Tüm insanlık, atmosferde birikmiş sera gazları gibi sinsi bir sorunla karşı karşıya. Bu gazlar dünyadan geri yansıyan güneş ışınlarındaki ısıyı hapsederek yerkürede yaşamı tehdit eden bir ısınmaya yol açıyorlar.
Söz konusu gazların başında Karbondioksit (CO2) gazı var. Son yüzelli yıldaki küresel sanayileşme nedeniyle atmosferde gözlemlenen sera gazlarının birikimi hızla artı. Isınma ve sınai etkinliklere ek olarak sonunda enfarktüs geçirmeye mahkûm motorlu araç trafiği ile de her an artıyor. Küresel ısınma eğer durdurulamazsa, bu acınalacak beceriksizlik, bir daha onarılamayacak dünya çapında elim gelişmelere yol açacak ve insanlık için çok ızdıraplı, uzun bir sonun başlangıcı olacaktır.
Nitekim dünyanın ekolojik dengesi bakımından yaşamsal öneme sahip ögelerden kutuplar ile Alp ve Himalaya Dağları’ndaki devasa buzullar hızla eriyorlar. Bu olgu üzerinde çalışan Kanadalı bilim adamlarının araştırmalarına gore, sözü geçen bölgelerdeki buzullar 2030’lu yıllarda neredeyse tamamen yok olma noktasına geleceklermiş. [1]
Durum bu kadar açık ve tehlikeli! Ama dünyadaki enerji gereksinimi de istisnasız tüm ülkelerde sürekli artıyor. Fosil enerji kaynaklarından başlıca petrolle karşılanan bu artış, küresel ısınmanın yol açtığı iklim değişikliğini de tabiatıyla kamçılamaktadır.
Fosil enerji kaynakları olan doğal gaz, kömür ve petrolün iki önemli sakıncası var: İlkin bunlar, sonsuz ve tükenmez değiller. Dünyada hâlen günde 10 ortalama 76 milyon varil (159 lt) ham petrol tüketiliyor. Bu miktar ölçüt olarak alındığında -ki yakın zamanda kesinlikle artacaktır- yerkürede bilinen petrol yataklarının 41 yıl, gaz yataklarının 65 yıl ve kömür yataklarının da 255 yıl ömrü oldukları saptanmıştır. [2] Fosil enerji kaynaklarının ikinci sakıncası da tüketilmeleriyle yol açtıkları salınımların atmosfer ve iklime, dolayısıyla zincirleme etkiler sonucunda insan sağlığına verdikleri zararlardır. Bu zararların birey ve devlete yükledikleri maliyetler ise çok yüksek olup zengin ülkelerde bile sosyal devletin işlerliğini tehdit edercesine sürekli artıyor.
Dolayısıyla temiz ve yenilenebilir enerji kaynakları bulup bunların kullanılabilir hâle getirilmeleri ulusal ekonomiler kadar dünyanın geleceği açısından da yalnızca daha tasarruflu değil fakat aynı zamanda aklın da emridir! Bu nedenledir ki A.B.D’den A.B ve Japonya’ya kadar yüksek teknoloji ülkelerinde deniz dalgası, güneş ve rüzgâr enerjisi gibi temiz, yenilenebilir enerji kaynaklarından nasıl yararlanılabileceği konusu 1973 yılındaki ilk Petrol krizinden bu yana kesintisiz araştırılmaktadır. Hatta bu kaynaklar denemenin çok ötesinde, epeydir başarıyla kullanılıyorlar da!
Durum böyle iken, Türkiye’deki bilim, ekonomi, sanayi ve ticâret çevreleri ile resmî çevreler, er geç enerji dar boğazına gireceği ileri sürülen Türkiye’nin de -nükleer enerjiye yıllardır sahip ya da ona halen sahip olmak isteyen ülkeler gibi- nükleer santral yapımına bir an önce başlaması gerektiğini kaç zamandan beri ısrarla söyleyegeldiler. Hâlen de dört nükleer santralın yapımından ikisinin ihalesi tamamlanmış olup Mersin/Akkuyu santralini Rusya, Sinop santralini de Japonya yapacaktır.
Kaynak her zaman bulunur. Ama enerji ile demir-çelik olmaksızın kalkınma ve refah olamaz. Daha da önemlisi, bir de -doğaldır ki- eğitilmiş insan gücü ile aydınlanmış kafa! Çünkü sorunlar sonuçta ancak o güç ve o kafayla çözülebilirler. Yıllardır olduğu gibi iktidar ve ikbal uğruna populist politikalarla değil…
Nükler santral teknolojisinin en modern sürümü ithâl edilip -dünyada %100 güvenlisi olmamakla beraber- halen en güvenilir reaktör türü Türkiye’de de kurulabilir. Ama sorun bu kadarla bitmiyor. Nükleer enerji üretiminde yaşamsal öneme sahip başka sorunlar da var. Örneğin:
1) Reaktörün zenginleştirilmiş uranyum cevherinden üretilen nükleer yakıtını ithâl etmek gerekecektir ki bu da içinde bulunduğumuz elverişsiz ekonomik koşullarda parasal ve stratejik açılardan dışa ek bir bağımlılık demektir. Kaldı ki 1,25 ile 4 Millon on ton arasında değişen dünyanın uranyum cevheri toplamı, kullanıma göre en geç 60 yıl içinde tükenecektir. [3]
Teknolojisine bağlı olarak bir nükleer santralın 30, en çok da 40 yıl ömrü olduğu düşünülürse, daha ikinci kuşak santralda yakıtsız kalınacağı açıktır. Meğer ki yakıtı da kendimiz üretelim. Ama o zaman da hem çok pahallı ayrı tesisler gerekir hem de nükleer yakıt tekelini elinde tutmak isteyenler dikilir karşımıza.
2) Çernobil’de olduğu gibi, sorunsuz çalışmayan reaktör ülkede her an için sonuçları düşünülemeyecek gizli bir felaket kaynağıdır. Deprem ile terörist saldırı olasılığı da bambaşka bir sorun! Hele bir de Türkiye’nin deprem fay hatları üzerinde yer aldığı düşünülürse!
3) Gerçekte hataya asla yer olmayan, hiç değilse hata payı en alt düzeyde bulunması gereken santral, uzmanlar tarafından 24 saat %100 kusursuz biçimde denetim altında tutulmalıdır.
En az bunun kadar ve belki de daha önemli, gelecek yazımızda ele alacağımız apayrı bir sorun var: Reaktörde kullanılıp tükendikten sonra ışın yaymayı onbinlerce(!) yıl sürdüren radyoaktif atık ne olacak? “Nükleer çöp” de denilen bu atığın doğaya hiçbir(!) zarar vermeden çok özel donanımlı araçlarla taşınması ve radyoaktif ışınmayı sürdürdüğü yine o onbinlerce yıl boyu “tam güvenlikli gözetim” altında depolanıp saklanması gerekmektedir.
Özellikle bu sorun Moskova yakınlarındaki ilk nükleer santraldan bu yana 55 yıldır henüz kesinlikle çözülememiş olup günümüze kadar kullanılan yöntemlerin hepsi de geçicidir. Atıklar şimdilik jeolojik katmanların derinliklerinde yüksek teknolojinin en son sürümleriyle hazırlanmış sıvı ya da katı hâlde depolanmaktadır. Şimdiye kadar uzmanlar onbin (10 000) yıldan yaşlı olmayan tuz madenlerinin 320 metreden de derin katmanlarını öneriyorlardı ki bunun da güvenilebilir kesin bir çözüm olmadığı artık bütün ayrıntılarıyla anlaşılmıştır. Son zamanlarda güvenlik sınırını bir milyon yıla çıkartan Amerikalı ve Avrupalı bilim adamlarına göre nükleer atığın nihai depolanmasında tam bir garanti ve güvenlik yoktur, hiçbir zaman olmayacaktır da! [4]
Üzerinde durulacak daha çok sorun var. Ama sözün özü şu: Sanayi ötesi ileri teknoloji ülkelerinde yarım yüz yıldır yararlanılan nükleer santralardan çoğunun güvenlik nedeniyle plânlı biçimde kapatılmaları planlanıyor. Mevcut su gücünün henüz üçte ikisi kullanılan; dalga, rüzgâr ve güneş enerjisi bakımından üç yanı denizle çevrili; kıyıları, platoları ve dağları rüzgârlı, tamamı üç, bölge bölge de dört mevsim güneşli Türkiye’de nükleer santralla ilgili güvenlik sorununu onbinlerce yıllık bir zaman anlayışıyla düşünmek yukarıdaki gerçekler ışığında artık tevhit niteliğinde bir şart oluyor.
Bu cehennem ateşi, partizan siyaset uğruna sözde hızlandırılmış, Pamukova’da devrilen trene benzemediği gibi hiçbir zaman laubalilik ve şakaya da gelmez!
Dipçe:
[1] www. Climateworld watch. Mart 2013.
[2] Global Oil Watch, 31 Mart 2011
[3] Uluslararsı Atom Enerjisi Örgütü raporu, Viyana, 2005
[4] Forschungszentrum Karlsruhe in der Helmholtz-Gemeinschaft http://www.fzk.de.
[1] www. Climateworld watch. Mart 2013.
[2] Global Oil Watch, 31 Mart 2011
[3] Uluslararsı Atom Enerjisi Örgütü raporu, Viyana, 2005
[4] Forschungszentrum Karlsruhe in der Helmholtz-Gemeinschaft http://www.fzk.de.
E. Fuat TEKÇE, 28 Nisan 2015