ÖZGÜRLÜKÇÜLÜK (6)
Özgürlüğün önündeki en büyük engelin Devlet olduğunu söylediğimiz zaman konuyu abarttığımız sanılabilir.
Burada genel olarak ‘Sermaye’ ya da Kapital diyerek kapitalizm konusuna girmek yerine, örneğin dillere pelesenk olan ‘Rant ekonomisi’ kavramından hareketle bir yaklaşım sergilemeye çalışalım.
Klasik ekonomistlerden Ricardo’dan buyana tarımda bir ‘diferansiyel rant’ kavramı vardır ki, her ekonomi dersi alan kişinin az-çok bir bilgisi vardır diyelim.
Bununla birlikte, ‘Rant ekonomisi’ öylesine çeşitlenmiş ve öylesine ağırlık kazanmıştır ki, neredeyse her ‘bilimsel disiplin’ üzerine eğilmek durumunda kalmıştır denilebilir.
En yalın anlatımıyla, rant, oluşumunda herhangi bir emek harcanmasına dayanmayan ya da belirli bir talebin karşılanmasına yönelik olmayan çabaların karşılığı olarak elde edilen ‘sürekli gelir’ demektir.
Ancak rantın kaynağının farklı olmasına karşın, özellikle azgelişmiş ülkelerde ‘olağandışı’ bir hal almasındaki en önemli nedenin, Devlet’in uyguladığı ‘ekonomi politikaları’ ya da kibarcasıyla ‘sosyal ve politik düzenlemeleri’dir (régulasyon) diyeceğiz.
O nedenle ‘Sosyal’ sözcüğünün geçtiği her yere, en azından dikkat etmek ve altında bir ‘Çapanoğlu’ olup olmadığına bakmak gerekmektedir.
Anayasalarda yer alan ‘Sosyal Devlet’ ile uygulamalardaki ‘Politikacıların sosyal dolapları’ arasında, siyah ile beyaz arasındaki farktan daha büyük bir fark olduğunun altını çizmek gerekir.
Böylece politikacılar Devlet’i, kimi konu ve kesimlere ‘ayrıcalık dağıtan’ bir konuma dönüştürerek, bir anlamda Devlet’i sözde ‘tarafsız’ ya da aynı anlama gelmek üzere ‘özerk’ göstermeye çalışırken, diğer yandan tüm kitleleri ‘stratejik bağımlılık’ da denilen bir ‘uyuşturucu bağımlılığı’na düşürmüş olmaktadırlar.
Öyle ki, artık ‘hak, hukuk, adalet, etik, şeffaflık’ türü tüm deyim ve kavramları ne birbirlerinden ayırmak ve ne de içeriklerini tanımlamak zor da değil olanaksız olmaktadır.
Böylece “kişisel özgürlük” bir “olgusal bağımlılık” üzerine temellendirilmiş olmaktadır (indépendance personnelle fondée sur une dépendance factuelle ), ki bu konuyu daha da açmak gerekecektir.
Bu olgu, Devlet’in en küçük birimlerinden en yüksek yönetim kademelerine değin öylesine yaygınlaştırılmış ve ‘ekonomik olarak’ öylesine büyük miktarlara ulaştırılmıştır ki, ‘özgürlük’ün artık ‘kişisel’ olmaktan çıkıp ‘kişisizlik’e dönüşmesine yol açmıştır denilebilir.
‘Milletvekilleri’ için önceki dönemlerden beri benzeri suçlamalar yapılabilirken, genelde tüm azgelişmiş ülkelerde ve özellikle Türkiye’de, sözde ‘adalet dağıtan’ savcı ve yargıçlar suç örgütlerinin, bakan ve mülkî amirler de uyuşturucu ve kara para aklayıcılarının ‘önüne yatmak’ durumunda kalmışlardır.
Bağımsızlık denilince ilk akla gelen ‘mahkeme’ler iken, haksızlık ve hukuksuzlukta en önde ‘savcı ve yargıçlar’ın yer aldığı, bugün yadsınamaz bir ‘olgu’ olarak karşımızda durmaktadır.
Rantın bir de ‘sosyal konum’dan doğan biçimi vardır ki, onun en belirgin örneğini genel olarak tüm ‘Belediye Başkanları’nda görmek mümkündür.
Rantın ‘dinsel’ boyutuna gelince, Türkiye’de Turgut Özal tarafından yasalaştırılan ya da yasayla içeriği değiştirilen ‘vakıf’ların günümüzde aldıkları biçim, sözcüğün tam anlamıyla ‘din’in ‘meta’ya dönüştürülerek içeriğinin boşaltılması ve Devlet’e ‘olgusal bağımlı’ bir araç konumuna getirilmesi olmuştur.
Kısaca hangi boyutuyla ele alınırsa alınsın, ‘Rant ekonomisi’ toplumu yozlaştırıp Devlet’i olması gereken ‘Sosyal Devlet’ olmaktan çıkarıp, enflasyondan da beter bir ‘vurgun ekonomisi’ yaratmak biçimini almıştır.
Keynes’e gönderme yapılan ünlü paragrafta, ‘enflasyon’un ‘rant’tan da çaldığı gerçeğine karşın, rantiyelerin enflasyonla baş edebilmek için ‘borçlanma’ yolunu seçmeleri ‘rantiyelerin ötanazisi’ olarak görülmüştü.
Oysa gerçek ‘rantiyeler’ de dahil olmak üzere, tüm rantiyeci kesimler borçlanmayı seçerek, bir ‘borçlanma rantı’nın doğmasına yol açmışlardır, ki işte bu koşullarda ‘faiz haddi’ her kötülüğün başı olarak ileri sürülmüştür.
Kısaca bu ‘rant’, ‘borç’, ‘faiz’, ‘enflasyon’ sarmalında, Devlet’i ele geçiren politikacılar, önce onun ‘sosyal’ yapısını bu sarmalın içine sokarak ‘hak, hukuk ve adalet’ kavramlarını da betimlenemez hale getirmişlerdir.
Bağlı olduğu ‘temel’i böylesine kaygan, belirsiz ve hatta kötü olduğu apaçık olan bir ortamda, ‘özgürlük arayışı’nın da ‘kör’ olabileceği söylenebilir.
Öyleyse, deyim yerinde ise, öncelikle ‘özgürlük arayışı’nın gözünün açılması gerektiğini ileri süreceğiz.
(Sürecek)