun biçimde çalışmaktadır. Yabancı dilde eğitim, anaokuluna dek inmiştir. Yaşanmakta olan eğitim karmaşasının ortak özelliği, Türkiye Cumhuriyeti’ne ve ulusallığa karşıtlıktır.
Eğitimde uzun süren bozulma, ekonomik yetmezlikler ve sürekli duruma gelen iç ve dış göçle birleşince, Türk toplumuna özgü değerlerin öğretildiği aile içi eğitim de büyük zarar görmüştür. Okuldan ve çevreden bilim dışı ‘bilgiler’ edinen gençler, anne babalarından da gereken bilgiyi artık alamamaktadır. Çünkü, eğitim bozulmasını onlar da yaşamıştır.
Okulda, toplumsal çevrede, ailede; ulusal bilinç sağlayacak bilginin edinilmediği bir ulusun, hak ve çıkarlarını, kimliğini ve varlığını koruması, kuşkusuz olanaklı değildir. Yerel örgütlerde eğitimin birincil olmasının nedeni budur. Okulda, çevrede, ailede edinilemeyen ya da yeterince edinilemeyen gerçek bilginin insanlara ulaştırılarak ulus bilincinin yaratılması, başarının önkoşulu ve her işin başlangıç noktasıdır.
YEREL ÖRGÜTLER KADROLARINI HALK İÇİNDEN ÇIKARACAKTIR
Toplumsal mücadelede olay ve olguları önce aydınlar kavrar. Sorun ve çözümleri belirleyerek, gerçekleri halka onlar ulaştırır; önce kendileri bilinçlenip örgütlenirler, sonra halkı bilinçlendirip örgütlerler. Toplumsal gelişim tarihinde bu her zaman böyle olmuş, bütün devrim ve değişimlerin öncülüğünü aydınlar yapmıştır.
İlerlemeye dönük değişimin kıvılcımını aydınlar yakar; ancak, toplumsal dönüşümün gerçekleştirilip korunması, yalnızca halkın bu eyleme katılıp kendi öncülerini ortaya çıkarmasıyla olanaklıdır. Yerel örgütlerde yapılacak eğitim çalışmalarının amacı, gerçek halk önderlerini ortaya çıkarmak ve onları ulusal mücadeleye kazanmaktır.
Eğitim çalışmalarında, uygulama içinde değişik yöntemler elbette gelişecektir. Bunun için, başlangıçta uygulamaya dönük bir yöntemin ortaya koyulması gerekir. Okuma kümelerinin oluşturulması, iyi bir başlangıç olacaktır.
On-onbeş kişiden oluşacak her okuma kümesi, ele alıp inceleyecekleri bir kitap saptayacaktır. Küme üyelerinin tümü, kitabın belirlenen bölümünü (örneğin elli sayfa) okuyup gelecektir. Haftada bir yapılacak toplantılarda, ilgili bölümü her hafta bir kişi sunacak, sunumdan sonra bölüm tartışılacaktır. Toplantının son bölümü, dünya ve ülkedeki güncel olaylar üzerinde görüşmelere ayrılacak, ardından yeni bölüm ve yeni sunucu belirlenerek dağılınacaktır. Kitap bittiğinde yeni kitaba geçilecektir. Çalışmada sunum ve sunucunun önemi, bilgi edinenin bilgiyi ileten haline gelmesidir. Üyelerin kitle önünde konuşma becerisini geliştirecek bu girişim, onları, düşüncelerini sözcüğe dökme yeteneğine sahip, halka bilgi taşıyan konuşmacı haline getirecektir.
Okuma kümesinde yer alıp bilgisini ve anlatım yeteneğini geliştiren her üye, deneyimini aktaracağı yeni okuma kümeleri oluşturacak, yeni öncüler yetiştirecektir. Başlangıçta, sayısal azlık nedeniyle yavaş gelişecek öncüleşme eylemi, küme sayısı arttıkça ivme kazanacaktır.
YEREL ÖRGÜTLERİN ULUSAL SAVAŞIM İÇİNDEKİ YERİ
Yerel örgütler, halkı örgütleyip içinden gerçek halk önderleri çıkardığı oranda gücünü arttıracaktır. Örgüt, kitleler içinde ne denli yaygınsa ve güven duyuluyorsa, gücü yenilmezliğe o denli yaklaşıyor demektir. Bilinen bir gerçektir ki, ulusal haklarını savunmak için örgütlü birliğini sağlayan bir halk, o denli büyük bir güç yaratır ki, giriştiği mücadelede onu yenebilecek karşıt bir güç sözkonusu olamaz. Teknolojik olanaklar, akçalı ve askeri güç üstünlüğü, bu gerçeği değiştirmez.
Türkiye’de, ulusal hakların yeniden savunulması zorunda kalınmıştır. Başarıya ulaşıp ulus varlığını korumak için, kişi ya da kurum, herkesi içine alan bir savaşımın verilmesi, emperyalizme karşı direnilmesi gerekiyor. Yaşam Türk insanının önüne, varlığını ve haklarını korumak için bir savaşım dayatıyor; bu savaşım kabul edilmelidir.
Yerel örgütler, ulusal mücadelenin bir parçası, halk örgütlenmesinde görev üstlenen özgür, katılımcı ve dayanışmacı bir girişimidir. Ulusal savunma sözkonusu olduğunda, ulusun ortaya çıkaracağı büyük gücün içinde yer alacak bir halk örgütlenmesidir. Olayların gelişimine ve koşullara bağlı olarak, ikili bir işlevi yerine getirecektir.
Ülke savunmasının askeri savaşımı gerektirmediği, siyasi çalışmanın geçerli olduğu dönemlerde, yerel örgütler, dönemin özelliğine uygun olarak siyasi savaşım yürütecektir. Siyasi savaşım demek yönetim savaşımı demektir, bu ise ancak siyasi partiyle yürütülebilir.
Yerel örgütler ülke düzeyinde örgütlenip halka ulaşmışsa, yeterli sayı ve nitelikte halk önderini ortaya çıkarmışsa, ulusal hakları savunan ve halkı temsil eden bir partinin alt yapısı hazırlanmış demektir.
Bu parti, oluşumu ve yapısı gereği, var olan partilerden niteliksel bir başkalık içinde olacaktır. Yerel örgütlerde yetişmiş, içinden çıktığı kitleye yabancılaşmamış halk önderleri, ulusal partinin de önderleri olacaktır. Bu parti, az sayıda insanın kurup ilişkiye geçmediği halkı kendisine oy vermeğe çağıran bir parti değil, halkın içinden çıkan önderlerin kurduğu ve halkı gerçekten temsil eden, kadroları hazır bir parti olacaktır. Bu parti, halkı doğrudan siyasete katılma olanağına kavuşturacaktır.
Ülkenin savunulması eylemsel bir durum alırsa, bu işi yüklenecek büyük güç, yani ordu, görevini yerine getirecektir. Silahlı savaşım, yani savaş sözkonusu olduğunda, ulusun görünen ve görünmeyen bütün güçlerinin harekete geçmesi kaçınılmazdır. Savaş, yalnızca ordunun değil, onun öncülüğünde bütün milletin yürüttüğü, yaşamsal bir eylemdir. Ulusun tümü dolaylı da olsa bu eyleme katılır, katılımın yarattığı halk gücü, yürüttüğü savaşımda orduya katkı ve destek sağlar.
Halk içinde örgütlenerek onun güvenini kazanan yerel örgütler, savaş döneminde, ordunun gereksinimlerini karşılamada görev alacak, halkın katılım ve desteğini sağlayacaktır. Dönemin gerekli kıldığı güç görevi yerine getirirken, göstereceği özveriyle halk içindeki gücünü ve saygınlığını arttıracaktır. Çetin savaşımlar içinde olgunlaşıp yetkinleşen halk önderleri, kurtuluştan sonra devleti halk için yöneten kadrolar olacaktır.
METİN AYDOĞAN
07.09.2013[/size][/font]
http://kuramsalaktarim.blogspot.com/201 ... l?spref=fb