ÖZGÜRLÜKÇÜLÜK (2)
‘Liberasyon’ anlamında değil ama ‘emansipasyon’ anlamında insanın ‘özgürleşmesi’, başka her türlü serbestlik ya da özgürleşmelerin tamamlanması, özgürleşmenin ‘son kertesi’dir demiştik.
Bunun koşulu ise, özgürleşme eylemini yapan kişinin zorunlu olarak kendi-kendisini özgürleştirmeyi (auto-emansipasyon) başarabilmesidir.
Tam da bu nedenle özgürleşmeye ‘rüştünü ispat etmek’ diyoruz.
Örneğin padişahın ‘kulu’ olmaktan çıkarılıp ‘özgür yurttaş’ olmak hakkı elde etmiş olmak, liberasyon anlamında ‘özgürlük’ olabilir ama ‘emansipasyon’ anlamında özgürlük olmaya yetmeyecektir.
Nitekim, yüzyıl önce ‘kul’ olmaktan çıkarılmış bir toplumda, hâlâ gerek aile, gerek çevre, gerek din, gerek gelenek ve gerekse bir siyasi parti ya da derneğin, deyim yerinde ise, ‘vesayet’i altında, en önemli insan hakkı olan ‘seçme ve seçilme’ hakkını kullanırken, kendi öz bilgi, birikim ve duyguları değil ama bu sayılanlardan her hangi biri ya da birkaçının ‘etki’si altında davranmak, özgürleşmenin tamamlanmadığı yani henüz emansipasyon anlamında ‘özgür’ olunamadığı anlamına gelecektir.
Böylece, örneğin ‘ulusal anlamda’ bir ‘yurttaş’ olarak be-tim-le-ne-bi-le-cek, kimlik cüzdanı ve pasaport alınabilecektir ama ne gerçek anlamda yurttaş ve ne de evrensel anlamda ‘insan’ (universellement humaine) olarak ta-nım-la-na-ma-ya-cak-tır.
Burada ‘betimleme’ ve ‘tanımlama’ arasındaki ayırıma vurgu yapılmak istendiğini belirtmeye gerek bile yok diyelim.
İşte Marx’ın tüm yabancılaşmalarından arınmış ‘bütünsel insan’ (homme total) dediği, bizde ise ‘dinsel’ vurgusu baskın ‘mükellef’ veya ‘mükemmel’ insan nitelemeleriyle, kısmen anlatılmak istenen ‘insan’ budur.
Yani üç yabancı ülke üniversitesinden doktora alıp, beş yabancı dil bilerek kahvesini höpürdetmeden içmek, bütünsel insan olmak için ne gerekli ve ne de zorunlu olmayıp, o kişinin ‘kendi-kendisini’ yetiştirip yetiştiremediğine bağlı olmaktadır.
Aynı kişinin dünyanın her yanına ‘özgürce’ gidip, ‘özgürlüğünün’ tadını çıkarması da, ‘evrensel olarak insan’ olduğu anlamına gelmez.
Konuyu uzatıp, okuyucuyu ayrıntıya boğmak istemesek de, bu tür bir açıklama yapıp üzerinde düşünmesini istemek de bu yazının amaçları arasındadır diyerek geçiyoruz.
Peki ama bir insanın ‘bütünsel insan’ olmasının ve ‘evrensel’ olarak tanınan ‘insan ve yurttaşlık hakları’nı tam anlamıyla kullanabilmesinin önündeki ‘engel’ nedir diye sorulacak olursa; bu hakları kendisine veren ama sonra kendisi de ‘otonom’ olan, sözde ‘tarafsız’ Devlet’in ta kendisidir diyeceğiz.
Burada kabaca, nasıl bugüne değin yapılan Devrim’leri ‘burjuva’ olarak nitelemekte bir sakınca görmeyip, aslında insanlığın gelişmesinde ‘ilerici’, ‘özgürlükçü’ ve ‘yurtsever’ vb nitelikler yüklediysek; emansipasyon ve yabancılaşma alanlarında işbu ‘Devlet’in en önemli ‘engel’ olduğunu söylemekten de çekinmeyeceğiz.
Bilinen örneğiyle ‘Devlet’in ‘ideolojik aygıtları’, liboşların ‘ideoloji düsmanlığı’na karşın, bebeklikten başlayıp ilk okul çağından itibaren ‘saf beyin’lere en derin ve en etkili ‘ideoloji’yi enjekte etmektedir.
Bu konuyu başka yazılara bırakarak, ‘evrensellik’ derken, bugünkü bilgi ve teknolojimizle ulaşabildiğimiz sınırlar içindeki ‘maddi evren’i göz önüne alıp, insanlığı da sekiz milyar insanla sınırlı varsayalım.
Hegel ve Marx’ın ‘mantıksal üçleme’sine göre (triade de syllogisme); “bir bütün ancak kendi içsel organizasyonunda tamamlanmaktadır”.
Hegel, bu ‘bütünsellik’ (totalité) içinde, içsel organizasyon olarak ‘politik yeniden-üretim’ sürecinin ‘tamamlanmasını’ Devlet olarak görmüştür.
Marx ise, benzer diyalektiğin ‘Sermaye’de tamamlandığını, ama sürekli bir devinim içinde olduğunu göstermeye çalışmaktadır.
Yani, sermayenin yeniden-üretimi sermayeyi çoğaltırken, Hegelci politik yeniden-üretim ‘Devlet’te kendi-kendisini muhafaza etmekte ve Devlet’i bir ‘son kerte’ olarak sonsuzlaştırmaktadır.
Oysa Marx, Devlet’in de sonlanacağı veya sönümleneceğini ileri sürmektedir.
Yani Marx, ‘Kapital’in ‘emek’ ve ‘sermaye’ olarak ‘organik’ bir bileşim olduğunu, burada ‘emeğin’, sürecin sonunda ‘bütünsel insan’ olarak çıkması durumunda, hem kendisi olarak ‘emeğin’ ve hem de ‘sermayenin, vatanın ve devletin’ gerçek sahibi olarak sürecin tamamlanmış olacağını, ve dolayısıyla ‘Devlet’e gereksinme kalmayacağını göstermeye çalışmıştır.
Kuşkusuz bunun da ancak ‘evrensel düzeyde’ gerçekleşmesi halinde böyle olacağı, yani izlediği ‘mantıksal sürecin’ sonucu olarak ileri sürmektedir.
Bu felsefî çözümlemelere kabaca değindikten sonra konumuza dönersek; ‘Bütünsel insan’, demek ki ancak ‘özgürleşmek’ isteyen insanın bir yandan ‘sermaye düzeni’ ve öte yandan onun politik organizasyonu olan Devlet’in ‘burjuva biçimi’ne karşı mücadele ederek, hem ‘sermaye’ ve hem de ‘Devlet’ olarak bizzat ‘kendisi’ olması mücadelesidir diyeceğiz.
Kuşkusuz bu, başkalarının yanısıra, kaba ampirik bir yaklaşımla, ‘liberal’ kesimlerin anlayıp anlatacakları biçimde, ne fabrikaya el koymak ve ne de polise taş atmak biçiminde değil ama gerçek bir ‘demokratik mücadele’yle yapılabilecektir, ki gelecek yazıda bu konuya değineceğiz.
Şöyle de söylenebilir, ‘bütünsel insan’ olma süreci, sürekli bir ‘Devrim’ halidir ama sosyal ve siyasal ‘Devrim’ler, tarihsel sürecin ancak ve sadece belli bir ‘an’ına karşılık gelmektedirler.
Ve her şeyin bir ‘son’u vardır ama Tarih’in ne sonu gelir ve ne de ‘tekerrür’ eder.
(Sürecek)