OYUN BİTİYOR
Ülkemize reva (uygun) görülenin, bu yapılanın tarihte bir benzeri var mıdır bilmiyorum. Aydınlanmadan geçmiş, devrimlerle yükselmiş, bağımsız bir ülke, üstelik egemenliğini ordusunun öncülüğünde bir kurtuluş savaşıyla kazanmış, Cumhuriyetinin yüz yılı doldurmasına şurada bir kaç yıl kalmış bir devlet, durduk yerde küresel çete istiyor diye, kendi varlığıyla kumar oynar mı, oynatır mı? Hiç mi aklı başında bir aydını, siyasetçisi yokmuş ülkemizin de bu iç acıtan gülünçlüğe izin verdiler?
Vaktiyle Erkan Yolaç’ın, altmışlı yılların ortasında, bir yabancı radyo -televizyonundan alıp bizlere tanıttığı, sevdirdiği, herkesin diline düşen yarışma, “Evet –Hayır”ı, aradan bunca yıl geçtikten sonra kim derdi ki koca bir ülkeye, bu çağda, hiç utanmadan, çekinmeden siyasetçi eliyle oynatacaklar!
Mehter marşıyla getirilen, yavaş yavaş, salına salına; İzmir Marşı ile de coşkuyla, koşturarak gönderilen yarışmacılar.
O yıllarda bizler öğrenciydik. Mezuniyet törenlerinde, okul eğlencelerinde evet –hayır oynanmasa olmazdı. Bu oyunu kazanmak, biraz beceri işiydi, bilgili olmak yetmezdi. Karşındakinin dediğine, sorularına kulağını tıkayacak, denileni ne onayacak, ne onaylamayacaksın. Evet veya hayır dedin mi de hangisini dersen de, seni seyredenler coşacaklar, oyunu yitirmeni, yenilgini, şaşkınlığını, ben ne yaptım diyen aptal aptal bakışını, çılgınca, ıslıklarla alkışlayacaklar...
Bu oyunun sonu da, İzmir Marşı’yla mı bitecek? Bitmesine izin verecekler mi? Yayılmacılar sonucunu bilmedikleri, emin olmadıkları bir halkoylaması yaptırırlar mı? Hem egemenlik oylanır mı? Oyla mı alındı ki oyla verilecek?
Bu kadar maskara olunduktan sonra, en az yüzde seksenle hayır denmezse ulusça, onurumuzu kapanmayan bir yaradan zor kurtarırız. İkinci sınıf insanların, köle toplumların düzeyine inmenin, bileğimizin gücüyle, bilgiyle, onun uğruna savaşarak, can vererek, yüce önderimizin öncülüğünde aldığımız “egemenliği” oylamaya götürmenin utancı da hepimize yeter.
İnsan kulaklarını kaparsa hiçbir şey duymuyor. Bakmazsa görmüyor. Bir akşam bilgiağındaki oylama haberleri görüntülerine, merakımı yenemeyip ilk kez baktığımda gözlerime inanamadım.
“Gırgıriye’de Şenlik Var” filmini geçmişler. Yapılan işin acılığının, onur kırıcılığının, yapılan toplantılarda iktidarca, yandaşlarınca söylenenlerin akıl dışılığının kimse ayırdında değilmiş gibi. Yine iktidarca sahalara taşınanların, toplantılara izinsiz götürülen öğrencilerin, götürülürlerken kaza geçirip ölenlerin, meydanlarda yedirilip içirilenlerin, çöplere atılan bayrakların, bayrak üstüne basılarak sahalarda kılınan namazların haberleri, alışıldık, üzüntü verici görüntüleri...
Ya göbek atanlar, kıvıranlar? Her iki yanıtı isteyen de kıvırtıyor müzik eşliğinde. Sakalları belindeki cübbeliler, takkeliler ise iyice sıyırtmışlar, eller yukarda, ayılar gibi tepişiyorlar...
Neden? Neden seviniyorsunuz?
Karşı devrimi gerçekleştiriyoruz, başarmak üzereyiz, özgürlüğümüzü hep birlikte yitireceğiz diye mi?
Ne dendiyse, neye dikkat çekildiyse bu iktidarla birlikte, olacak, oluyor dediklerimiz, hepsi eksiksiz gerçekleşti.
İlk zamanlar bu denilenlere inanmazdık. Önce ordumuza güvenirdik. Dünyanın en büyük ordularından biri bizim ordumuz, kim yenebilir, orduyu kim küçültebilir, kim ülkemize göz koyabilir, derdik...
Bir bir sıraya girdi kötülükler, aklımızla alay ederek sahnelendiler.
Olması istediklerini, en az beş yıl önceden, bir söyleyiveriyorlar. Ağızdan kaçırılıyor gibi, partiden biri deyiveriyor, en yakın adamı konuşuyor bir yerde, iktidar başının, olmadı, birine açık açık dedirtiliyor.
Karşı gelmelerin şiddetine, toplumdan yükselen sese göre hemen konu uykuya yatırılıyor. Uzunca bir süre konu eşelenmiyor, sonra bir gün... Yeniden, yeni baştan...
Anayasa konusu böyle üç kez ortaya çıkıp çıkıp ötelendiydi. Okyanus ötesinin teklifi dendiydi, orada hazırlandığını duymayan kalmadıydı... Her seçimden sonra ilk söylenen sözdü yeni anayasa.
Bu darbemsi şeyden sonra aynı konu bir ortaya çıktı, pir çıktı, bir daha inmedi.
Aynen şöyle oldu:
Günlerden bir gün Milliyetçi Hareket Partisi genel başkanı, ülkücü hareketin lideri, ülküsü millliyetçilik olan bir parti başkanı, şöyle deyiverdi: “Niye bu teklifinizi meclise getirmiyorsunuz? Orada bakarız.”
Yaşamımızda bunca dönek, bunca çapsız, bunca güvenilmez siyasetçi görmüş kişiler olarak, bu sözden önce hiç alınmadık.
Yıllardan beri ülkücülerin lideri olan, seçimleri yitirmesi, oylarının azalması fazla önemsenmeyen, istenilse de yerinden kaldırılamayan, yerine yenisi seçilemeyen değişmez parti başkanı Bahçeli’nin elbet bir bildiği vardır denildi önce. Beklenildi.
Ardından Meclis’te o utanç verici görüşmeler başladı. Önerilen maddeler bir bir sunuluyor, üstünde şöyle bir konuşuluyor, kavga dövüş, küfür, ardından hemen oylamaya geçiliyordu. Yasak olmasına karşın açık oy verenler, buna karşı çıkanlara sana ne, istediğin yere şikayete git diyenler, argo sözlerle efelenenler her şey her şey canlı yayınlarda izlendi.
Hep bekledik, oylama reddedilir, akıl fikir, gönlün sesi kazanır, bu kalkışma başladığı gibi biter. Bitmedi.
Yavru muhalefet MHP kendine gelir, veya iktidarı oyuna getirdiklerini, böyle bir konuda iktidar partisiyle işbirliği edemeyeceklerini gösterirler dedik, umutla bekledik. Göstermediler. Seçmenlerine ihanetlerini belgelediler.
Bu kez bu saçmalığa, yasadışılığa, kurucu devletin iradesine karşı çıkmaya, Anayasa Mahkemesi karşı koyar, iş, devleti koruyan yasaların duvarına çarpar, durdurulur dedik. Diğer muhalefet partisi CHP’nin lideri, fazla bekletmedi, çıktı ortaya, yasayı Anayasa Mahkemesi’ne götürmüyoruz, halk, oylarıyla karar versin dedi. Bu umut da bitiverdi o an.
Zaten başka da ses çıkmadı. Konuşan ağzının içinden konuştu. Dönem “OHAL” dönemi. İstersen ağzını aç! “Oldu bitti” kabullenildi, kollar sıvandı, halk oylaması çalışmalarına tam hız başlanıldı.
Yolun bir yarısında, başdanışman Uçum- “Halkımız gümbür gümbür bir devrim yapıyor. Halk kendi devletini kurmak için adım atıyor. 16 Nisan kutlu olsun…” diye aynanın arkasını gösterdi.” Anayasa Mahkemesine gidilseydi, “Federal yapıya, şehir devletçiklerine geçeceğiz... İstanbul’un yönetimi özerk olsun, Çin’deki gibi yapılansın devlet, orada özerk bölgeler var... “ gibi zırvalıklar ortalığa saçılmayacaktı.
Üstüne üstlük, bu akla ziyan oylama süreci, devletin, basın yayının tüm olanakları evet için kullanılarak başlatıldı. Oyun baştan eşit şartlarda değildi...
Anayasaya yemin ederek Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne seçilmişler, yeminlerini unuttular, belediye başkanları tehditler savurdular: “İşten atarız evet demezseniz, siz görürsünüz evet demezseniz...”
Ülkü Ocakları eski genel başkanı Dervişoğlu MHP’nin son durumunu şöyle açıkladı; dünkü gazetelerden:
Dervişoğlu, "Türkiye Büyük Millet Meclisi'nden alınan güvenoyu ile meşruiyet kazanan siyasi iktidarların dayanağı olan millî iradenin kaldırılmasına Başkanlık ya da Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi gibi bir ad ile kaldırılmasına MHP tüzüğü izin vermemektedir." dedi, “Bu yüzden Bahçeli ihraç edilmelidir.” önerisini getirdi.
En ciddiye alınması gereken günlerde, dinsel peygamber öyküleriyle, peygamberlik özdeşleştirmeleriyle, tarihleri kişileri karıştıran tutarsız saptamalarla algıların tutsak alındığı, karıştırıldığı, seçim rüşvetlerinin olağan karşılandığı bu hipnozlu günlerde, sizce şu söylem anamuhalefet liderine yakıştı mı?
“ Çatlasalar da patlasalar da onlara cevap vermeyeceğim!”
Verme zaten. “İstanbul’da “Hayır” yüzde elli üç diye muştulamışsın, sanki bu sonuç doğruymuş, bir de üstelik sevinilecek sonuçmuş gibi. Neden en az yüzde sekseni kendinize hedef koyamıyorsunuz? Herkesi toptan delirten masallardaki sihirli sudan mı içildi yoksa, yüz yıllık Cumhuriyetimiz sahipsiz mi bu kadar? Neden siz de algıları böyle diyerek köreltiyor, vatandaşı umutsuzluğa sürüklüyorsunuz? Beyne çıpa atmayı, öğretilmiş çaresizlik konusunu duymadınız mı hiç?
Şu an “Hayır”ın savunucularından, yarattığı Siirt seçimiyle de bugünlerin hazırlayıcısı Baykal’ın şu dediğine ne buyrulur?
“Trump’ta bile bu kadar yetkiler yok!” Şimdi bu bir eleştiri mi oluyor? Bunu duyan aman Allah’ım Trump’ta bile yokmuş, deyip korkacak mı? Trump’ta olsa zararı yok mu? Demokrasiyi içselleştirmiş, üç yüz yıla yakındır aynı anayasayı kullanan, parça parçayken parçalarını birleştirip bütün olan, dünya jandarması yayılmacıların başı bir ülkeyle, bizimkilerin cambazlık durumu aynı mı? 16 Nisan sonrasına denilenleri, senaryoları, olabilecekleri deseniz ya, elin adamından, ülkesinden örnek vereceğinize...
“16 Nisan’da inşallah, “Evet” ile sandıklar patladığı takdirde hemen parlamentoya idamla ilgili karar taslağı inşallah gelecek.” dendi iktidar başınca. Bunun ne demek olduğunu neden anlatmıyorsunuz, bir kişinin dilemesiyle iktidar karşıtlarının, askerin sivilin düşünceleri yüzünden asılabileceğini, İstiklal Mahkemelerinin öcünün alınmak istendiğini neden söylemiyorsunuz?
“16 Nisan güçlü Türkiye'nin doğum sancılarıdır" sözü iktidarın başbakanının. Ne doğar? Çocuk. Atatürk Cumhuriyeti neyi doğurucak, neden doğuracak, ne bekliyor küresel çete, sessiz ve derinden...
Bu sözler, en son söylenen sözler, Perşembe, saat 17’de, Giresun’da dendi. Ne, anayasadan, ne, ne getirdiğinden sözetme var. Ne var? Bir Karagöz oyunu gibi, bir kişiye, “bu” diye aşağılayarak laf atma, gönderme var:
“Bu çok kaldı orada ya. 7 seçim kaybetti, buna rağmen hala o koltukta oturuyor. Biliyorsunuz bunun adı “Kasetli genel başkan”. Kasetle geldi, bu sefer bambaşka bir kasetle gidecek. Biliyorsunuz artık kaset yok, CD ile gidecek.”
Yine günler öncesinden Ümit Özdağ’ın uyarıları, “saraylı” başdanışman Şükrü Karatepe’nin eyalet sistemi gelebilir.” sözleri gündemi belirledi. Ümit Özdağ, “Evet çıkarsa “Türkiye Cumhuriyeti”nin adı “Federal Anadolu Devleti” olacak.” dedi, durumu anlamazlıktan gelen aptallara.
Bu sözü de geçen akşam duyduk:
“Sandığa gidin ki eze eze gelelim!” diyordu partisi adına miting yapan en tarafsız olması gereken malum kişi.
AKP’nin eski bir vekili (Mehmet Dülger) oylanacak bu başkanlık anayasasının, ABD projesi olduğunu söylüyordu aynı anlarda, yurttaşı, oylamada evete karşı uyarıyordu.
Son kartlar açıldı, oyun bitiyor...
“Ne bilirsin ki ne olur yarın?” diyelim, sözü, yüce önderimizin bağımsızlık – egemenlik üzerine dediği iki sözüyle bitirelim:
“Ben yaşabilmek için mutlaka müstakil (bağımsız) bir milletin evladı kalmalıyım. Bu sebeple milli istiklal (ulusal bağımsızlık) bence bir hayat meselesidir. (23 Nisan 1921)"
“Unutulmamalıdır ki, milletin hakimiyetini bir şahısta veyahut mahdut eşhasın (belli kişiler) elinde bulundurmakta menfaat bekleyen cahil ve gafil (aymaz) insanlar vardır. (Ocak 1923)"
Sonuç ne olursa olsun, yüce Atatürk’ün şu sözü, sözümüzdür:
“Başarılarda gururu yenmek, felaketlerde ümitsizliğe karşı gelmek lazımdır.(1930)"
Feza Tiryaki, 14 Nisan 2017