ÖZGÜRLÜKÇÜLÜK (3)
Peki ama bir insanın ‘bütünsel insan’ olmasının ve ‘evrensel’ olarak tanınan ‘insan ve yurttaşlık hakları’nı tam anlamıyla kullanabilmesinin önündeki ‘engel’ nedir diye sorulacak olursa; bu hakları kendisine veren ama sonra kendisi de ‘otonom’ olan, sözde ‘tarafsız’ Devlet’in ta kendisidir demiştik.
Hiç kuşku yok ki, Devlet’i kutsayan kesimler ile Celal Kemgöz gibi ‘bilim’in ‘sosyal’ tarafını henüz kavrayamamış isimler, bu tür bir akıl yürütmenin ‘Devlet düşmanlığı’na varacağını ya da zaten bu amaçla kaleme alındığını ileri süreceklerdir.
Yani Kemgöz’ün sandığı gibi elimizde bir ‘hazır reçete’nin olduğu ve bunun da Marksist reçete olabileceği baştan kabul edilmektedir.
İşte asıl ‘ideolojik’ olan ve insanları bir ‘uyuşturucu’ gibi ‘kalıplaşmış düşünme’ye yönlendiren yaklaşım bundan başkası değildir.
Burada, henüz uygulamada olup olmadığını bilmesem de, Fransa’da lise öğrencilerine verilen ‘Felsefe’ derslerindeki ‘sınav soruları’na yanıt veremeyecek kişilerin, örneğin Memduh Bayraktaroğlu türü ‘danışman’ların, ünlü filozoflardan alıntı yaparak, ‘zihin açıcı’ olmanın ötesinde, deyim yerinde ise ‘zihin bulandırıcı’ bir ortam yaratıp kendi ‘ideolojik’ saplantılarını, güncel sorunlara ‘sorun çözücü bir reçete’ olarak sunduklarını da analım.
Öte yandan bir dizi ‘Youteber filozofları’nın türediği de bir başka gerçekliktir.
Oysa biz, örneğin eğer ‘reçete’de ‘insanın özgürleşmesi kendisinden başlar” formülü yazılmışsa bunun önce ‘ne anlama geldiği’ üzerinde düşünmeye ve düşündürmeye çabalamaktayız.
« Toute émancipation est reconduction (Zurückführung) du monde humain, des rapports, à l’homme lui-même »
“Kendisinden başlar” ama, her insan bir Robinson Cruosé olmayıp, bir ‘insanlık’ (monde humain) içinde ve öncelikle de Devlet’ler başta olmak üzere belli bir ‘ilişkiler ağı’ (Verhältnisse) içinde yer alır; ya da tam Türkçesiyle onlarla ‘bağlıdır’ (rapports).
İşte, özgürleşmek ya da ‘rüştünü ispat’ etmek demek, zaman zaman ‘koşullar’ diye gelişigüzel dillendirdiğimiz bu ‘bağ’ların ‘baskısından’ kurtulmak ya da onlarla ‘yeniden-uyum’ sağlamanın yollarını aramak (Zurückführung-reconduction) demektir.
Burada, önemle altı çizilmesi gereken nokta, ‘insan’ derken ‘birey’ değil ama ‘toplumsal birim’in söz konusu edildiği ve genellikle bir ‘Halk’ çerçevesinde ele alındığını anımsatalım.
Böyle olunca, İlk çağlardan itibaren, insanı çevreleyen koşullar monarşik, despotik, tiranik ya da ‘demokratik’ biçimler almıştır denilebilir ki, kısaca ‘Devlet’ ya da ‘Politeia’ terimiyle karşılanmaktadır.
Öyleyse, insanın, yaşadığı ‘koşullar’ ile ilişkisi ya da ‘bağ’ıyla ‘yeniden-uyum’ sağlamanın yollarını aramak (Zurückführung-reconduction) neden hemen ‘Devlet düşmanlığı’ olarak mahkûm edilmek istenmektedir?
Yeri geldiğinde ‘demokrasi’ konusunda mangalda kül bırakmayan, bu ‘sığ’ ya da ‘sağ’ beyinler, ‘insan’ söz konusu olduğunda olur olmaz güzellemeler yapabilmektedirler.
Oysa ‘insan ve yurttaşlık hakları’nı tam anlamıyla kullanabilmesinin önündeki en büyük ‘engel’in ‘Devlet’in ta kendisi olması dolayısıyla, işbu ‘koşullar’, insanlık tarihi boyunca monarşik, despotik, tiranik ya da ‘demokratik’ biçimler almış değil midirler?
Öyleyse ‘insanın özgürleşmesi’nin öncelikle ‘Devlet’le olan ilişkisini ‘sorgulamak’la başlayacağını ileri sürmekten doğal ne olabilir?
Ve öte yandan, insanın ‘varlığının temeli’ni onun bir halkın ‘parçası’ olması ya da kısaca ‘sosyal’ olması (homme socialisé) belirlemekte değil midir?
Aristo’dan buyana Devlet ya da onun ‘kuruluş’ (constitution) ve varlığının (politeia) günümüzde ‘Anayasa’ olarak dillendirilmekte olduğunu biliyoruz.
Peki ama, yeni ‘özgürlükçü anayasa’ arayışlarının da özünde ‘Devlet’i sorgulamak demek olduğu açık değil midir?
Şu farkla ki, özgürlükçü ‘Anayasa’yı yapacak olanlar, iktidar ya da muhalefet ayırımı olmaksızın ‘Devlet’i bizzat ele geçirmiş olanlardır.
Onlara ‘Halk’ tarafından verilen ‘vekalet’, ‘Devlet’i yıkıp yeniden ‘Kurmak’ (constitution) için değil ama, sadece belli bir süre ‘yönetmek’ için verilmiş olmasına karşın, bu girişimleriyle, deyim yerinde ise halk tarafından verilen ‘yetki’yi aşmaya ve hatta ‘kötüye kullanma’ya çalışmaktadırlar.
Kaldı ki ‘yönetme yetkisi’ yani ‘hükûmet olmak’ (gouverner), Sosyal Tarihçi’lerden Adolphe Tiers’in deyişiyle; ‘öngörmek’ demektir.
"Gouverner, c’est prévoir, et ne rien prévoir, c’est courir à sa perte."
Ne var ki, ‘öngörmek’ ile ‘yeğlemek’ arasında, ancak bıçak sırtı denilen bir ayırım vardır.
Tıpkı ‘temsilci seçmek’le ‘teslim olmak’ arasındaki fark gibi.
O halde, ‘insan’ın Devlet’le olan ilişkisini (ve aynı anlama gelmek üzere bağı) daha yakından ele almamız gerekecektir.
(Sürecek)