

1. Hakimiyeti Milliye g., 01.01.1931, “Zaviye” “Kubilay’ın Başı”

Kubilay'ın katili Derviş Mehmed'in, Menemen kapılarına sokuluşu gibi, uykumuzu bekler ve ayaklarının ucuna basa basa gelir. (...) bir muallim ve zabit başını yuttuktan sonra sinsi sinsi deliğine çekilen kara yılan şöyle ıslık çalıyor:
“Bana, tabiî ömrün ne kadarsa burada bitirip geber, diye bir delik gösterdin. Ben bu delikte duramıyorum. Beni taşla ezmedikçe, gazla yakmadıkça, külümü yele vermedikçe sana rahat haram olsun.,,”
Onun bu son isteğini yerine getirmek elimizdedir.
2. Hakimiyeti Milliye g., 05.011931
(...) Ne “31 Mart”, ne “Şeyh Sait İsyanı”, ne “Ağrı Hareketi” mahiyet ve ruh olarak “Menemen Hadisesi” ile boy ölçüşemez. Halbuki bunlarda daha çok kan aktı. Hiyanet daha geniş bir sahada ayaklandı. Boy ölçüşemez, zira bunlar irticaın basit, adi bir kalkışından, kötü bir fırsatçılık hareketi ile bir tali dönüşünden başka bir şey değildir.
Bu defa böyle olmuyor, meyus, bedbin, çürük, hamlesiz zan ettiğimiz irtica, bir hadisenin mikyas ve kitlesine sığdırmadığı kast ve gayzini bir gencin kesilen başına
sığdırabiliyor.
(...) bu defa bir kaza merkezinin göbeğinde, hükümet konağının, hükümet otoritesinin telkin ettiği bir meydanın ortasında, müfrezesini bırakan kolunu sallaya sallaya bir başına mürtecilerin üzerine yürüyen ve gençliği hocalığı askerliği bütün bir mefkureyi temsil eden bir genç, halkın, askerinin, bütün dünyanın gözü önünde evvela tabanca ile vuruluyor. Sonra kafası bıçakla kesiliyor. Ve sonra başı sicimle irtica mızrağına takılıyor. (...) Mürteci, memleket gençliğine, memleket fikrine beslediği kastin, gayzın, kinin, melun hırsın derecesini Kublay'ın başında açıkça soğuk kanlılıkla irade ediyor. (...) İrtica Bahrimuhitteki buz dağları gibi suyun yüzüne sivri bir uç çıkardı, mesul bu uç değildir. Buz dağının heyeti mecmuasıdır. (...) O dağı tuzla buz etmek lâzım. Mesuller suyun yüzüne çıkmıyanlar, çıkan birkaç kişiye cemiyet hayatı içinde sinsi sinsi omuz verenlerdir. (...) Kublay hepimiz namına, teker teker hepimiz için, kaç bin, kaç milyonsak hepimiz hesabına can veren insandır. (...) Istırabını çekmek, heyecanını duymak, aksulamelini, kıyamını yapmak lâzım.
Genç ve uyanık adam. (...) Şahlan. (...) Eğer inkılabı zayıf tutarsan, eğer inkılabına yüreğini, hassasiyetini ve sinirlerini temsil etmezsen, bıçağın ters tarafı ile yirmi dakikada kesilen Kublayın kafasında sana tevcih edilen akibeti seyredebilirsin.
Türkiye nüfus kütüklerindeki softa ve mürteciin yeşil kanını kurutacaksın, bu kadar.

“(...) ölüm, Atatürk’ü, hüviyeti etrafındaki büyük zarfa el değdirmeksizin aldı götürdü. (...) Bütün dünyada, kralına anası kadar yanacak kimse yoktur. Bu zalim ruh kanununa rağmen bu defaki ölüm, vatanın her evinden çıkmış kadar göze büyük göründü. (...) bu defaki ölümü hepimiz, fi'lî ve şahsî bir mülkiyet kaybı ifadesi ile duyduk. İçtimaî ölüler arasında her evin ölüsü olabilmiş kahramanlar, tek eldeki parmak sayısından daha azdır. Hiçbir Türk kendi devlet reisine bütün dünyanın bu türlü bir saygı göstereceğini ümid edemezdi. Osmanlı împaratorluğunun yarı dünyaya sahib olduğu devirlerde bile böyle bir ihtirama hedef olabilmiş hükümdar yoktu.
Avrupa’nın, bize en yabancı milletlerine kadar heyetlerle, askerî kıt'alarla ve en büyük mümessillerle Ankara’ya koşmuş olması gösteriyor ki Garb, Atatürk’ün şahsında Türk ehliyet ve kıymetine artık inanmıştır. Bu inandırışın büyük aksiyonunu yapan Millî Kahramanın ölüsü karşısında da hiçbir protokol kaidesinin almadığı ve hiçbir garblının bir yabancıya göstermediği bir hürmetle şapkasını çıkarmaktadır. Atatürkün, gözleri ile görmediği bu manzarayı biz yalnız gözlerimizde bırakmıyarak keskin bir deâlet halinde şuurumuza sindirmekle mükellefiz:
O Türk’e hem Türk’ü, hem de Avrupalı’yı inandırabildi.
(...) Atatürkün ruhî maktalarından bence en alâkalısı, Onun yılmaz ve hezimet kabul etmez nikbinliğidir (iyimserliğidir). (...) Bir millet için esaret ve mahkûmiyet aninin bir vâkıa halinde teslim edildiği hengâmede bu vâkıaya inanmıyan tek adam O idi. Bütün dünya ile birlikte milleti de kendi ölümüne inandığı vakit o inanmadı.
Bu, Atatürkün millet ufkuna doğuşu ile başlıyan ilk ve büyük nikbinliğinin (iyimserliğin) tecellisidir.
(...) Benim gözümde birbirine bağlı iki işin sahibi olarak iki Atatürk var. Zaman tasnifi ile bunlardan biri düşmanın denize dökülüşüne, öbürü de bugüne kadar sürer.
Biri, ölüm hükmü giydirilmiş bir millet şahlandırdı. Mucize çapında bir başarışla madde ve askerlik plânında muzaffer kıldırdı. Öbürü, bir an evvelki ölüm tehlikesini doğuran sebebler âlemine karşı harekete geçti, fikir ve cemiyet plânında yeni bir bünye inşasına girişti. Bu tarife göre birine asker, öbürüne inkılâbcı Atatürk demek hatıra gelecektir.
Atatürk’ün iki iş merhalesini temsil eden cepheleri arasında bence mefkûreci ve hududsuz şahsiyet asker Atatürk’tedir. Asker sıfatı da onu ifadeye kifayetsizdir. Zira bu merhalede askerlik Onun sadece âletiydi. Bu merhalede O, en büyük asker olmak kıymetinin çok üstünde bir değer taşıdı. Koca bir milletin diriliş iradesini temsil eden mefkûrevî insan olmak değeri. Bu değeri ile Atatürk, beşer tarihinde sayısı birkaçı geçmeyen hakikî millet kurtarıcılarından bir tanesidir. (...)

Teknesinde Atatürk’ü yoğuran soylu Türk milletinin, için için tekevvünleri ile ayni çapta kahramanlara daima gebe kalacağı emniyeti...
4. Büyükdoğu, Siyasi ve Edebi Mecmua, 19.11.1943: “Atatürk Dirilecektir!”
“Bir gün Atatürk dirilecektir!!! Evet, laf ve hayal, yahut fikir ve remz aleminde değil, doğrudan doğruya madde ve hakikat dünyasında Atatürk hayata dönecektir!!!
Bir gün Atatürk, Etnografya müzesindeki taş sandukasının kapağını omuzlarile kaldırıp, ufki vaziyetten şakuli hale geçecek; ve sırtında mareşal üniforması, Ankara’da Atatürk bulvarında görünecektir!!!
Bir gün onu, kafuriden yontulmuş asil ve mevzun parmaklarile kılıcının kabzasını kavramış, zarif ve ince endamile bir masaya eğilmiş ve gök gözlerile dünya haritasını süzmeğe başlamış olarak göreceğiz!!!
Bugün, dünya muhasebe ve muvazenesinde Türk milletine ait hakların terazi kefesinde görüneceği andır!!!
İşte o gün başımızda bulunacak olan şahsiyet, günün gerektireceği üstün kurtarıcılık vasıflarına göre, ruhile olduğu kadar maddesile de Atatürk’ten başkası olmıyacaktır.
Zira, Türk milletinin içindeki Atatürk’lerin harekete geçmelerile, onun sandukasını devirip bu Atatürk’lerin derisi içine yerleşmesi ayni ana rast gelecektir!!!”
* * *

Bu açıklama doğru olamaz; çünkü N. F. Kısakürek, en keskin Atatürkçü, “Militan Laik” yazılarını, Seyyid Abdülhakim Arvasi ile birlikte olduğu 1933-1943 yılları arasında yayımlamıştır. Kısakürek’in Laik Cumhuriyetçi Atatürkçülükten, Vahideddinciliğe, Abdülhamitçiliğe, Siyasal İslamcılığa dönmesinin gerçek nedeni; 1945 sonrası dünya konjöktüründeki değişimler; Kapitalist Batı ile Sosyalist Sovyet Rusya arasında “Soğuk Savaş”ın başlaması; Sovyet Rusya’ya karşı Din silahının kullanılmasıdır.
[Not: Meraklısı bu değişimi “Türkiye’nin Siyasi İntiharı: Yeni-Osmanlı Tuzağı” ve “İblisin Kıblesi” kitaplarımda okuyabilir.]
Cengiz ÖZAKINCI, “Bütün Dünya”, Şubat 2017
cengizozakinci@butundunya.com.tr
cengizozakincibd@gmail.com