gönderen mavi ışık » Cmt Kas 07, 2009 22:27
Genelkurmay'ın üst yönetimi ne zaman bir film çıkışında o filmi övse dikkat kesiliyorum. Anlıyorum ki, o filmde Türk askeri ve ordusuna karşı sinsi bir propaganda var ve bu üst düzey zatlar bunu gör(e)medikleri gibi bir de reklamına alet oluyorlar.
Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek'in oğlu Tolga Örnek'in "Gallipoly" filminin galasına maaile katılmışlar ve çıkışta öve öve bitirememişlerdi. Filmi bir izledik ki; Çanakkale'yi anlatan belgesel tadındaki filmde Türk askerinden eser yok, İngiliz askerleri ise yere göğe sığmıyor. İzleyen; İngilizler oraya piknik yapmaya geldi , bizimkiler de onları hunharca katletti havasına kapılıyor. Zaten İngilizler de bu değerli propagandanın farkına varmış olacaklar ki, Tolga Örnek'i , sponsoru Ferit Şahenk'le birlikte İngiltere'de ağırlayıp, oradaki galasını da üst düzey katılımla gerçekleştirdiler.
Son günlerin çok tartışılan filmi Nefes'i de; Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'un film çıkışında filmi öven görüntülerini izledikten sonra izlemeye karar verdim.
Film hakkında hem olumlu, hem olumsuz eleştirileri okumuş ve kararsız kalmıştım.
Keşke kararsız kalmaya devam etseymişim.
Sinematografi olarak "Türk sineması" sıfatı ile aşağıladığımız kalitenin çok üstünde bir film. İlk yarısı, hamasi vurgulardan uzak , gerçekçi diyalogları ve doğa ile insanı ustaca kullanan görüntüleri, profesyonel kamera teknikleri ile sizi ikinci yarı için kıvama getiriyor.
Filme "güvenmeye" başlıyorsunuz.
İşte film tam da o güvenmeye başladığınız noktada rotayı ustaca sinema dilinden sinsi bir propaganda diline kırıyor.
Film boyunca dağ başındaki bir iletişim istasyonu ve karakolu korumakla görevli Türk ordusunun komando subayı ile "Doktor" lakaplı bir teröristin telsiz üzerinden birbiri ile ağız dalaşı yapıp, küfürleşmesi üzerinden eşitler arası gerilim yaratılıyor.
Bu eşitler arası gerilim, "Doktor"un sevgilisi olduğu anlaşılan kadın teröristin kurulan pusuda yaralanması ve karakola götürülmesi sonrasında neredeyse iki erkeğin "karı-kız" kavgasına dönüşüyor.
(Sözcüklerin sakilleşmesini bağışlayın; ikisinin arasındaki telsiz konuşmaları çok daha sakil) Bir yanda yüzbaşının evde bekleyen karısı, diğer yanda film boyunca yüzü asla gösterilmeyip gizemli bir mistik karakter olarak tutulan "Doktor"'un sevgilisi terörist.
En önemlisi; karakolun güvenliğini güçlendirmek yerine, karşısındaki teröristi duygusal olarak muhatap alıp, kafayı gittikçe daha fazla "Doktor"'dan intikam almaya takan bir ruhsal portre ile karşı karşıyayız.
"Doktor" ile arasında karakol komutanı arasında geçen telsiz konuşmalarında ; "Doktor"a tanınan propaganda şansı ise göz yaşartıcı.
Bir yanda "domuz gibi dağlarda yaşıyorsun, niye okuyup köyünde doktor olmadın" diyen bir subay;
diğer tarafta; "bu dağlar benim, senin üniversitende okuyacağıma, kendi dağımda özgür yaşarım" diyen bir "Doktor".
Bu profesyonel subay ile; yaralı olarak karakola getirilen kadın teröristi öldürmesine engel olmayan çalışan halktan asteğmen doktor arasındaki diyalog ise adeta milletinden özür dileyen ve yargılanmaya hazır bir asker portresini seyircinin gözüne sokuyor.
Yalınayak hazırolda bekleyen asteğmeninin yanına postalları ile gelip, gün içinde aralarında yaşanan olaydan dolayı bir tür günah çıkaran subayımız aynen şu sözleri sarfediyor:
"Bu savaşın adam öldürerek kazanılmayacağının ben farkında değil miyim zannediyorsunuz ama ben burada bu savaşı kaybedersem, siz de İstanbul'da, Ankara'da kaybedersiniz. Biliyorum beni yargılayacaksınız, yargılayın. Her savaş sonunda biter"
Ustaca kurgulanmış bu teslimiyet sözleri seyircinin (Millet) bilinçaltına da bir kaybedilmişlik hissi aşılıyor. Yargılanan askerlerle dolu "Silivri" konjonktüründe bu sahne daha da bir anlam kazanıyor.
Filmin en çarpıcı sahneleri ise sona saklanmış; karakolun basıldığı anlara.
Eğer bu filmi PKK veya finansörü güçlerden biri çekseydi, bir karakol baskını sahnesini ancak böyle çekebilirdi.
Komandolardan oluşan birlik; günlerdir "Doktor" ismi ile mistikleştirilen teröristin "geleceğiz" yolundaki tehditlerine rağmen baskın saldırıya uğruyor ve bütün askerler doğru düzgün karakolun dışına bile çıkmayı başaramadan, karakolun içinde teker teker dramatik sahnelerle şehit oluyorlar.
Unutmadan...
Filmin fragmanlarındaki o meşhur "öldün sen" sahnesi filmin bütününde daha bir anlam kazanıyor. Filmde askerler ölüyor; şehit olmuyor. Karakola gelirken yolda iki şehit veren birliğin komutanı Tugay'a rapor verirken, "ölülerimizle birlikte şu kadar kişiyiz" şeklinde konuşuyor.
Gelelim karakolun baskın sahnesine...
Günlerdir ; "yakınındayım, gelip senin kafana sıkacağım" şeklinde tehditler savuran Doktor, sanki beraberinde ABD hava kuvvetlerinin desteği varmışcasına ortalığı tozu dumana katan bir ateş gücü ile saldırmaya başlıyor.
Komando eğitimli askerlerimiz ise ya pencereden giren kurşun ve RPG'lerle şehit oluyor , ya da bir köşeye sığınıp, pencere veya kaya kenarlarında ateş etmeye çalışıyorlar.
Ve en önemlisi; bütün film boyunca "Doktor"a telsizden meydan okuyan komutan, bütün çatışma boyunca bir köşede gözleri faltaşı gibi açılmış, çevresindeki askerleri tek tek düşerken olan biteni seyrediyor. Şaka değil...kafasını çıkarıp dışarı tek bir kurşun bile sıkamıyor.
İşte orada durun beyler....
O karakola, askerlerinin başına çuval geçirenleri Genelkurmay'da ballı börekli ağırlayan Hilmi Özkök'ü bile koysanız, o çatışma ortamında askerlerinin önünde yeralır, arkasında değil. En uyumlu Türk generali bile, kurşun kapıya dayandığında özüne döner.
Fakat filmdeki komando subay; bütün karakol çatışması boyunca bir köşede olan biteni faltaşı gibi açılmış gözlerle izliyor. Ve sonunda yaralı bir şekilde bir köşede kıvrılmış "Doktor"'un karakola girmesini bekliyor ve orada da "Doktor"'a değil, duvardaki gölgesine sıkıyor.
Tabancasının kurşunları bittiğinde, yaralı komutanı duvar dibinde üzerine gölge olarak çöken "Doktor"a bakarken görüyoruz.
Türk Ordusu'nun komando subayı filmde tek kurşun bile atamadan, tepesine gölge olarak çöken "Doktor'un alnının ortasına sıktığı bir kurşunla şehit oluyor.
Yapımcılar dengelemek istemiş olacaklar ki, "Doktor"'u da o sırada başka bir köşede can cekişmekte olan bir asker sırtından vurarak öldürüyor.
"Doktor"; suratını asla göremediğimiz bir mistik karakter olarak filmdeki rolünü tamamlıyor. Sırtından vurulmuş ama düşmanının yüzüne bakıp, alnından vurmuş biri olarak.
Çatışma sona erip, karakol harap, sadece bir iki asker sağ olarak gün ağardığında ise filmin propagandasının manifesto sahneleri ile karşı karşıya kalıyoruz.
İlker Başbuğ'un , "Atatürk büstü ile ilişkisi"nden dolayı çok etkilendim" dediği asker, bir tarafa fırlamış olan büstü kucaklayıp seke seke yamaçtaki kaidesine doğru taşımaya başlıyor.
Bu arada karakolda görevli teğmenlerden biri yaralı olarak yerde kıvranan teröristin başına dikilip ateş edip etmemekte tereddüt ettiği noktada; terörist doğruluyor, kararlı ve onurlu gözlerle teğmene dik dik bakıyor ve teğmen doğrulttuğu silahı kullanmaktan vazgeçip, büstü taşıyan askerle birlikte tükenmiş bir şekilde kaidenin mermerine oturuyor.
Son sahnede; kucaklarında tuttukları Atatürk büstü ile bir zamanlarda büstün bulunduğu kaidenin mermerine çaresizce oturmuş iki Türk askerini ve onların önünde destansı ve kahramanca bir pozla ölmüş teröristi görüyorsunuz.
Arkadaki gönderde dalgalanan bayrak ise bütün film boyunca olduğu gibi yırtık bir şekilde dalgalanıyor.
Telsizden bol bol propaganda yapma fırsatı bulan "Doktor"un yırtık bayrak hakkında da bir çift sözü var:
"bizim buraların rüzgarına o bayrak dayanmıyor değil mi komutan"
Bizimkilerin sürekli yırtılan bayrak sorununa bulabildikleri çare ise, nasıl dikeceklerini bilemedikleri bayrağı "komutan emretti" diye dikmeye çalışan askerler ve tam da nasıl olduğu anlaşılmayan bir şekilde çarşafları çaya banıp yeni bayrak yapmak.
Filmde "açılıma" uygun sahneler göze çarpıyor. Kürt askerin telsizden annesiyle Kürtçe konuşması; Türk ve Kürt askerin bayrağı birlikte göndere çekerken Türk askerin Kürt arkadaşına söylediği Kürtçe türkünün anlamını sorması gibi sahneler artistik ve teknikten ilgili jürilerden tam puanı alacaktır.
Türk-Kürt kardeşliği gibi malumu ilandan öteye gitmeyen bu hoşluklar değil; PKK'nın propagandası yapılması beni ilgilendiriyor.
"Nefes" ustaca kurgulanan sahneleri ve dili ile PKK'yı Türk Ordusu; teröristi Türk subayı ile eşleştiriyor. Seyircisine ise; sinirlerine hakim olamayan, çaresiz, beceriksiz ve amatör bir Türk subayı aracılığı ile teslimiyet ve çaresizlik tohumu aşılıyor.
Bu yönü ile nefes "açılımın" kapanış sahnesi.
Türk askeri Sisifos misali umutsuzca Atatürk'ün büstünü tepenin yamacında yuvarlandığı yerden tekrar tepeye taşımaya çalışırken; ölü de olsa PKK militanı zafer dolu bir duruşla büstün olmadığı kaidenin önünde poz veriyor.
Komando komutanın tek bir kurşun atamadan şehit olduğu, neredeyse bütün birliğin karakolun içinde telef olduğu baskının hemen sonrasında.
Bu filmi izleyen birileri ise film çıkışında görüşleri sorulduğunda ;
"bulut sahneleri çok iyi, bulutları çok iyi kullanmışlar"
diyor.
Bulutları bilmem ama sinemayı, sinema dilinin propaganda gücünü ve bundan bihaber olanları çok iyi kullandıkları kesin.
Aksi takdirde; Türk askeri ayaklar altında ezilirken sıkıştıkları köşede faltaşı gözlerle izleyenlere, Türk askerinin son nefesinin propagandasını yapan bir filmi böyle alkışlatamazlardı.
B.G.
AÇIK İSTİHBARAT