Obama: Değişim Getirmeyecek Bir Yenilik

Tartışma Alanı

Obama: Değişim Getirmeyecek Bir Yenilik

İletigönderen Otopsi » Prş May 28, 2009 9:08

Prof. Dr. Türkkaya Ataöv

Obama:
Değişim Getirmeyecek Bir Yenilik

Sıradan Amerikalının tanımı “beyaz Anglo-Sakson Protestan” diye yapılagelmiştir. Bunun kısa İngilizce karşılığı şu: “WASP” ya da uzunu “White Anglo-Saxon Protestant”. 20 Ocaktan bu yana Beyaz Saray’da oturmakta olan Barack Obama bu tanıma dört dörtlüğüne uymuyor. Buna karşın, ABD basın ve yayın dünyasında bir “umut” olarak göğe çıkarılmakta. Yenilik görüntüsü altında durağanlık çelişki­si üstüne kimi gözlemlerim var. Dağarcığımda uzun yılların Amerika’ya ilişkin bir bilgi birikimi bulunduğu gerçeğini bir yana koyalım. Ayrıca, geçtiğimiz Ocak ayı sonundan 10 Nisana değin, bir dizi konuşmalar nedeniyle yaklaşık iki-buçuk aydır Amerika’daydım. Bir kentten ötekine hızla geçmek zorunda kaldıysam da, Obama’nın her tür derginin kapağına art arda oturduğunu, eşinin ve çocuklarının da bundan kendilerine düşen payı bolca aldıklarını gözlemledim. Bunlara haftalık ve aylık yalnız siyaset dergileri değil, spor ve moda benzeri süreli yayınlar da dahil.

Oysa, önce Obama’nın zaferi abartıldığı gibi değil. İkinci olarak, iç ve dış siyasette söz yerine eylem konusunda bir umut vermiyor. Sözverileri bir önceki Bush yönetiminin en serüvenci atılımlarından bir ölçüde geri çekileceği kanısını uyandırıyor, ama Obama’nın da kucakladığı yayılmacı siyasetinin içinde yeterince tehlikeler var. Öte yandan, atacağı adımlarda, Bush döneminden farklı olarak, yanına birkaç birlikteşinin desteğini almayı başarması emperyalist çizgiyi geride bıraktığı anlamına gelmez. Aşağıdaki bölümcelerde bu değerlendirmelerin bir ölçüde ayrıntılarına geçmek istiyorum. Ayrıca, Amerika ve dünya için çözüme doğru bir gelişmenin ilk aşamasının ne olması gerektiğine ilişkin düşünceleri sonuna eklemekte de yarar görüyorum

***

Esmer derili birinin başkanlığa gelmesi oldukça tutucu, giderek kimi konularda gerici bir toplum olan Amerika için bir yeniliktir. Ancak, bu “zafer” abartıldığı gibi kesin ve geri dönülmez değildir. Basına ve yayına yansıyışı bir yana, Demokrat Partinin adayı olan Barack Obama katıldığı iki dereceli başkanlık seçiminde oy veren temsilcilerin, rakibinden fazla olarak, yalnız %7’sini kendine çekebilmiştir ki, bu oran gerideki halk oyu desteğine vurulduğunda, fark %0.4 demektir. Bu sayılar büyük bir zaferi ve halkta dişe dokunur bir beklentiyi göstermiyor.

Öte yandan, Obama Amerika’da beyazların en büyük çoğunluğu oluşturdukları Iowa birlikteş (federe) devletinde kazanmıştır ki, siyah derili birinin ulaştığı destek için küçümsenecek bir sonuç sayılmamalıdır. Daha geniş bir çerçeve çizersek, Obama tüm ülkede beyazların en ezici çoğunlukta oldukları yedi birlikteş devlet temsilcilerinin de desteğini kazanmış, siyahların en kalabalık olduğu dokuz birlikteş devlette de aynı başarıyı göstermiştir.

Bu gerçekler Amerika’da ırkçı görüşlerin artık aşıldığını ya da ırkçı temele dayalı siyasetin geride bırakılıp yeni bir aşamaya ulaşıldığını simgeler mi? Hemen eklemeliyim ki, adaylık yarışmasında Bayan Hillary Clinton da siyah derili yurttaşların en kalabalık olduğu on birlikteş devletin sekizinde kazanmıştı ve bunlar içinde Ohio, Pennsylvania, Missouri ve Nevada gibi o günlerin ne yana dönecekleri belirsiz ve bu nedenle stratejik yönden önemli olanlar da vardı. Dahası, Obama’nın yükselişi Afrika kökenli Amerikalıların yükselişiyle aynı çizgide değildir, aynı şeyin koşutu sayılamaz ve aynı gelişimi simgelemez. Siyah derili birinin Beyaz Saray’a girmesi bir yana, siyah Amerikan yurttaşları günümüzde son yirmi yıl içinde en kötü yaşam koşullarıyla karşı karşıyalar. Onların orta sınıfa doğmuş olan yarısına yakını, şimdi orta yaşa girmiş kişiler olarak, artık yoksulluk çizgisine düşmüş durumdadırlar. Obama ve ailesinin üç kişisi Beyaz Saray’a girmiştir, ama tüm siyahların %45’i kötüye doğru sınıf değiştirmiştir.

Amerika ırkçılığı geçmişte bırakıp ileriye doğru dönülmez bir adım atmadı. Obama’nın kendi de seçimlerde ırk kartını kullanmadı. Irkı öne çıkarmamağa özel önem gösterdi. Örneğin dedi ki: “Siyah Amerika ya da beyaz Amerika diye bir şey yoktur; yalnız Amerika Birleşik Devletleri vardır.” Irk sorunu tartışmanın dışında kaldı. Onun aday ve başkan olabilmesinin bir nedeni de budur. Amerikan seçimlerinin tekdüzeliği içinde değişik biri oldu. Onunla ötekiler arasında bir ayrım vardı, ama bir değişimi simgelemedi. Çok-ırklı bir kümenin başını çekmedi. Irk çatışmasından olabildiğince uzak durdu.

Demokrat Parti içinde Obama’ya karşı durmuş olan Bayan Hillary Clinton’a beyaz işçilerle beyaz yaşlı kadınların sahip çıktığına ilişkin yaygın ama yanlış bir değerlendirme var. Kimi önemli yerlerde, örneğin siyasette ağırlığı sürekli duyulmuş olan Kaliforniya’da ve Teksas’ta Bn. Clinton Lâtin ve Asya kökenli Amerikalılardan beyazlardan daha çok oy aldı. Obama ise, Lâtin desteğine yalnız zaten senatörlük yaptığı Illinois’da kavuşabildi. Türlü ırkların ağır bastığı bunca yer içinde yalnız orada. Üstelik, kendi bölgesinde bile rakibinden farkı yalnız ve yalnız %1.

Amerikan siyasal yaşamında siyah bir aday, seçimde kazanmak istediğine göre, beyazların duyarlılığını ya da ör yargılarını gereği gibi değerlendirmek zorundadır. Obama da bunu yaptı. Onun tasarımı beyazların kafasında ırk sorununu aştığı kanısını uyandırmaktı. Beyazları korkutmamak, onları kuşkulandırmamak gerekiyordu. Beyazlar bir başkanın siyah gibi davranmasını istemeyeceklerdi. Onları rahata kavuşturmak için adımlarını düşünerek attı. Irk sorununa hemen hemen hiç değinmedi. Amerikan polisi New York’ta silâhsız bir Afrika kökenli yurttaşın gövdesine elli kurşun sıktığında ya da güneyde Louisiana’nın Jena yöresinde altı siyah gence ayrım uygulayıp aşırı baskı yaptığında, Obama’nın tepkisi bilerek ve özellikle hem geç, hem yavandı. Dahası, ünlü zenci önder Martin Luther King’in öldürülüşünün kırkıncı yıldönümünde törenlere kendi partisinden rakibi Bn. Clinton ve Cumhuriyetçi Parti adayı McCain katıldı, ama Obama gitmedi.

Demek ki, Obama’nın zaferi hem sanıldığı denli büyük değildi, hem de seçilişiyle ırksal ve budunsal (etnik) ayrımı aşmadı. Aşmamaya özen gösterdi. Beyaz Saray’a girmesinin bir önemli nedeni budur; başka bir deyişle, kendi rengini ve onunla birlikte o sorunu gündem dışında tutmasıdır. Beyazları bir siyah gibi davranmayacağına inandırdı. Ancak, bir önemli nedeni daha var. Obama insan hakları akımının birikiminden ve değişiklik eğiliminden yararlandı, kendiyle doğrudan bağlantılı olmayan bir birikimi, oluşmakta olan güçlü bir rüzgârı arkasına aldı. Kişisel gündemi değişiklikten yana ve kendinin dışında başka bir gündemle örtüşüyor olmasa bile. Başka bir gerçek seçeneğin yokluğunda (çok ufak bir farkla) kazançlı çıkan Obama oldu.

Yakın bir geçmişe değin, Amerikan toplumunda siyah siyasal önderler din kurumlarının içinden çıkıyorlardı. Bu alan Afrika kökenli Amerikalılar için, yer yer sınırlı da olsa, çok az sayıdaki özgür yaşam biçimlerinden biri, herhalde birincisiydi. Siyahların kümeleştiği her yerde onların başat toplumsal kurumu kiliseydi. Siyasal önderler içinde papazlar tüm Afrika kökenliler adına konuşuyorlardı. Örneğin, Martin Luther King’in siyahların sözcülüğüne yükselmesi din adamı olmasındandı. Gandi’nin barışçıl yöntemlerini benimsediğini üstüne basarak açıklamış olan onun bile kırk yıl önce öldürülmesi siyahların özgürlüğüne kilise çerçevesinde bile hoşgörü gösterilmeyeceğinin kanıtıydı.

Ne var ki, akan yıllar bu katılığı yumuşattı. Siyasal anlayışa başka konularda daha hoşgörülü görüşler girdi. Örneğin, siyahların seçme ve seçilme haklarında yeni kazanımlar oldu. Konu kendi kiliselerini yönetmekten çoğunlukta oldukları yerlerde yönetime seçilmeğe değin uzandı. Yeni Afrika kökenli önderler bu genişleyen kümelerin içinden yetiştiler. İnsan haklarının komşu alanlardaki başarıları siyahların bir sonraki kuşaklarının da ileri adımlar atmasını dolaylı olarak kolaylaştırdı.

Örneğin, Barack Obama kuzeyde New York’ta Columbia ve Massachusetts’de Harvard üniversitelerinde okudu. Eşi Michelle de Harvard’da eğitim gördü. Özellikle Harvard daha çok paralı sınıfın okuduğu ve mezunların büyük özel kuruluşlarda iş buldukları bir eğitim kurumudur. Ama Obama gibi, Massachusetts Valisi Deval Patrick ve Maryland Vali Yardımcısı Anthony Brown da Har­vard’lıydılar. Geçmişte, siyahların ileri gelenlerini siyah toplumun kendi çıkarırdı. Şimdi ise, daha çok, onlar ortaya çıkıp kendilerini siyahlara da tanıtıyorlar. Unutmamalı ki, eski Genel Kurmay Başkanı ve dışişlerine bakan siyahlardan Colin Powell ve onun yerine geçen gene Afrika kökenli Condoleezza Rice da, Amerikan egemen düzenine bütünüyle uymuş olan kişiler olarak altyapıyı Obama yararına bir kat daha ördüler.

Bu gelişmelerin bir art ürünü daha var. Son yirmi yıl içinde seçmene yeni bir kuşak katıldı. 1958’de yapılmış olan bir araştırma Amerikan seçmeninin %53’ünün başkanlık için siyah bir adaya oy vermeyeceklerini gösteriyordu. 1984’de bu oran %16’ya indi. 2003’de %6’ydı. Kuşkusuz, 1950’lerden önce, seçmene böyle bir soru sorulamazdı bile. Bu yeni kuşaklar “değişiklik” istiyor. Tanımlanmayan bu sözcük seçim konuşmalarında Obama’nın dört-bir yanını sarmıştı. Neredeyse herkesin elinde böyle bir duyurumluk (pankart) vardı. Yurttaşın büyük çoğunluğu Irak’taki savaştan ötürü kıvanç duymuyor. Ekonomi kötüden batağa sürükleniyor. Üstelik, gene büyük çoğunluk bu çöküşün bilincinde. İşsizler ordusu büyüyor, ücretler oldukları yerde kalıyor, ürünlerin ederleri artıyor ve konutların değerleri inişe geçmiş durumda.

Bu durumda, “değişiklik” sözcüğünü Obama da benimsedi ya da benimsemek zorunda kaldı. Gerçek şu ki, yurttaşın ve seçmenin çoğunluğu bunu istiyor. Öte yandan, Obama’nın ne adaylığı ve ne de başkanlığı sorunlara çözüm getirmez. Bir kez, kendinde temelden değişimci denilebilecek bir yan yok. Daha adayken ve yaklaşık bir yıl önceki bir yazımda ayrıntılı olarak belirttiğim gibi, yayınladığı kitapta var olan düzenden yana olduğunu yeterince ortaya koydu. Gündemi Bn. Clinton’ınkinden daha ileri değildi. İvedi çözüm bekleyen iç ve dış sorunlara tepkileri ya yetersizdi ya da temelden saçmaydı. Seçilebilmek için sözlerini paralı ve iyi örgütlü baskı kümelerine göre seçti. Güçlü Amerikan Yahudilerinin desteğinden yararlanabilmek için kendini “İsrail’in gerçek dostu” olarak açıkladı ve “Kudüs bölünmeden İsrail’in başkenti olarak kalacaktır” diye bir tümce de yumurtladı. Oysa, böyle bir başkenti resmen tanıyan İsrail’in kendidir. Çevresi Siyonizmin dostları ve İsrail’i Orta Doğu’da Amerikan yayılmasının destekçisi olarak gören sözde “yeni-liberallar”le dolu. Hiç bilmediği Türk-Ermeni ilişkileri üstüne beş kez sözlü ve iki kez yazılı açıklamalarının nedeni gene paralı ve etkili Ermeni baskı kümelerini doyurup karşılığında onların her türlü desteğinden yararlanmak içindi. Ekonomi konusundaki baş danışmanlığına öteki Cumhuriyetçi Partinin çizgisine en yakın kişilerden birini getirdi.

Önceli (selefi) Bush’a göre daha derli toplu bir izlenim bırakabilir, ama ayrıntılara girdiğinde yetersizliği açıkça görünüyor. Örneğin, Orta Doğu ve Hazer Denizi çevresi doğal kaynaklarından caymayı düşünmediğini göstermek için, “otomobili bulmuş olan Amerika benzinini ve petrolünü her zaman bulacaktır” gibi bir nane de ileri sürdü ve dinleyenlerce uzun uzun alkışlandı. Ancak, otomobilin ilk deneyim yurdu da, ardından ticaret ürünü olarak sunum yeri de Almanya’dır, Amerika değil.

***

Obama’nın başkanlığa seçilişi Amerika’da ve dünyada milyonlarca insanda bir umut ışığı uyandırmıştı. Gerçek nedeni Bush yönetiminin tehlikeli ve yıkıcı uygulamalarına bir tepkidir. Yeni başkan ya da kim olsa sürümlük (kozmotik) kimi adımlar atabilir. Küba’nın güneyinde ve ABD işgâli altında olan Guantánamo üssüyle ilgili bir girişim umudu bugün de ayakta tutmaya yarıyor. Bush’un Polonya’ya ve Çek Cumhuriyeti’ne füze yerleştirme önerisinden geri adım da atabilir. Irak’taki savaşın sona erebileceği görüşünü ileri sürmüş, ama bunu oradaki koşulların olgunlaşmasına bağlamıştır ki, bu umudun da uygulamada bağlayıcı bir değeri yoktur. Sekiz yıllık yalan, şiddet, yayılma, kırım, doğal kaynaklara el koyma, çürümüşlük, işsizlik, yoksulluk ve benzeri kötülükler dizisinden sonra, Obama’nın yaptığı, yapmağa hazırlandığı ya da yapmasına düzenin izin vereceği birkaç bir şey çıtayı gerçekten çok aşağıya koymaktır.

Yeni ABD yönetimini Orta Doğu’da Irak, Afganistan, İran, Filistin ve Pakistan sorunları, Rusya ile Çin’in rekabeti, Küba’nın direnci ve Lâtin Amerika’da yükselen emperyalizm-karşıtı rüzgârlar, NATO’nun yayılması, Kuzey Kore, Afrika’daki yeni Pentagon yapılanması, süregelen silâh yarışı, uzayda silâhlanma, küresel ısınma ve kötüden betere giden Amerikan ve dünya ekonomisi gibi büyük sorunlar bekliyor. Bunların barışa ve hukuka uygun çözümlerini Obama’nın bildiğine ve (birkaç söz dışında) istekli olduğuna ilişkin ne bir gösterge var, ne de bilse ve istese bile gerekli girişimleri onaylayacak bir Amerikan yapılanması söz konusu. Gerekli olan bir düzine çarpıcı söz yerine kapsamlı, temelli, eksiksiz ve sürekli nitelikte uluslararası barışla halktan yana atılımlardır.

Obama’nın seçim konuşmaları, yayınları, kendini tanıtıcı ağarası (internet) açıklamaları ve danışman diye atadığı kişilerin seçimi ABD emperyalist siyasetini desteklediğini gösteriyor. Ülkemize geldiğinde de Türklerin ne yapması gerektiğine ilişkin yönergeleri genel yaklaşımında, ayrıntıda kalan ve özü değiştirmeyen bir anlatı (üslûp) dışında, Bush’tan çok ayrılmadığını gösteriyor. Üstelik, Obama ve partisi tekelci özel kuruluşlarla öylesine bağlantılı ve içli dışlıdırlar ki, onun Beyaz Saray yönetimi de Amerika’yı ve dış siyaseti değiştirecek geniş çapta bir girişimde istese de bulunamaz.

Ancak, Bush’tan bıkıp usanmış olan Amerikan halkı ve dünya kamuoyu ta başından bu yana iyi tanımlanmamış bir “değişiklik” peşindedir. Obama adayken çapraşık bir “değişiklik” sözü etmekten geri kalmadı. Ne var ki, Amerika ve dünya için gerekeni temel değişikliklerdir. Bunların ne olduğunu Obama bilmediği gibi, kendine aktarılan düzeni sürdürmekten yanadır.

Örneğin, Afganistan’da asker varlığını arttırmaktan yanadır. Oradaki 30.000’in üstüne Türkiye’den de katkı bekliyor. Osama bin Laden ile El-Kaide’yi hedef aldığından silâhlı müdahaleyi Pakistan’ın içine de sokma yanlısıdır. Bu yoldan ne Afganistan’da, ne de Pakistan’da kazanacak. Bu yaklaşımın bir sonucu terörist dedikleriyle İslâm köktendincilerinin artmasıdır. Onlar arttıkça Amerikan hava saldırıları da tırmanacak, sonuçta daha fazla Afganlı ve Pakistanlı sivil ölecek, doğal olarak Amerikan-karşıtlığı da büyüyecektir.

Obama İran’da da savaşa doğru yol alıyor. Bush’un hazırlattığı ve İran’a müdahaleyi öngören Eylül 2008 tarihli yazanağı kaleme alanlardan Dennis Ross Obama’nın Orta Doğu uzmanı konumundadır. ABD İran’ın ve başkalarının nükleer silâh yapmalarını istemiyorsa, imzaladığı 1968 (Nükleer Silâhların Yayılmasını Engelleme) Antlaşmasına kendi uyarak, önce kendi silâhlarını ortadan kaldırmalıdır. Amerikan tehdidi Cumhurbaşkanı Mahmut Ahmedinecad’ı kendi ülkesinde güçlendirmeye yarıyor, o kadar. Obama’nın İran tutumu yanı başımızdaki şiddeti ancak arttırır ve dünya barışını da yeni tehlikelerin içine yuvarlar. Obama’nın Orta Doğu’da barışın temel taşlarından biri olan Filistin sorununa yaklaşımı da Bush’unkinden değişik değil. Bu konuda görüşleri bilinen Rahm Emanuel’i özel kaleminin başına getirmiş olması başka türlü yoruma el vermiyor.

Obama’nın ve yardımcısı Biden’in ABD’nin küresel emperyalizmi geride bırakacağına ilişkin bir tek sözü bile yoktur. Ama sürdüreceklerine ilişkin açıklamaları bolca var. Örneğin, kara askerini 65.000 ve deniz piyadelerini de 27.000 arttıracaklarını, havadaki üstünlüklerini sürdüreceklerini, bu amaçla pilotsuz uçak ve elektronik savaş yeteneklerini geliştireceklerini ve her yere ulaşacak küresel gücün ayrılmaz parçası olarak C-17 yük ve KC-X havadan yakıt yöntemlerini en üst düzeye çıkaracaklarını söylediler. Verdikleri sözler içinde deniz gücünü arttırma da var. Onlara kalırsa, uzayda askerî üstünlük de gene Amerika’da olmalıdır. Bu sözler ve girişimler dış siyasette tehdit ve yabancı topraklarda müdahalelerin askerî kanadını oluşturuyor.

Obama’dan yana olanlar bir de şunu ileri sürüyorlar: “Kimi düşünceleri seçilebilmek için söyledi. Gerçekte, başka şeyler yapacak.” Böyle bir yorumun doğruluğuna ilişkin belirtiler henüz yok. Herhalde, hiçbir zaman da olmayacak. Eski Başkan Bush Polonya ve Çek Cumhuriyeti ile Amerikan füzelerinin onların topraklarına yerleştirilmelerine ilişkin antlaşmaları imzalamıştı. Obama da “ABD’nin füze savunması”nı güçlendirmekten söz ediyor. Ancak, bir kapı kendiliğinden açık kaldı. Çek halkının en az %70’i bu Amerikan girişimine karşı. Obama da son adımı atmadan yeni düzenin işleyeceğinden güven duymaları gerektiğini sözlerine ekledi. Bu iki tasarımı gerçekleştirecek olursa, dünya nükleer bir gerilime her zamankinden daha fazla yaklaşmış olacak ki, Obama bu konuda Bush’u da geçmiş sayılabilecek.

***

Ne var ki, ABD’nin küresel gücü ve etkisi inişe geçti. Koca Lâtin Amerikan anakarası sola doğru yönelerek iki yüz yıla yakın süredir taşıdığı Amerikan zincirlerini kırma yolunda. Uzak Doğu’da Çin’in ekonomik gücü önüne geçilmez biçimde büyüyor. Başarı güvencesi yoksa da, Avrupa’da yer yer ABD buyurganlığından kurtulma belirtileri var. Bush yönetimi Amerika’nın elden kaçan konumunu Irak, Pakistan, İran, Gürcistan ve NATO büyümesi gibi konularda yeni yabanıl eylem ve tavırlarla daha da ilkelleştirme yolunu seçmişti. Barack Obama bu korkunç birikimden kendini sıyırmak isteyecek ve istese bile sıyırabilecek mi?

Yeni ABD Başkanı Obama eski Başkan Bush’un en düşsel eylemlerini yer yer ve zaman zaman bir yana itebilir. Verdiği sözlerin içinde böyle bir yeniliğin kimi tozları görülüyor. Ancak, Bush’tan kalan birikimin temeli olan emperyalist siyasetten sapmamıştır. Özünde emperyalizme bağlıdır ve onun uygulayıcısıdır. Bush döneminde aynı yolda birtakım başarısızlıklar olduğunu kabullenmek zorunda kaldı, o kadar. Çözüm olarak da eski Başkan Bill Clinton’un sanki “Altın Çağ”ına ve onun çok-yanlı diplomasisine dönme gereğini duyuyor.

Bu bağlamda Clinton yıllarını da anımsayıp o yolun da nereye varacağını kestirmemiz gerekir. Clinton da Amerikan askerî gücüne dayanarak Somali, Haiti ve Balkanlar’a silâhla müdahalelerde bulunmuş, Sırplara, Sudanlılara, Afganlara ve Iraklılara bomba ve füze yağdırmıştı. Koşullar elverseydi, Irak’a da girmesi büyük olasılıktı. Hukuk kurallarını çiğneyerek Irak’ın kuzeyini ve güneyini sanki kendi hava egemenliğini uyguluyormuş gibi sık sık bombaladı ve milyonlarca Iraklıyı perişan edip kitlesel çocuk ölümlerine neden olan ambargodan geri adım atmadı. Onun dışişlerine bakan Madeleine Albright’a bu durum anımsatıldığında, “her şeyin bir ederi olur” biçimindeki yanıtı ünlüdür. Clinton bütün bunları becerirken öteki devletlerin desteğini almayı savsaklamadı. Bush’un ayrıldığı nokta budur. Obama’nın benzemek istediği Clinton da böyle bir başkandı.

Özetle, Obama bir değişim adamı değildir. Gizilgüç onda değil, olsa olsa onu destekleyenlerde aranabilir. Yıllardır uykuda olan bir birikim kendini son başkanlık seçiminde seçmen olmuş yeni kuşaklarla Afrika kökenlilerde göstermiştir. Onu destekleyenler aşağıdan yukarıya bir oluşumu simgeleyebilirler, ama Obama’nın kendi böyle bir akımın adamı değildir. Bu nedenle, kendine yüklenen değere eşit bir varlığı yoktur. Verdiği sözlerle abartılı bir umut söylencesinin odağı olma ötesinde bir varlığı bulunmuyor. Gerçek güç olsa olsa ona destek verenlerde görülebilir.

Ama bunun için de, o desteğin bir akıma dönüşmesi ve siyasete ağırlığını koyması zorunludur. Bu geniş taban seçim konuşmaları sırasındaki “değişiklik” isteklerinden yola çıkarak, bu kez, bu değişimi ayrıntılı biçimde tanımlar ve istediklerini Beyaz Saray yönetimine kabul ettirebilirse, Obama bunları, istemese bile, gündeme getirebilir. Tabanın bu isteklerinde ciddi olduğunu ve bunun için örgütlü bir baskı kurduğunu bir an için varsayalım. Bundan sonraki aşama içte halkçı bir uygulamaya ve dışarıda da emperyalist siyasetten sıyrılmaya yönelik temel bir değişimdir. Ancak, halk kitlesinde, Obama’da ve Amerika’daki egemen zümrede bu yolda bir işaret yok.

Beklenmesi gereken işaretin gereği Amerika’da ve dünyada hakça ve demokratik bir ekonomik ve siyasal düzendir. Bunun tek sözcükle kısa adı da sosyalizmdir. Amerika’daki ve küredeki halk yığınları çok küçük bir azınlığın tutsakları durumundadırlar. Tekelci aşamadaki sermayeci düzenin mantığı, toplumsal sonuçlarına bakmadan, en yüksek kazanç hedefinden şaşmamaktır. Amerika’da, Türkiye’de ve neredeyse her yerde, tüm yurttaşlar böylesine bir devingenliğin pençesindedirler. Obama da aynı pençenin günümüz oyuncusudur. Kendi halkını da, dünya halklarını da er ya da geç hayal kırıklığına uğratacaktır. Eski başkanlardan Hoover gibi Beyaz Saray’a umutlarla girmiş olabilir, ama anımsamalı ki, Hoover’ın da bu görevden çok başka biçimde ayrılışı vardı. Yükselen umutlar yerine getirilmeyince, düşüş de o oranda büyük olur.

Bürokratik komünizmin yanlışlarının sosyalizmin adını lekelediği doğrudur. Amerika’da sosyalist dönüşüm gündemde değilse de, pazar ekonomisiyle tekelci kapitalizmin uygunluğuna inananların sayıları gitgide azalıyor. Amerikan sahnesinde tekelci sermayeden ve yerleşik çıkarlardan sıyrılmış yeni ve güçlü bir siyasal partiye gereksinim var. Türkiye’de de öyle.

http://www.ileri2000.org/
Kullanıcı küçük betizi
Otopsi
Üye
Üye
 
İletiler: 251
Kayıt: Sal Ağu 12, 2008 13:55

Şu dizine dön: Devlet ve Siyaset

Kİmler çevrİmİçİ

Bu dizini gezen kullanıcılar: Hiç kayıtlı kullanıcı yok ve 6 konuk

x