Öbür Taraftaki Adamın Oğlu: Orhan Kemal
Lise Edebiyat kitaplarında şöyle yazardı bir zamanlar:
“Tanzimattan önce (1839) ülkemizde roman yazılmamıştır.”
Açıklama şöyle sürerdi:
“Tanzimat’tan sonra roman ve hikaye de Türkçenin ürünleri arasında yer almış, günümüze kadar gelişerek, batı anlamında eserler verilmeye başlanmıştır.”
O dönemin yazarlarından (Namık Kemal, Ahmet Mithat Efendi, Halit Ziya Uşaklıgil, Mehmet Rauf, Yakup Kadri, Halide Edip, Refik Halit Karay, Ömer Seyfettin) söz edildikten sonra Cumhuriyet döneminin ünlü yazarları (Reşat Nuri Güntekin, Aka Gündüz, Mahmut Yesari, Peyami Safa, Memduh Şevket Esendal) sıralanırdı. “Cumhuriyet’in ikinci kuşak roman ve hikaye yazarları arasında, Sait Faik Abasıyanık, Orhan Kemal, Tarık Buğra, Kemal Tahir ve Yaşar Kemal’i sayabiliriz.” diye de konuyu bitirirlerdi.
Bakınız Cumhuriyet’in ikinci kuşak yazarlarının sayısına. Bizlere tanıtılanlara... Bir elin parmaklarını geçmiyorlar. Bu yazarlardan Kemal Tahir’in Cumhuriyet karşıtlığı, “Yorgun Savaşçı” romanıyla çok tartışıldı. Yaşar Kemal Cumhuriyetimize yetmişinci yılında, “Yetmiş yıllık zulüm.” dedi. Orhan Kemal, o dönemin Cumhuriyet karşıtı şairi Rus rejimi hayranı Nazım Hikmet’ten ders aldı, onun yolundan gitti. Babası, 1920- 1923 arası milletvekilliği yapmış, sonra Atatürk’le yolları ayrılmış, Cumhuriyetimizin Atatürk dönemi karşıtı bir siyasetçisi. İstiklal Mahkemelerine düşeceğini anlayınca ailesiyle Suriye’ye kaçan bir hukukçu. Orhan Kemal Cumhuriyet dönemimize damga vurmuş, ünlenmiş bir yazardır. Eski Türk filmleri ondan etkilenmiş, eserleri bir dönem algımızı yönetmiştir. Bizde, toplumculuk, halkçılık, solculuk en başından beri bölücülükle birlikte yürütüldüğü için eski solcularımız başka yönetimlere, başka ülkelerin liderlerine hayranlık besleyip durmuşlardır. Şarkıcılar, oyuncular, yazarlar... Orhan Kemal’in yazarlığı da hep hayranlık duyularak anlatılmıştır. Adına müze açılmış, ödüller verilmiştir.
Cumhuriyet’in ikinci kuşak yazarlarının biri ikisi dışında hepsinin Cumhuriyet karşıtı oluşları, Atatürk dönemine gizli – açık bir düşmanlık beslemeleri, o dönemde karşıt siyasi görüşleri nedeniyle hapis yatmaları bir rastlantı mıdır sizce? Refik Halit Karay’ın “Eskici” öyküsü ders kitaplarımızın olmazsa olmaz parçalarındandı. Kaçımız biliriz bu yazarın da vatandan Kurtuluş Savaşı sırasındaki karşı görüşleri yüzünden ülkemizden sürüldüğünü, Beyrut’a zorunlu sürgüne gönderildiğini... 1938’de de bağışlanarak döndüğünü...
Konumuz, yazar Mehmet Raşit Öğütçü. Diğerleri değil, bilinen adıyla: Orhan Kemal.
Günümüzde bu dönemin yazarlarını yeniden güncelleştirdiler. Gençlik dizilerine eserlerini koydular, gençler okusun diye romanlarını özetleyerek yayınladılar... Hepsi de bu iktidar döneminde oldu bunların. Bölücülerle, siyasi islamcıların işbirliği döneminde... Neden?
Reşat Nuri Günekin’in, 1924’te yazdığı “Akşam Güneşi”ni, gençlere uyarlamışlar, kısaltmışlar, romanı bu bakışla okudum. O konuyu sonra ele alacağım. Ardından okuduğum Orhan Kemal’in “Avare Yıllar”ı, iyice içimi acıttı. 1930’lu yılları, yani Atatürklü altın yılları anlatan, o günlerde geçen bu roman doğrudan ülkesinden kaçan baba savunması, o dönemi karalama, bir kırıntıcık bile Atatürk’e yapılan ihanetten pişmanlık duymadan toplumun düzenini, Cumhuriyetin ilk yıllarını hep kötüleme, yerme, beğenmeme...
Avare Yıllar’ın arka kapağına yazılmış:
“Yazar, yine kendi yaşamöyküsü çerçevesinde, genç bireyin, sorunları olan bir toplumda, düzensiz bir aile içinde, yoksulluk ve acıyla geçen çocukluğunu geride bırakarak bilinçlenmesinin ve kaderinin yönünü değiştirip yaşama sevincini yakalamak için verdiği mücadelenin öyküsünü anlatıyor.”
Kitabı kaç kez okuyorum, baştan, takıldığım yerlerinden, yeniden yeniden...
Kitapta, “Sabahattin Ali"yle aynı bakış açısını görüyorum. Cumhuriyet’in coşkusu yok hiçbir yerinde. Hep bozuk düzen, yanlış düzen, laçkalaşmış devlet düzeni, çalışmayan, torpilli memurlar... Acımasız yetişen bireyler... Orhan Kemal ise, yoksulları anlatıyormuş gibi aslında kendi ailesinin davasını anlatıyor. Kaç romanı kendi yaşam öyküsü, babası, eşiyle ilgili... Cumhuriyetle ters düşen babasını aklama peşinde. Çektiklerine bire bin katarak o dönemin yönetimini bize aşağılatıyor. Babası iyi, Boşnaklar iyi, Ermeni madamlar iyi, insancıl, bir de yoksullar iyi; ustabaşları, işverenler, azcık varlıklılar kötü, çok kötü...
Babası çiftlik beyiymiş. Yazar, ailesi sürgünde iken, okulu bırakmayı düşünürken kendine soruyor: “Çalışmak gerekiyordu ama nasıl?”
Adana’daki çevresi için yazarın dedikleri: “ Mevsimine göre limon, portakal, şekerkamışı, şu bu satılabilirdi. Kazanılabilirdi ama, kendi doğduğum şehirde, arkadaşlarım, sonra bilhassa bilhassa, “el için” kendine zarar vermeyecek kadar zeki insanların önünde? Çünkü onlar, babamın “el için” kendine zarar verişini bir nevi ahmaklık sayıyorlardı. Halbuki kendileri...”
Bu, “el için” sözü kitapta bir yerde daha geçiyor. Tırnak içine göstermek için aldım. El, halkı anlatıyorsa, yazarın babası halkçı, Atatürk halka karşı mıymış?
Annesi borç istemeye gittiği bir yakını tarafından terslenmiş:
“Böyle zamanda” der,” nerde? Sağ gözden sol göze fayda yok.”
Nesine lazımmış babamın siyaset? Her koyun kendi bacağından asılırmış. “El için” kendine zarar vereceğine, yakıp çubuğunu rahatına baksaymış...”
Bu sözler kaderi sorgulaması:
“Kaderimizin hâkimi, evrenin sahibi, iyiyi de, kötüyü de, şeytanı da yaratan. Bizden, bizim aileden ne istemişti? Babam niçin siyasetle uğraşmış, öbür tarafa niçin geçmiş, niçin yokluğa düşmüşüz, delik pabuçlar, paçaları tiftiklenmiş pantolonla gezmeye mecbur olup, etrafımdakilerin iğneli bakışlarına niçin hedef olmuşum?"
Sorgulamayı böyle beş altı satır sürdürdükten sonra yeniden sorar:
“ Etrafımdakilerin iğneli bakışları neden? Bu kaderi kendi alnıma kendim mi yazdım ki? Yoksa Allah da onlardan taraf mı? Eğer o da onlardan tarafsa... Bu müthiş, çok müthiş bir şey olurdu.”
Başka kulüplerde oynadı diye okul müdürünün, arkadaşlarıyla (Kürt Sermet, Ayı Mümtaz) onu azarladığı gün içinden geçirdikleri:
“Burada, onların ateş çemberi içinde işim ne? Ne bekliyorum onlardan? Verecekleri rahat ekmek belgesini mi? Sen onların arasında, kabuğunun içine çekilmeye mecbur bir sümüklüböceksin, anladın mı?
Diplomaları kendilerinin olsun, çek arabanı!
Okulu bıraktım.”
Yazar, hiç yeni Türk yazısından söz etmez anılarını anımsarken ama eski Türkçe okul kitabı (Anadolu Yavrusunun Kitabı), sonradan Atatürk’le ters düşen Kazım Karabekir’in yazıp bestelediği Türk Yılmaz Marşı bu kitapta tatlı tatlı anlatılır... Marşın sözleri baştan sona yazılmıştır.
Ha bir de fesli eski öğretmenini anımsar, anlatır burada yazar. Kazım Karabekir’in marşını söylerlerken bu öğretmenleri taburlarının önüne düşermiş.
Tüm bunlar akla hemen, yazarın babasıyla Kazım Karabekir’in neredeyse aynı görüşte olduklarını akla getiriyor. Kazım Karabekir Atatürk’le ters düşmüş, muhalefet partisi kurmuş, Atatürk döneminde bir daha milletvekilliği yapmamış, hatta yargılanmış. Atatürk’ün ölümünden sonra da İnönü’ce gönlü alınmış derhal milletvekili edilmiş. Yazarın babasında da durum aynı. 1938 affıyla yurda dönüyor, hiçbir hakkını yitirmeden hemen bir ilde ağırceza reisliğine atanıyor.
Yazarın Kazım Karabekir’li marşları özlemle andığı dönem şapka devriminin çoktan yapıldığı dönem. Satırlarından anlaşılıyor:
“Felaket felaket üstüne. İtiraz etmeme, bir takım uydurma gerekçeler ileri sürmeme zaman kalmıyor. Bastonuyla kirli fötrünü alıyor, dükkândan çıkıyoruz.”
Yazar bir kaç sayfa sonra yine kadere yükleniyor:
“ Tekrar kırlar, tekrar Allah ve onun meseleleri...
Kötü kader yazan Allah, cömert Allah, eli sıkı Allah, güldüren Allah, ağlatan Allah, vuran Allah, kıran Allah, Şeytan’la başa çıkamayan Allah ve oyuncak olan zavallı kul!
Kafam, bir türlü halledemediğim bu meselelerle yara haline gelmişti. Yirmi yaşındaydım, öbür taraftaki adamın oğlu olmaktan başka suçum yoktu.”
Bundan sonra İzzet Usta’yla olan arkadaşlığını anlatır, konuyu yine babasına getirir: “Bir gün köpüklü isyanlarımı dinledi, dinledi:
“Sonra?” dedi.”
Haksızlık, bencillik üzerine tartışırlar. Usta noktayı koyar:
“ Sizin peder beyi ve siyasi maceralarını biliyorum.” dedi, “günlerden beri de geri kalan kısmını sizden öğrendim. Kesinlikle ıstırap çekiyorsunuz, ıstırap çeken her insan gibi haklısınız şüphesiz... Fakat size tavsiye ederim, isyana sizden çok daha haklı olanların mahallesinde hiç olmazsa ıstıraplarınızdan bahsedip isyana kalkmayın!”
Ustanın şu sözleri de epey anlamlıdır:
“ Burada sizden çok evvel öfkelenmesi gerekenler var.”
Yine ustanın, yazarın babasının durumuyla ilgili bir sözü ve yazarın yanıtı:
“ Kendinize niçin bir iş bulamıyorsunuz?” diye sordu. Öbür taraftaki adamın oğluna kimin, hangi dairede, ne cesaretle iş verebileceğini sordum.”
Bu “ öbür taraftaki adam” sözü kitapta sık sık geçiyor. Öbür taraf Suriye mi demek, yoksa Atatürk’e karşıt olmanın mı anlamı, yazar bunu açık açık yazmaktansa okura bırakmış, yazmaktan belki de çekinmiş. Bakın bir sayfa sonra yine aynı laf:
“ Geçen gün de söylemiştim, ortaokul diplomam bile yok, sonra öbür taraftaki adamın oğluna...”
Kitapta sevgiyle, coşkuyla, özlemle anlatılan bir iki bölüm. Biri Giritli Mahallesi, eski Rum mahallesi, “kırık Türkçeleriyle” şakalaşan Giritli kızlar.
Arnavut’un kahvesi, Boşnak mahallesi. Mahalleden kulağına gelen Boşnakça sözler. Sevgilisi Boşnak kızı, Boşnaklar...
Yine bir gece mahalleden uzaklaşırkenki düşünceleri:
“ Elveda arzularım, tatlı hayallerim, gökteki ay, paslı tenekeler, çürümüş tahtalar kalabalığı elveda! Kediler, köpekler, kerpiç duvarlı evler, erkek yüzlü Kürt karıları, eğri sokaklar ve nihayet beyaz perdede kalın örgüleri hoplayan sevdiğim, sana da elveda!”
Yine kitaba göre, Boşnak kızları kütür kütür, her gece kızını döven Boşnak baba, mert.
*
Orhan Kemal öykülerinden Küçükler ve Büyükler adlı çocuklara bir öykü kitabı hazırlamış Ant yayınları. Öykülerde yoksullar dışında ülkemizde herkes kötü, çok kötü... Düzen derseniz kökten kötü... Daha baştan kötü... Çürümüşlük, pislik... Yazarın babasını dinlememişler(!)...
Birinci hikaye, “Benim Hikayem.”1914 yılında Ceyhan’da doğduğunu belirten yazar hemen babasına geçiyor:
“Babam, avukat, çiftçi, parti lideri. (1930’daki demokrasi denemelerine Ahali Fırkası ile katılan, bu yüzden çok sert çıkışlar yapan, sonra da Suriye’ye kaçan Abdülkadir Kemali Bey.)”
Kitaptaki “Köpek Yavrusu” öyküsü pek ilginç. Bu öyküyle konuyu bitirelim:
Bir köpek yavrusunun arka ayaklarını demir tekerlekli bir yük arabası ezmiş. Caddede, kaldırımın önünde. Ayaklarını bir deri parçası tutuyor. “Etrafını alan mahalle çocuklarıysa yaramaz ve haşindiler.” diye yazmış yazar. Bundan sonrasında çocukların hainlikleri, hayvana ettikleri eziyetler anlatılıyor. Öykünün başından sonuna dek bir çocuk tanımlaması öne çıkarılıyor. Saydım, tam beş kez bu çocuğun tatarlığı göze batırılıyor:
“Bunlardan tatara benzeyen, basık burunlu birinin elinde bir değnek vardı.”
Bundan sonrası çocukların köpeğe değnekle dokunmaları, hayvanı acı acı bağırtmaları...
Seyirciler eski Romalılar gibi kana susamışlar:
[i]“Köpeğin çaresiz bir teslimlikle yan yatan, gözler kapalı, elleri düşmüş, acı duyan, fakat artık inlemeye mecali kalmayan sükutu evvela çocukların, sonra onları çevreleyen daha büyük, daha, daha büyüklerin neşesini kaçırdı.”[/i]
Düşünün bir yaralı yavru köpeğe işkence ediliyor, küçük büyük herkes bunu zevkle seyrediyor. Nerede? Ülkemizde. Koca mahalleden tek bir iyi çıkmıyor. Halkımızmış bu, sakın burası Moskova, Atina, Bulgar’ın Sofya’sı, ne bileyim başka bir yer sanmayın. Öz yurdumuzda oluyor bu insanlık dışı işkence. Siz bunu gerçekci buluyor musunuz? Böyle bir öykü, okuyan çocuğa ne verir? İç bulantısı, kendinden, ait olduğu toplumdan nefret etme... Öykü bu kadarla da kalmıyor. Tatar figürü ha bire öyküye sokuluyor. Tatar Türk’ü. İşte böyle:
“Tatara benzeyen oğlan:
Vay ibne vay, dedi, bağırmıyor be!
Kırpık bıyıklı biri:
- Ayağına bas da bak! dedi.”
Öykü böyle sürüyor. Büyükler çocuklardan daha hain. Topuğuyla köpeğin ezilmiş ayağına basan çocuğa denilen gerçekten akıl dışı:
“Seyirci büyüklerden biri:
-Ulan eferim be! dedi.”
Sonrası şöyle:
“Köpek yavrusunun ölümü yaklaşıyordu. Tatara benzeyen, yassı burunlu oğlanın da ela gözleri, birden sarı sarı parladı. Karşı kaldırımın önünde sökülmüş bir parke taşı duruyordu. Koştu, tam taşı yerinden zorla kaldırarak köpek yavrusuna doğru geliyordu ki, “Hammal Memet Bey” nedense zuhur etti, tatara benzeyen oğlanın niyetini anlayarak onu kolundan yakaladı:
- Hele ha, hele ha... Yazık...
Tatara benzeyen oğlan muvazenesini kaybetti, parke taşı da yere düştü. Oğlan bunu bir yenilgi saydığı için müthiş hırslanarak dikildi:
-Sana ne Oğlun mu da karışıyon?”
Yine yassı burunlu oğlan (tatara benzeyen) yanıt verir, çocuklar hamala sataşırlar, onu taşlamaya, başına karpuz kabuğu atmaya başlarlar.
Yazarın kaleminden:
“Etraf gittikçe kalabalıklaşıyordu. Güneşin altında boyuna çoğalan bir kalabalık sesli sesli gülüyor, daha çok gülebilmek için kendilerini zorluyorlardı.
Bir ara, karga yüzlü oğlanın kuru bileği “Memet Bey’in eline geçti. Öteki çocukların “ana avrat” küfürleri arasında, dönmüş gözleri, gerilmiş sinirleriyle, çocuğu tokatlamaya başladı. Çocuğun avaz avaz haykırışı, etrafın yaygarası üzerine bir polisle iki bekçi koşarak geldiler. Esnafın da işbirliğiyle karga yüzlü oğlan “Hammal Memet Bey”in elinden kurtarıldı.”
Öykünün sonunda hamal karakola getiriliyor, yavru köpek de bir çöpçünün küreğiyle çöp arabasına atılıyor...
Öyküde küçük büyük onca kişi duyarsız, hain; bir tek hamal, insan gösteriliyor. Hamalın adı da okuyanın gözüne sokuluyor. Ne demekse hamalın adını böyle koymak, yazmak? Neye göndermeyse bu ad: “Hammal Memet Bey.”
Böyle bir öyküyü okuyan çocuk ne düşünür kendi toplumu üzerine, araştırmak, denemek isterdim. Cumhuriyet kuşağı yazarları büyük bir sorumluluk almışlardı. Genç Cumhuriyeti ileriye taşıyacak kuşakları onlar yazdıklarıyla besleyeceklerdi. Devrimleri güçlendireceklerdi. Toplumu aydınlatacaklar, sorunların çözümünde yardımcı olacaklar, dilimizi geliştireceklerdi...
Yabancı dilden çevrilen çeviri romanlarını öykülerini okurken, yazıların her satırında gözlemlenen dil sevgisi, ülke sevgisi okuyanı şaşırtır. Yazarları, sevgilerini gösterirler eserlerinde... Dillerini, uluslarını severler... Okurken, bizlerle onların farkını hemen anlarsınız. Kıskanırsınız...
Bizimkilerin çoğu ne yaptılar?
Yüce önderimizi yalnız bıraktılar... Başka yönetim türlerini, başka devlet yapılarını bize uygulatmaya kalkıştılar, hem de yeni Türk abecesiyle yükselen güzel dilimizi kullanarak... Utanmadan Sovyetlerin sözcülüğünü yaptılar... Bir kısmı Batıcı, Amerikancı oldular... Sevgiyle gönülleri birleştirmediler... Çekiç aynı yere vurulmadı. Cumhuriyete sahip çıkılmadı. Ta o zamandan ayrımcılığa kalkıştılar... Kendilerine bağımsız, çağdaş bir ülke bırakan, güzel dilimizi yeni Türk abecesi ile geliştiren devlet kurucumuza gönül borcu duymadılar, devrimlerimize sarılacaklarına, yazılarıyla o günleri anlatacaklarına, toplumu geliştireceklerine, yeri geldi devrimlerimize, devletimize ihanet etmekten çekinmediler...
Düşmanlarımızın ekmeğine yağ sürdüler...
Biz neden şu an bu durumdayız, şaşırmalı mıyız?
Feza Tiryaki, 1 Aralık 2016