Osmanlı'nın "McKinsey"leri
Allah, aklını kullanmayanların üzerine pislik yağdırır. Yûnus, 100.
Aptallığın en açık kanıtı aynı şeyi defalarca yapıp farklı sonuç almayı beklemektir. A. Einstein
Batı kapitalizmi Osmanlı ülkesine üç ekonomik silahla sızdı: Ticaret sermayesi ile, finans sermayesi ile, sanayi sermayesi ile... Yıl 1838, Serbest Ticaret Antlaşması… Serbest ticaretin ardından, dış borçlanma... Bir yanda serbest ticaret, bir yanda borçlanma; devlet zayıfladı, sömürüldü, yabancı egemenliği altına girdi ve sonunda çöktü.
Dış borçlanma, Avrupa hükümetlerinin diplomatik bir silahıydı. Borçlanmayı, sağladığı faiz gelirinin dışında kendi çıkarlarına uygun “reform” ve siyaset dayatarak, İmparatorluğun yapısını kendi planlarına uygun yönde değiştirdiler. Osmanlı her borçlandığında Avrupalı emperyalistlere yeni imtiyazlar tanıdı; ardından daha fazla borçlandı. Verilen her ödün Batı sermayesinin ülkeye daha çok sızması ve yerleşmesi sonucunu doğurdu.
Avrupalılar; kendi çıkarlarının gerektirdiği değişiklikleri, eş-deyimle ödünleri hep -kulağa hoş gelen- “reform” sözcüğü ardına saklanarak elde ettiler. Reformları “Osmanlılar güçlensin, gelişsin” diye yaptırmıyorlardı; “Osmanlı Devleti ve ekonomisi öyle bir yapı kazansın ki onu maksimum ölçüde ve sürekli olarak, en elverişli koşullarda sömürelim” diye yaptırıyorlardı. En büyük emeli Osmanlı maliyesi üzerinde söz sahibi olmaktı.
* * *
Osmanlı yönetimi ilk dış borçlanmasını İngiltere Büyükelçisi Lord Stratford Canning’in baskı ve yönlendirmesiyle 1854’de yaptı. Canning 1856 Islahat Fermanı ile, Sultan Abdülmecit’e bir dizi reformu kabul ettirmeyi de başardı. Bu “reformlar” İngiliz şirketlerinin çok işine geliyordu. İngiliz endüstrisi kabına sığmıyordu. Yeni pazarlar, yeni hammadde bölgeleri gerekliydi.
İşte Canning’in reform taleplerinden bazıları (Günümüzde bunlara “yapısal uyum reformları” deniyor): Devlet; iyi örgütlenmiş, tüm tebaasına -yani azınlıklara- adil davranan, modern bir devlet haline gelmelidir (Tabii borç geri ödemeleri ve Batı sermayesi güvence altına alınsın diye). Azınlıklara tam eşitlik sağlanmalıdır. Bayındırlık hizmetlerine (İngiliz malları ve sermayesi ülkeye kolay girsin diye) önem verilmelidir. Yabancılara banka kurma, yol yapma ve toprak edinme hakkı tanınmalıdır.
İlk borçlanmadan kısa bir süre sonra, 1856’da İngiliz sermayesi ile, Osmanlı Bankası kuruldu. Banka İngilizlerin denetimi altındaydı. Ardından, Avusturyalı, İngiliz ve Fransız danışmanlar gönderildi. Zamanla “Maliye Yüksek Konseyi” diye bir kurul oluşturuldu. Bu kurul Osmanlı Devleti’nin yaptığı reformların baş denetçisi oldu. Reform programı, 1856 Hat-ı Hümayun fermanıyla yasallaştı.
* * *
1860 sonbaharında, Osmanlı Hükümeti’nin ivedi ödemesi gereken dış borç miktarı 900 bin Osmanlı lirasıydı. Başlıca alacaklılar -her zaman olduğu gibi- İngiliz ve Fransız “tefeci”lerdi. Osmanlı Hükümeti yeniden borçlanma talebinde bulundu. Avrupalı fırsatı kaçırmadı, değişmez oyunu yine sahneye koydu: İmparatorluk, kendisine gönderilecek resmî bir misyonu kabul etmeliydi, eskisinden daha fazla reform yapmalıydı.
Avrupa finans sermayesinin bütün derdi Osmanlı Devleti’nin, borçlarını düzenli olarak ödeyebilmesiydi. Bu nasıl sağlanacaktı? Yanıt İngiltere Parlamentosu’na sunulan bir “önlem paketi”nde verildi. “Türkiye’nin Mali Durumu Üzerine Rapor” adlı bu paket; İngiliz Ticaret Heyeti’nden Mr. Foster ve Lord Hobart tarafından hazırlanmıştı. Dış İşleri Bakanı Lord Russell, Hobart-Foster misyonu ile, raporu hemen Babıâli’ye gönderdi.
Raporda istenenler, hiç de yabancımız değil: Mâli ve idari reformlar! Bütün bu reform taleplerinin tek bir hedefi vardı: Osmanlı mali ve idari kurumları üzerinde İngiltere’nin söz sahibi olması!
Rapora uyulması şu bakımdan önemliydi: Avrupa özel sermaye piyasalarından kredi sağlanabilmesi için en önemli koşul, yatırımcıların borçlanan devlete, yani Osmanlı devletine güven duymasıydı. Bu güven de büyük ölçüde Osmanlı Devleti hakkında yapılan resmî değerlendirme sonuçlarına bağlıydı.
* * *
a) Hobart-Foster raporuna göre tarım üreticilerinin vergi yükü azaltılmalı, tarımsal üretimin önündeki engeller kaldırılmalıdır. Buradaki saklı amaç şunlar: Osmanlı Devleti tarımsal üretimi artırmalı; bu yoldan İngiliz sanayiine bol ve ucuz hammadde sağlanmış olacak. İngiliz sanayi ürünlerine pazar açılacak, rakip de olunmayacak.
b) Rapor devam ediyor: Devletin ekonomideki rolü aşırı. Uzun vadede gelirlerdeki artış, devlete ait mülklerin (emlak, maden, orman, arazinin,...) satışından sağlanmalı veya bireylere uzun sürelerle kiralanmalıdır. İşte Rapor’dan birkaç cümle: “Mülklerin büyük bölümü satılabilir. Özellikle,... yabancılara mülk edinme hakkı verilirse, devlet bundan büyük yarar sağlar. Kiraların süresi uzun olursa, piyasa değerleri artar; kiracılar, mülkün bakımı için daha çok özen gösterirler.” “Yapısal reformlar” da isteniyor: “Ekonominin kapılarını serbest rekabete ardına kadar açın. Bırakın, arz ve talep serbestçe oluşsun. Tüm devlet tekellerine son verin. Devlet işletmelerini yerli ve yabancı sermayeye satın.
c) Reformlar yoluyla sağlanacak tasarruflar, ivedi olarak öteki harcama alanlarına, savunma, güvenlik, yargı ve ulaştırma hizmetlerine kaydırılmalıdır. Bu alanlardan ilk üçü, “devletin rolüne ilişkin klasik görüşle tam bir uyum içinde.” Yani, devlet ülkede yabancı girişimcilerin serbestçe faaliyette bulunmasını sağlayacak. Ulaştırma harcamaları İngiliz çıkarları ile yakından ilgili. Yapılacak yeni yollar İngiltere ile ticareti artıracak ve kolaylaştıracaktı. İngiliz sanayii çok daha çabuk, güvenli ve ucuz bir şekilde hammadde sağlayacağı gibi, aynı şekilde, ürettiği malları Osmanlı pazarlarına ihraç da edebilecekti.
Ve 1862 borçlanması… Bu borçlanmanın sonucu; İngiliz sermayesi denetimindeki Osmanlı Bankası’nın, Fransız sermayesinin de katılımıyla, “Bank-ı Osmani-i Şahane” olma imtiyazını elde etmesiydi. Bu yabancı banka; artık İmparatorluğun mali organı konumuna geliyor ve kâğıt para basma tekelini de elde ediyordu. Lord Hobart, Banka’nın genel direktörü oldu. Bütün bu gelişmeler İmparatorluğun para politikasının, Avrupa denetimine geçmesi anlamına geliyordu.
Mali bunalım Ekim 1875’de doruk noktasındadır. Sadrazam Mahmut Nedim Paşa moratoryum ilan eder. Devlet sonunda iflas durumuna düşmüştür.
Ve 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı... Devlet’in borç yükü dayanılmaz boyutlarda... Üstelik Rusya’ya ağır bir savaş tazminatı ödenecektir. Devletin pazarlık gücü kalmamış. Mali durum tam bir keşmekeş içinde. İmparatorluk yine Avrupa finans piyasalarına başvurmak zorunda. Sonuç: Gelsin siyasal ödünler... İngiltere Ayastefanos Antlaşması’nın koşullarını hafifletmeyi taahhüt ediyor ama, karşılığında Kıbrıs adasını istiyor.
Ekim 1879... İngiliz donanması İstanbul önlerinde... Amaçları Osmanlı devletine reformlara devam etmesi için gözdağı vermek!... İngiltere Dış İşleri Bakanı Lord Derby kendinden emin, şöyle konuşabiliyor: “Osmanlı İmparatorluğu’nu o denli yakından denetliyoruz ki, bu devletin, toprakları üzerindeki egemenliği pratik olarak sıfıra inmiştir.”
* * *
Devlet hazinesi 1880 yılına son derecede kötü bir durumda girmiştir. Avrupa “altın yumurtlayan tavuk”un yine ölüme yattığını korkuyla izliyordu. Oysa, sömürü devam etmeli, emperyalist plan işlemeliydi. Bunun için de Osmanlı biraz okşanmalı, isteklerine kulak verilmeliydi: Borçlar konsolide edilebilir, taksitler düşürülebilirdi. Ama Avrupa, hiç karşılıksız ödün verir mi, yağlı bir karşılığı olmalıydı!... Bu karşılık, yıllardır gerçekleşmesini bekledikleri hedefti: Osmanlı Devleti’nin mali bağımsızlığı!... Devlet gelirlerinin denetimi kendi temsilcilerine bırakılacaktı. Emperyalizm, “Büyük Hedef”ine, sonunda ulaşmıştı. Peki nasıl? Osmanlı’nın akılsızca yaptığı dış borçlar sayesinde! Bu fırsatı Çirkin Avrupa’ya kimler vermişti? Dünya gerçeklerinden habersiz, hamiyetsiz, cahil Osmanlı yöneticileri... Felaketin asıl sorumlusu onlardı. Bütün bunlar olurken, Osmanlı tahtında oturan kişi ise, Abdülhamit Han’dı!
Sonuçta Osmanlı Hükümeti temsilcileri, Avrupalı alacaklılarla masaya oturdular. 20 Aralık 1881’de Muharrem Kararnamesi imzalandı. Zengin Avrupa, sonunda, müflis Osmanlı’yı ekonomik vesayeti altına almayı başarmıştı: Kararname’nin 15. maddesi gereğince Düyun-u Umumiye İdaresi kuruldu. Bu kurumla birlikte Avrupa artık yeni bir adım daha attı: Doğrudan yatırımlara başladı.
XIX. yüzyıl biterken uluslararası finans kapital, Osmanlı maliyesine ve İmparatorluğun önemli üretim kesimlerine Düyun-u Umumiye İdaresi yoluyla el koymuş bulunuyordu. Bu nedenle resmen “bağımsız” olmasına karşın, Osmanlı Devleti’nin hareket alanı ve karar yeteneği büyük ölçüde sınırlanmıştı.
Düyunu Umumiye, Avrupalıların denetiminde, yarı resmî bir kuruluştu. Görevi, Osmanlı Devleti tarafından kendisine devredilen gelir kaynaklarından, İmparatorluğun dış borç anapara ve faizlerinin geri ödenmesini sağlayacak fonlar yaratmaktı. 5000 kişilik bir personelle, kısa sürede Osmanlı maliyesini kontrolü altına aldı. Düyunu Umumiye “Osmanlı İmparatorluğu’na Avrupa ticaret ve finans sermayesinin, ardından sanayi sermayesinin (dolaysız yatırımların) akması için” gerekli kanalları sağlıyordu. 1854-1881 arasında sayısı ancak 19’u bulan yabancı şirket sayısı, 1882-1914 arasında 130’a tırmandı. Bu son dönemde kurulan yabancı şirketlerin ilgi çekici bir özelliği, Avrupalıların gayrimüslim azınlıklarla kurdukları ortak girişimler olmasıydı. Düyunu Umumiye işlevini büyük bir başarıyla yerine getirdi. 1882-1914 arasında, Avrupa’ya borç faizi olarak -yoksul Osmanlı halklarının kesesinden- 124 milyon sterlin aktrıldı.
* * *
1918 Sonbaharı... Birinci Dünya Savaşı’nın sonu... İngiltere, ABD, Fransa, İtalya gibi Batı’nın haydut devletleri; Osmanlı Devleti’nin paylaşılmasını gizli anlaşmalara bağlamış. İngiltere, “Türkiye’yi mahvedinceye değin” savaşı sürdürmeye kararlı. ABD’ye göre “Türkiye haritadan silinmeli.”
29 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi... Osmanlı Devleti kayıtsız ve koşulsuz düşmana teslim oluyor. 13 Kasım... İstanbul müttefik kuvvetlerin işgali altında. 10 Ağustos 1920 Sévres Anlaşması... Düyunu Umumiye’nin yanısıra Osmanlı Devleti üzerinde bu kez de bir “Uluslararası Mali Denetim Komisyonu” kuruluyor. Bu son ödünle, “Devleti Aliye”, egemenlik hakkını, bir devlet olarak var olma hakkını da yitirmiş oluyordu.
Ey Türkiye’ye yönetenler! Osmanlı atalarınızın düştüğü tuzaklara şimdi de siz düşüyorsunuz. Onlar bir ölçüde mazur görülebilir; çünkü onlar o devrin “Mckinsey”leriyle, bunların ince ince düşünülmüş entrikalarıyla ilk kez karşılaşmışlardı. Atatürk gibi bir uyarıcıları da yoktu.
Peki ya siz?
Prof. Dr. Cihan DURA, 2 Ekim 2018