NİYE ATATÜRK?
Lafı dolandırmadan söylenecek olursa, ‘Türk’ün ‘gerçek’, ‘hakikî’, ‘tarihsel’ ve ‘toplumsal’ ‘Ata’sı olduğu için.
Şimdi başlarının üzerinde ‘fes’, ‘takke’, ‘sarık’, ‘puşu’ olanlar ile kafalarının içinde ‘hiçbirşey’ olmayanlar hoplayabilirler.
‘Tarihçiler’, ‘toplumcular’, ‘politikacılar’, ‘profesörler’ ve ‘araştırmacı yazaralar’ falan da dahil.
Yine ‘karşılaştırmalı tarih’ten gidilecek olursa, Fransa’daki Liberal Tarihçiler olarak bilinen ama gerçekte Sosyal Liberal Tarihçiler olan Adolfe Tiers, Augustine Thierry, François Guizot, François-Auguste Mignet ve Jules Michelet’nin Fransa’nın Fransa Fransızların da Fransız olmalarına yaptıkları ‘katkı’lara bakmak gerekir.
Bu liberal sosyal tarihçilerden, örneğin Jules Michelet (1798-1874) yaşamı boyunca, (1814-1815 ve 1870) olmak üzere üç yabancı ‘işgal’; iki başarılı ‘Devrim’ (1830,1848 Şubat); iki bastırılmış başkaldırı (1848 Haziran ve 1871), bir Darbe (1851), altı değişik politik rejim görmüştür.
“Babuef’ün ‘terör’ünde doğdum ama ölmeden ‘enternasyonal’i gördüm” diye yazacaktır Michelet.
Augustin Thierry ise 19. Yüzyıl boyunca, “İçimizden hiçbiri, diye yazacaktır, Velly ve Mably’den ve hatta Voltaire’den fazlasını bilmiyor; başkaldırılar, fetihler, imparatorluğun parçalanışı, hanedanın düşüşü ve yeniden kuruluşunu (restorasyon), demokratik devrimleri ve karşı-tepkileri tam karşıt anlamıyla görüyorduk”.
Nitekim Thierry, 1830 Monarşisi’ne sadık biri olarak 1848 Devrimi’ni bir ‘katastrof’ olarak gördüğünü itiraf edecektir.
Tarihçiliğe genç yaşta başlayan biri olarak, diye devam ediyor Augustin Thierry, tarih bir başına ilgimi çekiyor, yaşananlardan bugün yapacağım ‘çıkarım’ların ötesinde, ona “geçmişin bir tablosu” olarak bakıyordum.
Tarihin sosyalliği
Liberal sosyal tarihçilerin ‘sosyal’liği, “orta ve alt sınıfların yaşam düzeylerinin düzeltilmesinden (réhabilitation) yana” olmalarından geliyor. Bir bakıma bu konuyu amaç belliyorlar (angaje).
Yani ‘soylular sınıfı’ karşısında, bu orta ve alt tabaka sınıflarının varlıklarının ‘meşru’luğunu kanıtlamaya çabalıyorlar.
Kardeşi Amédée Thierry, Fransızların Gaule kabilesinden geldiğini kanıtlamaya çalışırken, kendisi “soyluluğun tarihsel olarak ortadan kalkacağını” (discalifié) ileri sürüyor.
Amédée Thierry’nin ‘Fransızların kökeni’ üzerine çalışması ile Augustin Thierry’nin ‘Tiers-état’nın oluşum ve gelişimi’ üzerine çalışması arasındaki nitelik farkı, ikincisinin ‘sosyal tarih’ ekolü olarak adlandırılmasını gerektirmiştir.
Tiers-état’nın oluşum ve gelişimi üzerine deneme başlıklı çalışması (1856) Fransa’da ‘sınıf savaşı’ kuramına dayanak oluşturacaktır. Liberaldir ama Tiers-état’nın tarihi üzerine yoğunlaşması ve ortaya koyduğu tarihsel gerçeklik dolayısyla Chautobriand tarafından ‘Fransa’nın Homeros’u olarak adlandırılmasına yol açacaktır.
Böylece Augustin Thierry, 1789 Devrimi’nin aristokrasi karşıtı olmasının, doğal olarak mutlak monarşi’ye yol açacağına ilişkin ‘tarih tezleri’ni tersyüz edip; ta Roma İmparatorluğu döneminden kalan ‘köy’ (commun) ve ‘belediye’ (bourg) geleneğinin ‘soyluluk’a karşı olduğunu kanıtlayacaktır.
Demek ki burjuvazi (bourg’da oturanlar) ile Tiers-état ya da halk (genel emeğiyle geçinenler) tarihsel olarak hem soylulara ve hem de mutlakiyete karşıdırlar.
AugustinThierry, kendisinden önceki tarihçileri, ilgili dönemlerin ‘belge’lerini, tarihsel devinimi dikkate almadan okudukları için anlayamadıklarını ileri sürecektir.
Gelelim Ata-Türk’e
Uzun uzun anlatacak değilim.
Gazi Mustafa Kemal, Türklerin Tarihi’nden, kaldı ki elde avuçta doğru dürüst bir ‘Tarih çalışması’ da yoktur, ‘Türklük’ü bulup çıkaran kişi olarak en ‘hakikî’, en ‘gerçek’, en ‘tarihsel’, en ‘toplumsal’, en ‘bilimsel’ ve en ‘Devrimci’ Türk’tür.
Bir Osmanlı Paşası olarak, en azından son altıyüzyılda altıyüz ‘Saray Darbesi’ yaşanmış olmasına karşın bir tek ‘Toplumsal Devrim’ yaşanmadığı görmüştür.
Gençliğindeki ‘Genç-Türk Devrimi’ bu anlamda bir ilktir.
Ama ne Tanzimat ve ne de Mesrutiyet’te ‘Türk’ yoktur.
Şimdi başlarının üzerinde ‘fes’, ‘takke’, ‘sarık’, ‘puşu’ olanlar ile kafalarının içinde ‘hiçbirşey’ olmayanlar burada anlatılmak isteneni anlamamış olabilirler.
O zaman ‘Tarihçiler’, ‘toplumcular’, ‘politikacılar’, ‘profesörler’ ve ‘araştırmacı yazaralar’ı, Mustafa Kemal’in kahvesini nasıl içtiği konusunu araştırmalarının yanısıra onun ‘neden’ Türklerin Atası olduğu konusunu incelemeye çağırabiliriz.
Bugün Ata’yı ziyaretten döndükten sonra, Atatürk’ün ‘gelecekte neler yapmak istediği konusunda’ da biraz düşünmelerinde yarar var derim.
Çünkü Fransızlar ikiyüz yıldır kendi ‘Devrim’lerini tartışıyolar.
Ve ne bulurlarsa ondan çıkarıyorlar.
Anıtkabir’e kesinlikle gidilmelidir.
Ama ona trene ya da ‘babaannenin tablosu’na bakar gibi bakmak için değil; başlattığı ‘Devrim’lerin neresinden alıp başa götürmek için ne yapılacağını yeniden düşünmek için gidilmelidir
Mustafa Kemal Atatürk, Türkler için bir ‘Büyük Anı’ olarak kalıp, geleceği kurmak için bir ‘kaldıraç’ olmadığı sürece, huzuruna günde on kez de çıkılsa boştur.
Sanıyorum ‘en önde’ onu hiç tanımayanlar yürümek istemektediler.
Hiç değilse halkın Ata’sına koşarken bir adım geri durmayı bilseler.
Başlarının üzerinde ‘fes’i, ‘takke’si, ‘sarığı’, ‘puşusu’ olanlar ile kafalarının içinde ‘hiçbirşey’ olmayanlar!
‘Niye Atatürk’e gidildiğini biliyor musunuz?
Eğer 10 Kasım’da ‘sokağa çıkma yasağı’ uygulansaydı daha büyük bir kalabalık olacaktı da ondan.
Ve çok daha ‘nitelikli’ olacaktı..
Habip Hamza Erdem